03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Magda Szabó’dan ‘Katalin Sokağı’ Yeni bir yer bulamazsın... Magda Szabó, Katalin Sokağı adlı eserinde evin ve ailenin yaman çelişkilerini, sıkıntılarını ortaya döker. İçinde yaşadığımız ev, bizler için bir tarihken aynı zamanda, ölçüyü kaçırıp kendimizi mecbur ettiğimiz bir bağımlılığa da dönüşebilir. Ancak bu bağımlılık rahatlatıcı bir etki de yaratabilir. Özgürleştiğimiz, kendi kendimizle kalabildiğimiz bir yer, kollayıcı bir sığınak mıdır ev ve de mahalle, yoksa boğucu bir koğuş mudur? Ë Müge KARAHAN acar yazar Magda Szabó’nun dilimize çevrilen ikinci romanı Katalin Sokağı, okura ilk anda Kafavis’in ünlü “Şehir” şiirini hatırlatır. Romanın esas kahramanları olan Elekes ailesinin bireylerine söylenmektedir sanki bu dizeler: “Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın/ Bu kent peşini bırakmayacak. Aynı sokaklarda/ dolaşacaksın. Aynı mahallede yaşlanacaksın/ aynı evde kır düşecek saçlarına/ Bu kenttir gidip gideceğin yer.” Katalin Sokağı’ndaki evlerinden taşınan aileye bu ayrılık hiç de iyi gelmemiştir ve her biri bunun sıkıntısını çekmektedir. Tabii aslında romanda da söylendiği üzere, evden ayrılmış olmaMagdo Szabó M nın yanında acı çekmek için hepsinin farklı nedenleri de vardır: “Bu evde herkes acı çekiyordu, sadece buradaki yüksek katlar, küçük odalar ya da bir bahçeye duydukları özlem nedeniyle de değil, bunun da ötesinde herkesin kendince bir nedeni vardı.” Szabó, romanının kahramanı Bayan Elekes’in günlük rutinini anlatırken evin sıkıntısını, sıkıntı yaratan bağımlılığını tariflemiştir: “Bayan Elekes, etrafı birazcık temiz tutabilmek için gün boyu var gücüyle çalışıyordu, ama bu insanüstü çaba, kargaşayı sadece anlık olarak ortadan kaldırabiliyor, ardından da, bilinmeyen esrarengiz bir güç tekrar devreye giriyormuş gibi her şey eski haline dönüveriyordu.” Ev, hele ki kadınlar için yutucudur. Kendini ona verdikçe içine çeker, yer bitirir, tüketir insanı. Ev içinde biriktirdikleriyle daha çok yorar, yaşlandırır insanı bu nedenle evdeki “düzen”den vazgeçmeyi bilmelidir insan. Tam da Kavafis’in şiirinde olduğu gibi Elekes ailesinin fertleri de akıllarını Katalin Sokağı’ndaki eski evden alamaz. Romanın “Mekânlar” adlı ilk bölümünün ardından gelen “Epizodlar” da bu sokağın hatırasıyla, aile bireylerinden Henriett’in bu sokağa dair hatır ladıklarıyla başlar: “Hep Katalin Sokağı’na taşındığı günü çok iyi hatırladığını söylerdi. Ama aslına bakılırsa bu tam olarak gerçeği yansıtmıyordu. Çünkü eğer sadece kendi anılarını dikkate alırsa, net olarak hatırlayabildiği bir tek köprü vardı. Raylardan yükselen tıkır tıkır sesler; tatlı heyecan taşıyan ruh hali; daha sonra hayatında önemli bir yer tutacak olan birkaç yüz ve birkaç küçük manzara. Bunları anımsıyordu. Hatırladığını sandığı diğer ayrıntıları ise herhalde ona daha sonraları anlatmışlardı.” Roman başlamazdan önce yazdığı girişe bakılırsa yazarın esas meselesi yaşlılıktır. Romanda da sıklıkla altı çizilen ya da satır aralarına ustaca gizlenen bir mevzudur yaşlanma. Örneğin Katalin Sokağı’na ve Budapeşte’ye taşındıkları günü hatırlarken Henriett, anne babasının büyükanne ve büyükbabasıyla ilgili kaygısını dile getirir: “ … o güne kadar her gün görüştüğü büyükannesiyle büyükbabasını terk etmek, onun için bir şey ifade etmemişti. Henriett daha o zaman birilerini terk etmenin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Gerçi bu olayın anne ve babasını ne kadar derinden etkilediğini algılayabilmişti. ‘Bu yaşlı iki insanı yalnız bırakmayız, nasıl olsa sık sık geliriz ya da bize çağırırız’ diyerek birbirlerini teselli ettiklerini de anımsıyordu.” İşte yazar burada bir taşla iki kuş vurmuştur: Hem ayrılıkların hem de yaşlılığın zor olduğunu ortaya sermiştir. Her ayrılık biraz acıklıdır, yaşlılıksa daha da acıklıdır… Bu küçük ayrıntıdan öte yaşlılık ve yaşlanmanın getirdikleri aynı zamanda, üç kuşak olarak aynı evi paylaşan Elekes ailesinin yaşadıklarıyla da roman içinde gün yüzüne çıkarılmıştır. Elekeslerin kızı İrén de kendi ailesiyle yani kızı ve sevgilisiyle birlikte, anne babasının yani Bay ve Bayan Elekes’in evinde kalmaktadır. Dolayısıyla bir evde iki aile ve üç kuşak barınır ve anne babanın artık yaşlanmış olduğu aynı evde yaşamanın zorlukları ortaya çıkar. Romanda alıntılanan cümlelere bu durum kısaca şöyle anlatılabilir: “İrénlere (Elekes ailesinin onlarla birlikte yaşayan kızı) misafir gelmesi iki yaşlı insan (Bay ve Bayan Elekes) için ciddi zorluklar yaratıyordu. Çünkü bu durumda ancak normalden daha geç bir vakitte yatabiliyorlardı.” Yaşlı anne babayla aynı evi paylaşmak da onları bir başlarına bırakıp gitmek de zordur. Artık farklı hayatlar ve farklı düzenler kurulmuştur ve aynı evi, yaşamı paylaşmak zordur. Bu da ailenin yaman çelişkisidir. Birer yetişkin olduklarında çocuklardan ayrılmak zor gelir, ebeveynlerin büyük kısmı tabii daha ziyade bizim toplumumuzda yavru kuşun uçup gitmesini sindiremez ancak aynı evde yaşamakla da sorunlar çözülmez aksine büyür. Roman, çok kabaca ve kısaca söylersek Katalin Sokağı sakinlerinin ve diğer insanların bir şekilde benzer evrelerden geçtiğini gösteren bir gerçekçilikle ilerliyor. 1917 doğumlu olan Macar yazar, romanın başındaki giriş yazısında yaşlılıktan bahsederken romanını neden mekânlar ve epizodlar olarak ayırdığına dair bir işaret de veriyor: “Onlar yaşlanmanın bir noktasında o zamana kadar bir bütün olarak gördükleri geride kalan hayatlarının ansızın parçalara ayrılıverdiğini fark ettiler. Gençlik yıllarında sıkıca kavradıkları ve kopmaz bir bütün olarak gördükleri hayat, şimdi artık bölük pörçüktü. O bölünmez sanılan ‘bütün’, artık parçalar halindeydi (…) Uzay artık mekânlara; zaman anlara ve yaşananlar epizodlara ayrılmıştı.” Böylece Szabó romanının son cümlesini daha başlamadan söylemiştir ya da belki de bitirdikten sonra başa dönmüştür: “Her insanın ömrü boyunca payına, ölürken çığlığında ismini haykırabileceği sadece bir kişi düşer.” Katalin Sokağı/ Magda Szabó/ Çeviren: Tarık Demirkan/ Yapı Kredi Yayınları/ 214 s. Çağını Yakalayanlar adlı yapıt, yazar, ozan Mehmet Tanju Akerman’ın günümüzün yaşayan yirmi yedi yazın insanıyla yaptığı söyleşileri kapsıyor. Yapılan söyleşiler daha önce, Sanat Yaprağı dergisinde yayımlanmıştı. Bu söyleşilerin kitap olarak okura ulaşmasının ayrı bir önemi olduğunu belirtmeliyiz. Yazınımızı izleyenler için, sorulara verilen yanıtların yararlı olacağını düşünüyoruz. Söyleşiye katılanların yarıya yakınının ozan olduğunu düşünürsek, özellikle şiirle ilgilenenlerin de bu söyleşileri okumalarında yarar olduğu bir gerçek. SAYFA 20 Mehmet Tanju Akerman’dan ‘Çağını Yakalayanlar’ Edebiyat ile şiirin bugününe dair Ë Hasan AKARSU omanları ve öyküleriyle tanınan Tülay Ferah, bugün romanın altın çağını yaşadığını, baş tacı edildiğini, romanın ozanların dizelerini bile çaldığını, ‘tefrika’ romanlar döneminin bittiğini, roman yazmanın gerçekten zor olduğunu vurguluyor. Araştırmacı, yazar Mustafa Okan Baba, dil konusunda ve Türkçeye yönelik açıklamalarda bulunurken, dilimizin en büyük ‘zaaf’ının bir felsefeye dayanmayışı olduğunu, dilde yenileşmenin siyasal düşüncelerin dışına çıkarılması gerektiğini, her ülkenin bir dil onuru bulunduğunu belirtiyor. Öyküleriyle öne çıkan Zeynep Aliye, öykünün “en devrimci yazınsal tür” olduğunu, Sait Faik’in Türk öykücülüğünde gerçekten dorukta bulunduğunu, geçmişimizin yok sayılamayacağını, dilimizin R bilgisayarlar ve cep telefonlarıyla kirletildiğini, “tam bir güdüklüğe” sürüklendiğini belirtiyor ve sorununun tanınmak, ünlü olmak olmadığını, “kendi olmak” için yazdığını vurguluyor. Felsefeci, yazar Tansu Bele, öykücülüğümüzde, “Sait Faik’in henüz aşılamadığı kanısında”. İstanbul’la ilgili çalışmalarıyla öne çıktığı için, İstanbul’da yanlışlığın göçlerle başladığını vurguluyor, “insan bozulursa kent bozulur” diyor. Dergilerin ve yazarların kendi düşlerini pazarladığını belirtirken, kendini şöyle açımlıyor: “…Ne yapayım huyum kurusun, hiçbir kesime, inanca, düşünceye bağlanamadığımdan sürekli yalnız kaldım. Çünkü sonsuz tartışmacıyım, kesin doğrularım yok. İlkelerim de yok” (s. 41). Yazar Nevra Bucak, kent romanı ve öyküleri yazıyor. Dilimizin son durumunu şöyle değerlendiriyor: “Hepimizin bildiği, kaygılandığı gibi, Türkçede kor kunç bir dil çamurlanması var. Ben buna dil kirlenmesi değil, dil çamurlanması diyorum” (s. 47). Romanları ve öyküleriyle tanınan Ulviye Alpay çocukların, yüreğinde çok özel bir yeri olduğunu, çocuk ve gençlik için yazarken onları anlamaktan, onların coşkulu yüreklerine akmaktan çok hoşlandığını belirtiyor. Dilimizin kimliğimiz olduğunu vurgulayıp tabelalardaki yabancı adlara karşı çıkıyor, çözümler öneriyor. Ozan Arife Kalender, şiir konusunda önemli açıklamalarda bulunuyor. “Bugünkü gençliğin şiirden uzaklaşmasının nedeni de okutulan Türkçe ve edebiyat kitapları” diyor. Toplumumuzda şiir türünün “en kolay yazı türü” olarak bilinmesinin getirdiği olumsuzlukları açıklıyor, eleştirmen yetersizliğini anımsatıyor ve şiirin en zor yazılan bir tür olduğunu vurguluyor. Medyanın gerçek sanat ürünlerine yer vermediğini belirtiyor. ¥ Ozan, yazar Güngör Gençay, Türk CUMHURİYET KİTAP SAYI 1037
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle