25 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Edip Cansever’in anısına... Edip Cansever salınımı Tuhaf bir merak, karşılığı olmayan bir soru, zaman zaman gelir aklımın başköşesine oturur. Kuşkusuz, hayatlarıyla, yazdıklarıyla beni yetiştirmiş, büyütmüş; varlığım varlıklarıyla anlam bulmuş insanlar içindir böyle bir merak, bu karşılıksız soru: Şimdi yaşasalardı ne düşünürlerdi, ne yaparlardı, nasıl yazarlardı… Ne kadar büyürsek büyüyelim, gizli bir tutunma ihtiyacı, aklımızın bir büyük akla değme büyüsü ve gittikçe büyüyen bir yalnızlık olmalı böyle bir arzuda. Yazdıkları, yapıp ettikleri aynı yakıcılıkla bizi var etmeyi sürdürse de ilk okumadan bu yana her okumada yıkıp yıkıp kursalar da dilimizi, bu çaresiz meraktan, en azından ben kurtulamıyorum. Evet, yazdıkları var, bir sonsuzluk gibi çınlayıp duran. Ancak bu yalın, insani ve yanıtsız soruyla dönüp dönüp bakıyorum kendime ve dünyaya: Yaşasalardı, bugünlerin şiirini nasıl yazarlardı… “Örneğin bir paslı bıçak ilk parıltısına koştu koştu yenildi” nesne, her olay, her durum ve mekân, insanın ruhsal karmaşasını biraz daha çoğaltmak, bu karmaşayı umutsuzca aralamak –anlamak değil buna dayanarak bize insanın büyüklüğünü duyumsatmak, buradan hareketle bu karmaşaya –buna çözümsüzlük diyebiliriz rahatlıkla saygı duymamızı sağlamak için bir olanaktır. Ev içindeki her hangi bir eşyadan, yollar, çarşılar, ağaçlar, denizler, kuşlar, vitrinler, lunaparklar, tarlalar, ırmaklar boyu… ne varsa bizi kuşatan, her şey, bir sonluluk içerisinde, insanın o büyük kaotik varoluşunu dokur durur. İşte bu karmaşa ya da çözümsüzlüktür insanın sonsuzluğu. Bu karmaşadır bizim biricikliğimiz. Biz bu çözümsüzlükten alırız alacaklarımızı, bu çözümsüzlükten veririz, vereceğimiz ne varsa. Cansever bunu bize en iyi duyuran, bize çözümsüzlüğümüzü sevdirebilen birkaç büyük şairden birisidir: “Siz büyük duygucular/ Neler anlatacaksınız bitiminde bu yazın/ Bir gün anlatın/ Biz yetindik başlangıcıyla/ Daha anlatılmayanı anlattık/ Daha hiç yaşanmayanı yaşadık.” (İlkyaz Şikâyetçileri) YALNIZLIK... Cansever şiirinin en temel izleklerinden birisi olan yalnızlık, gerçekte kalabalığın öteki adı, görünümlerinden birisi, kalabalığın insan ruhu üzerindeki doğal bir uzantısıdır. “İnsanın insana verebileceği en değerli şey/ Yalnızlıktır” (Kirli Ağustos) derken, kısa bir süre sonra döner “Ve okuyorum yıllardır bütün yalnızlıkları/ Okuyorum da/ Kuş olsun, insan olsun/ Yalnızlık sevmesini bilmeyenlerin icadı” der. (Sonrası Kalır) Bu bir çelişki değildir. İnsanın iki duygu durumunun aynı kaynaktan doğduğunun, aynı yaşantıda can bulduğunun çok olağan bir resmidir: Çağdaş hayatın çok doğrulu ve çok yüzlü resmi. Her bir yüzünde insanın bir başka hevesi, bir başka hayıfı ışır durur. Yalnızlık da kalabalık da insanda aynı üşüme hissini uyandırır. Ancak bu his yıkıcı değildir. Ne kadar şikâyet edilirse edilsin, ondan, varoluş adına gizli ve derin bir haz alınan, bir çoğulluğa, oradan da yapıcılığa ulaşılan bir yaşama deneyimidir. Ne yazık ki bu deneyim hiçbir zaman tamamlanmaz. Cansever özellikle istemez, yalnızlıkla kalabalığı bir uyuma, bir tamlığa ulaştırmayı. Böyle bir nokta ölüm noktasıdır. Her ikisi de ancak yarım olmakla öteki için bir değer ifade eder. Hayatın sürmesi, dahası yenilenerek sürmesi bu yarımlıkla ancak mümkündür. Küçücük bir ek: Yalnızlıktan murat, insan kalabalığı değildir yalnızca. Cansever, ‘hiçbir anlam içermeyen’ doğanın nesnelerinden de ‘bir varoluş hüznü’ olarak süzer yalnızlığı: “Yağmur yağmur yağmur/ Uçsuz bucaksız bir deniz/ Anısız, sonrasız, biz bizeyiz/ Devinimsiz bir yüz gibi terlemekte zaman.” (İlkyaz Şikâyetçileri) “Oysa ben yaşamaktan da yoğun/ Bir sıra yalnızlıktan bir alkolik çocuğum.” (Kirli Ağustos) Ya da şu dizeler: “İçelim ey cüceler, içelim/ Vaktimiz var nasılsa/ Doğacak yeni acılar için.” (Kirli Ağustos) Alkol ve otel… Ortak algıda, herkesin dünyasında güçsüz bir kaçış, çaresiz bir sığınak olan bu Ë Şükrü ERBAŞ ana bile abartılı gelen bir cümleyle başlamak istiyorum: Bugüne kadar fotoğrafını ve/veya kendisini gördüğüm şairler içinde, iki şairin yüzüyle şiiri arasında acı bir uyum bulmuşumdur: Edip Cansever ve Metin Altıok. Bu sözüm için akli bir açıklama beklenmesin. Sevdiğim pek çok arkadaşımın yüzünü hapsedecek bir söz söylüyorum, farkındayım; ama kalbim böyle diyor. Yazdığı her şiirle yeniden şekillenmiş bir yüz. Baktığı, gördüğü her şeyin tortusundan yapılmış bir yüz. Geçtiği her yerde bir parçası kalmış bir yüz… Şiirle yüz durmadan birbirinin içinden doğuyor ve birbirinin içine gömülüyor. “Ah, acısız boğulabilir insan” (İlkyaz Şikâyetçileri) Öyle sanıyorum ki Edip Cansever şiirinin temel sorunsalı, bir çığlık halinde bizi sarsalayan bu yaşama algısı, bu insani paradoks, bu çaresiz seçimdir. Ondaki yaratıcı, yıkıcı ve kurucu gücün çıkış noktası, dünyadaki her şeyi bir uzaklığa yerleştiren, bir hayıf duygusuna dönüştüren, bir çeşit yabancılaştıran ve ancak bu şekilde sevme imkânı bulan bir mutsuzluk bilincidir. O, Cioran’ın dediği gibi ‘sağlıkta değil, hastalıkta yaşama belirtisi olduğunu’ çoktan bilir. (Çürümenin Kitabı) Ve yine çoktan bilir, bilmekten de öte yaşar ki, herkesin mutluluk dediği ‘alışılmış bir kötümserlikti’r. (Kirli Ağustos) Çok daha önce, Tragedyalar’da şöyle seslenecektir bize: “Bu dünyada ağrı var/ Ağrıdır unutulmak, korkular/ Çaresizlik bir ağrı/ Ve göğün sürüleri bu ağrıdan kopmuşlar/ Yeryüzü bundan böyle dağınık.” (Tragedyalar) Edip Cansever’de dış dünyaya ilişkin her B iki gerçek, bu iki geçici zaman, Cansever’de, neredeyse sürekli bir yabancılaşma imgesidir. Birisi içerden süren, öteki görünürde dışarda sürüp giden iki mekândır ve her iki mekân da binlerce kişiyle doludur. Bir başka deyişle, alkol ya da otel, sığındığımız hangisiyse, orada bizi karşılayan, kaçtıklarımızdır. Daha doğrusu kaçtığımızı da alıp gitmişizdir: “Ölüler dirilirdi. Çıkamazdım ki otelden/ Ben otelden hiç çıkamazdım ki/ Her şeyi bilen bir adam gibi gelip geçerdi/ Kış/ Ve hayaletler halinde yaz sürüleri/ Gündüz ve gece/ Gece desem gece, gündüz desem gündüz/ Ve desem ki, sonuncu günü/ Dünyanın insan eliyle yaratılmasının/ Sonuncu günü/ Koridorlardan geçerdim// Koridorlar ki uzun desem uzun, kısa desem kısa/ Aslında bana göre bir şekil/ Bir monolog da diyebilirim buna, içinde bir konuşma ürpertisinin yer aldığı/ Kelimeleri olmayan bir yazı türü belki de.” (Kirli Ağustos) Bir uğultu halinde insanın üzerine çöken bu farkında olarak yaşama azabının, görünürde yeni bir imkânla biraz hafifletilmesi, yeni bir mekânla ağırlığının azaltılması, dolayısıyla bir sevme denemesi, kısaca yaşama geri dönüş için birer simyadır her ikisi de. Alkol ve otel, bir iç konuşma diline, dış gerçekliğin içte bir uzantısına dönüşür Cansever’de. O, “bir çalgı başında nota yapraklarını/ Çeviren biri gibi/ İçiyorum sadece” der. (Oteller Kitabı) Bunu, devrilen bardak sayısı olarak algılamak kolaycılık değil, bilisizliktir. Burada görülmesi gereken, uyumsuz bir dünyanın harf harf bir başka dile çevrilmesidir. Herkesin gizliaçık bir sakınımla yaşadığı ve en fazla kekeleyerek dile getirdiği bu iki gerçeklik, öyle inanarak ve çok işlenir ki, giderek bir mite dönüşür. Kalabalığa tekrar dönebilmek için kalabalıktan arınma mitine; yaşamı bunca değerli kılan, onun mayasındaki ölümü sevebilme mitine; alkolü ve oteli bir karşı dünya olarak kurma mitine… ÖNEMLİ İKİ UĞRAK Kilise ve genelev, Cansever şiirinin çok önemli iki uğrağıdır. Her ikisi de hem şair için hem bizler için tam bir arınma imkânıdır. Birinden çıkılıp ötekine gidilmez ama her ikisine de küçük düşürülmüş, kirlenmiş, haksızlığa uğranılmış, gürültü ile sakatlanmış soğuk bir ‘dışarı’dan gidilir. Her ikisinde de iki büyük yalnız vardır. Birisi, tanrısı tarafından yalnız bırakıldığı bir zamana çivilenmiş bir sevaptır (İsa), öteki, yaşadığımız zamanın dışına toplumun çivilediği bir günahtır. İkisi de gelen ziyaretçi sayısı ile her gün biraz daha uzaklaşır insan olmanın acısından ve sevincinden. Her iki mekân da bizi mazlum olarak kabul eder, iyilik duygusu esinler ve kaçarak geldiğimiz dışarıyı yeniden sessizce sevdirir. Çünkü her iki mekânda da yaşamak kutsal bir yalnızlık gerektirir. Dayanılmaz bir edimsizliktir bu. Oysa biz insanız ve buna dayanamayız. Geliriz, arınırız, kırılmaya ve kirlenmeye yeniden döneriz. “…/ Kaçırıp bakışlarımı kirli dizkapaklarından/ Ve çürüklerle dolu bacaklarından/ O biçimsiz daracık alnını/ Katmasam mı hesaba/ Ve aldırmasam mı hiç/ Çenesindeki yapma bene/ Ah nasıl da Noel çanları çalmakta dışarda/ Taksim’de bir kilisede ya da Tarlabaşı’nda/ Yapabilir miyim istesem.” (İlkyaz Şikâyetçileri) İçkili bir yer. Bütün anlatım bir hayat kadınını ve kaçamak bir ilişkiyi imliyor, önceliyor. Bir çeşit günaha girme arzusu. Tam bu sırada dışarda bir yerlerde kilise çanları çalıyor. Bu, yaşantıda gerçekten ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 953 SAYFA 24
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle