24 Nisan 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Yalnız insanlar değildir ölümlü olan, kentler de ölür. Bir bakarsınız köşe başındaki o ev yıkılmıştır. Alışveriş yaptığınız bakkal kapanmıştır. Oralara bakışınızın anlamı kalmamıştır. Oysa nice yapılarla, o yapılara, yollara kişilik kazandıran insanlarla iletişim içindeydiniz. Varlığınızın nedeni, yaşamanızın anlamı nice ilişkiler yumağında biçimleniyordu. Mustafa Şerif ONARAN Değinmeler Ç ocukluktan yaşlılığa doğru yıllarca yaşadığımız bir kenti yazmak kolay mı? Artık anılar bile anlamını yitirmişse, bir kente nasıl bakacaksınız? Bir kent evleriyle, çarşılarıyla, yollarıyla mı yaşar; oralara can veren insanlarıyla mı? Yalnız insanlar değildir ölümlü olan, kentler de ölür. Bir bakarsınız köşe başındaki o ev yıkılmıştır. Alışveriş yaptığınız bakkal kapanmıştır. Oralara bakışınızın anlamı kalmamıştır. Oysa nice yapılarla, o yapılara, yollara kişilik kazandıran insanlarla iletişim içindeydiniz. Varlığınızın nedeni, yaşamanızın anlamı nice ilişkiler yumağında biçimleniyordu. Öyle insanlar yaşamıştı ki, onları anmadan bir kenti yazmak olanaksızdı. “Kalpaksız Kuvvacı” diye anılan Ceyhun Atuf Kansu da Ankara’nın simgesi sayılırdı. Bir kenti yazmak BİR SESİN YANKILARI Ceyhun Atuf Kansu’nun evi Konur Sokak No. 27’deydi. “Edebiyatçılar Derneği”nde sorumluluk aldığım yıllarda, giriş kapısının yanına pirinç bir levha çaktırılmış, “Şair Ceyhun Atuf Kansu Bu Evde Yaşamıştır” diye yazılmıştı. Belki de o pirinç levhayı altın sanan bir açıkgöz (!) çalmıştı. Ama o evdeki duvarlara sinen Ceyhun Atuf’un anısını çalamazlar. Kapıdan girince, hemen karşıdaki odada çalışırdı. İşlek bir yazısı vardı. O da, elle beyin arasındaki akımın gücüne inanırdı. Tıbbiye yıllarından arkadaşımız Nuran Hariri’nin sesi güzeldir. Nerden açıldı da, Türk Dili dergisinin Yazı Kurulu’nda Yunus ilahileri okudu! O zaman Ceyhun Atuf Kansu, “Ben ölürsem mevlidimi Nuran Hanım okusun” demişti. Ege Tıp Fakültesi’nde Fizyoloji profesörü olan Nuran Hariri Ankara’ya gelmiş, Ceyhun Atuf öldüğünde, Konur Sokağındaki evde, mevlidini okumuştu. O ses duvarlarına sinmiş olmalı. Ceyhun Atuf’un ruhu evi dolaşıyorsa, o sesin yankılarını duyuyor, o ses, belki de ruhunu dinlendiriyordu. O ESKİ SİNEMALAR O zamanlar Işık Kansu çocuktu. Ceyhun Atuf oğlunu, Sakarya Meydan Savaşı’nın yönetildiği Alagöz köyündeki, Mustafa Kemal’in savaşı yönettiği eve götürdü. Böyle anılarla beslenen çocuk belleği bir kente bakarken Kurtuluş Savaşı’ndan izler arayacaktır. “Kent denen o lekeli, kirli çıkı, haspa, ikiyüzlü insan topağına” katlanmak giderek zorlaşacaktır (Karga Uçuşu). Işık Kansu, oğlunu bir açık hava sinemasına götürecek, günün olanca yorgunluğunu duyup içi geçerken, oğlu, çizgi filmin tadını çıkaracaktır: “Bir yandan gazozunu boğazının boğumlarında guluklatırken diğer yandan patlatılmış mısır torbasını büyük bir hazla hışırdatıyordu. Sinemada gazoz içmek ayrı bir kültürdür zaten” (Sinemadan Sinemaya). Bir kenti yazmak oraya anılardan bakmayı gerektirir. Artık ne eski açık hava sinemaları kaldı, ne yüzlerce kişilik kapalı sinemalar: “1960’lı yılların Bahçelievleri’nde, Karakol Durağı’nda, karakolun tam karşısında bir açık hava sineması vardır: ‘Zevk’ sineması. Tahta sandalyeli, yeri ıslatılmış toprak kokulu, tepesi on binlerce, yüzbinlerce yıldızdan tenteli.” Artık gecekondulara bile televizyon girince büyük sinema salonları tek tek kapanmaya başladı. Alışveriş Merkezleri’nin içinde, 3040 kişilik küçük salonlarda toplu sinema ortamları oluşturuldu. O eski sinema kültürü de silinip gitti. Artık o buz gibi “Ilham” gazozları da tarihe karıştı. “Üç türü vardı: “Kırmızı” yani “vişneli”, ‘sarı’ yani ‘limonlu’, bir de ‘beyaz’ doğal olan...” Bir kenti yazmak, biraz da çağsama dediğimiz geçmişe özlemle kente bakmak anlamına geliyor. BİRTAKIM İNSANLAR Ankara gibi bir kenti anımsarken o kentin kültür dokusunu oluşturan güzel insanları unutmak olanağı var mı? Rükzan Günaysu, TED Ankara Koleji’nden Işık Kansu’nun edebiyat öğret GÖLGESİ ÇALINAN AĞAÇLAR Işık Kansu, anıların izini sürerek, küçük değinilerle bakıyor Ankara’ya (Akasyalı Sokaklar, Ulus Dağı Yayınları, Aralık 2007). Dürüst olmanın erdem sayılmadığı bir toplumda yaşıyoruz. Kalemini kiralayarak iyi kazanç sağlaması söz konusu olan bir yazarın dürüst kalmasına acıyan gözlerle bakan, kiralık kalemler sarmış çevremizi. Işık Kansu, görmesini bilen bir gazeteci olarak, ince çirkin olayların içinde yaşadı. Kendinin gerisine çekilip, öfkelenmeye gerek duymadan, yavaşça söyledi gerçekleri. Daha da etkili olmasını bildi. Ankara’yı yazarken duyduğu sorumluluğu şöyle anlatıyor: “Giderek yalnızlaşan bir kavgadır artık yaşam. İş yaparken aslında kendinle, gölgenle didişirsin en uzun mesaide. Geçen dakikalar ısırır, üzerine eğildiğin tuşlar parmaklarını içten içe kanatır, beyninde bin bir düşünce, sorumluluk, görev, yükümlülük. Mahmuzlayamazsan içindeki atı, yılkıya bırakılmışsındır, bil” (Otobüste Uyanmak). Akasya ağaçlarının gölgesinde geçen mutlu bir çocukluk olsa da, yorgun bir düşünceden bakılır Cumhuriyetin başkenti Ankara’ya. Yahya Kemal Beyatlı’nın İstanbul’a bakışında; bir dünya başkentinin, düşlem gücümüzde çoğalan coşkusu vardır: “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.” Işık Kansu’nun Ankara’ya bakışında; devrimci simgelerin giderek yozlaştırıldığı, “Milli Mücadele Ruhu”nun unutturulmaya çalışıldığı bir kent vardır: “Ankara, kimilerinin son yıllarda küçümsemeye çabaladığı, pörsük, içine dönük, hep gıllıgışlı işlerin döndüğü bir kent değil, ‘bağımsızlığın’ simgesidir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın en çetin kararlarının verildiği, küçücük balkonuyla Ulus Meydanı’na bir Kuvvacı kalpağı gibi selam veren ilk Meclis binası, bu savımızın hem kanıtıdır, hem de kalıtı” (Ankara Hem Yazılır, Hem Yaşanır). O ilk Meclis binasını yaşatan ruh eski coşkusunu koruyor mu? SAYFA 26 menidir. Yaratıcı bir öğretmendi Rükzan Günaysu. Sanat Sevenler Derneği’nde “Ayın Şiiri” toplantılarını düzenlerdi. “Edebiyat Evleri”nin kurucularındandı. Ne de olsa İzmir’in ünlü edebiyat öğretmeni Esat Çınar’ın yeğeniydi. Bir zamanlar Ankara derken bir kente anılardan bakmak gerekir. Akasya artık yalnızca bir ağaç olmaktan çıkar, Ankara’nın simgesi olma özelliğini kazanır. Işık Kansu, kızına Akasya adını verir. “Akasyalı Sokaklar” artık o gölgeli sessizliğini yitiriyorsa, hızla değişen zaman, o yeşil serinliğe katlanamadığı içindir. Cumhuriyetin başkentinde öğrenci eylemleri başlamıştır. Birtakım kirli eller devrimci yazarları öldürmeyi alışkanlık haline getirmiştir: “Ocak aylarının sonu Adalet ve Demokrasi Haftası ile geçer Ankara’da. ‘Uğur Mumcu’nun ‘sesleniş’ini seslendirirler. Hep birlikte dinleriz, bir top çiçek gibi” (Hem, Hep, Hiç...). Her yazarın kendine özgü bir ortamı, kendine özgü insanları var. Onlar olmadan kente bakmak, kenti yazmak kolay mı? Işık Kansu, biraz da Ceyhun Atuf’un gözüyle bakıyor Ankara’ya: ondaki Kuvayi Milliye ruhunu özleyerek. Kent, yaşayan bir varlıksa, birlikte yaşadığımız insanların anıları unutulmadığı içindir. Metin Altıok da aynı özlemi duyar: “Ama kentler biraz da insanlardır. Bugün içinde o güzel insanların yokluğunun burukluğu var. Yoksa yine dost ve barışığım Ankara’yla” (Şiirin İlk Atlası, Ankara, Kırmızı Yayınları 2007). Metin Altıok’un anımsadığı kişiler Işık Kansu’nun da özlediği kişiler olmalı: “Zaman zaman soruyorum kendime; nerde Cemal Süreya? Bir Ankara Prensi olan Cemal Süreya nerde şimdi? Hani Haluk Tuncalı, Celal Atik hangi dipsiz kuyuda? Ya o fırtına adam Ekrem Koçak nereye gitti ve ne oldu ‘Tavukçu’daki öğle rakılarına? Coşkularım tarazlandı benimse, umudumda güve yenilikleri, pas kokuyor aşklarım ve artık patlak bir tefle dolaşıyorum elimde Ankara sokaklarını” (Ankara). ATLARIN TERKİSİNDE Kentler kötücül bir ur gibi yayılıyor. Eskiden Ankara avuç içi kadar bir yerdi. Şimdi Ankara’nın batısındaki Sincan ayrı bir kent gibi. Gene de herkesin kendince tanıdığı bir ortam var. O ortamda tanıdığı bir dünya var. Kendine özgü birikimle, inandığı dost insanların gücüyle, çıkar ilişkilerindeki yapaylığa düşmeden bakıyor kente. Işık Kansu kısa değinilerle anlatıyor Ankara’yı. Değinip çekilirken düşlem gücümüzde çoğalıyor Ankara. Soyut bir resim gibi yeni boyutlar kazanıyor. “Gökdelenin Ziya Gökalp Caddesi’ne bakan yüzünde demirden ve çelikten bir figür duruyordu. Kimse bir şeye benzetemezdi o figürü. Oysa çocuklar, çocuk halleriyle bile bir anlam katarlardı Kuzgun Acar’ın soyut figürüne. Bana, koşan atlılar gibi gelirdi örneğin” (Atlılarım...). Yoksa Ceyhun Atuf’un pirinç levhasını yürüten gibi; sanattan uzak bir belediye anlayışı, Kuzgun Acar’ın soyut figürünü söküp attığı da; oradaki atlılar, Yaşar Kemal’in güzel insanları gibi, Ankara’yla bütünleşen o insanları, atlarının terkisinde, anıların derinliğine mi götürdüler?? KİTAP SAYI 943 Öyle insanlar yaşamıştı ki, onları anmadan bir kenti yazmak olanaksızdı. “Kalpaksız Kuvvacı” diye anılan Ceyhun Atuf Kansu da Ankara’nın simgesi sayılırdı (üstte). O günkü adıyla Hâkimiyeti Milliye olan Ulus Meydanı’nda bulunan Zafer Abidesi, Yeni Gün Gazetesi sahibi Yunus Nadi Bey’in önderliğinde Türk ulusunun maddi katkılarıyla yaptırılmıştır (sağda). CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle