29 Mart 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥‘suda gezen adacıklar’ (Yıldız Ecevit’in tanımı) benzeri parçalı anlatımlarla okuru yörüngesiz bir algı serbestisine teşvik ettiğini biliyoruz. “Hangisi doğru yaklaşımdır?” dersek, çağın ‘doğru/yanlış’ karşıtlığını aşma özlemi’ne denk düşmeyen bir soru sormuş oluruz. Ancak, zaman ve hayat aynen doğada olduğu gibi, sanatta da birbirinden çok farklı uçlara uzanan açılımları harmanlayarak, evrime hizmet eden işlevsel bir yanıt oluşturacaktır. Kemal Kuray uçak kazasından sonra Ankara’da genelkurmayın özel tercüme bürosunda geri hizmete alınır. Romanın oyun kurucusu, gizem figürü Suat, Kemal’in emrindeki yedeksubaylardan birisidir. Personel dosyasındaki bilgilere göre, bilgisayar ve edebiyat dallarında çift diplomalıdır; NewYork’da teknoloji danışmanlığı yapmaktadır. İki adam Ankaraİstanbul otobüs yolculuklarında pek konuşmadan sessiz bir dostluk geliştirirler. Romanın ikinci hikâyesinde anlatılan Suat, varsıl Türk baba ile, Serafad musevisi bir annenin oğludur. Bu hikâye Suat’ın ikizi Fuat tarafından anlatılmaktadır; roman boyunca labirent köşelerinden ansızın ortaya çıkıveren karakterlerin her birisi daha ilk karşılaşmada Kemal Kuray’a tüm yaşam öykülerini bir solukta anlatacaklardır zaten. Suat askerlik sırasında iyiliğini gördüğü üsteğmenine gizem dolu bir mektup ve yepyeni bir hayat gönderir. Ayda beş bin dolar sabit gelir garantili 2,4 milyon dolarlık bir fon, restore edilmiş eski yapı bir Balat apartmanında Haliç manzaralı bir daire bağışlanmıştır Kemal’e. Kemal geçmişiyle tüm bağlantılarını keser. (Babasıyla bağlantıyı kestiği sahne kısa olmasına karşın romanın en duygu yoğun bölümlerinden biridir. ) Kemal anahtarı çevirip yeni hayatına girer. Sihirli bir el evi donatmıştır. Minimalist mobilyalar, dünyanın en iyi müzik sistemi, Kemal Kuray’ın tutkunu olduğu üç bin klasik müzik CD.si, bir ‘kitapçoksever’i sarhoş edecek yapıtlarla kurulmuş muhteşem bir kütüphane ve Haliç manzarası… Ve elbette, Edgar Allan Poe… Edgar Allan Poe’nun akıl, gizem, yıkım, ölüm, tutku sarmalında dolanan kahramanları iç dünyalarında her şeye rağmen örselenmemiş, masum bir yer arayışındadırlar. O masum yer aşktır, ‘Anabel Lee’dir. Bir Poe figürü olan Suat, yoluna dizdiği yönlendirici şifrelerle aşkın izini sürmesini, öyle bir yerin varlığını kanıtlamasını istemiştir üsteğmen Kemal’den. “Senelerce senelerce evveldi / Bir deniz ülkesinde / Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz İsmi Anabella Lee, / Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten / Sevmekten başka beni.” Melih Cevdet Anday’ın aslını aşan nitelikteki çevirisiyle dilimize kazandırdığı Poe dizeleri hüzün, masumiyet ve sevgi ile örülmüş bir deniz feneri değil midir zaten? Çok yönlü anlatımlardan oluşan ‘Senelerce Senelerce Evveldi’ romantik ve melodramik kalıpları kullanmadan gri mürekkeple yazılmış, farklı bir aşk romanı aslında. Sevme ve sevilme gereksinimi, postmodern zamanların tek kişilik hayatlarında biriken paylaşım gereksinimi yüzeydeki nesnel hayatın altında içine girmeye cesaret edilemeyen bir ırmak gibi usul usul akıyor. Panoramayı çizmeye devam edelim: Balat’taki evin alt katında yalnız yaşayan Prof. Ali Uzelli ile Ester Ventura’nın 1950’lerde başlayıp, günümüze dek uzanan aşkı, romanın eksenini oluştuCUMHURİYET KİTAP SAYI 943 ran ve diğer yan hikâyeleri doğuran ana hikâye. AngloAmerikan edebiyatını iyi bilen Selçuk Altun yan hikâyeler, ayrıntılar ve farklı yaşamların her birisi kendine özgü dinamikleriyle sıkı bir doku oluşturmuş; ağır işlemeli bir brokar kumaş veriyor okurun eline. Bu nedenle, romanın olaylarını tek tek özetlemeye kalkışmak, bütünü eksiltmek gibi bir tuzağa düşürebilir bizi. KENTLER, KASABALAR, SEMTLER Selçuk Altun kentlerin, semtlerin, kasabaların ruhunu yansıtmış yapıtına. ‘Zaman bekçisi bir semt’ olarak niteleyebileceğimiz ‘Balat’, beş yüz yıl önceki göçmenleri Musevilerden, yeni göçmenleri Kastamonululara bir sosyoloji laboratuvarı gibi toplumsal değişim süreçlerini sergiliyor. Değişime uzak duran Mahmudiye’nin dinginliği, Tirebolu’da gecekondu apartmanlar arasında direnen Rum Pontus ruhu, Ayvalık’ın zeytin ağaçları arasından esen mitoloji yüklü rüzgârı, Boston ve New York’un şematik hayatları, Baltimor’da dünya edebiyatına getirdikleriyle hiç yaşamamış ve her an yaşamakta olan bedenötesi bir varlık düzeyine erişen Poe’nun mezarı… Bunların hepsi tamam ama; iki efsane şehir, İstanbul ve Buenos Aires bu romana damgasını vuruyor. Binlerce yıllık köklere sahip kadim İstanbul ve kökleri kesilmiş göçmenlere kucak açan iki yüz yıllık ‘Güzel Havalar’ şehri Buenos Aires... İstanbul’da Z. Mezarlığı... Buenos Aires’te Recoleta Mezarlığı... Mezar taşlarına sinen yaşam biçimlerimiz.... Binlerce kilometre uzakta, pasajlarında İstanbul’u duyumsatan çarşılar... İspanyolca uğultunun içinden ansızın İstanbul şivesiyle ışıldayan Türkçe... İzmir’in Alsancak semtini anımsatan apartmanlar... Eczaneden çok kitapçısı olan bir kent... Uzak kentlerin savurduğu hayatlara kucak açan, güzel havalar kenti Buenos Aires... Fırtınalı bir hayat süren ve sonra ortalardan yok olan Ester Ventura’nın izini sürerken, tango eşliğinde Latin insanını, Borges’in çalıştığı kütüphaneyi, oraların sahaflarını, Latin ruhunu ve azınlıkların tükenmeyen gurbet sızısını hissedebiliyoruz. ‘Yetmiş iki buçuk millet’, derdi annem, şimdilerde ‘mozaik’ deniliyor. Osmanlı topraklarına, en çok da İstanbul’a beş yüz yıl önce döşenen taşlar, son elli yılda tek tek sökülüyor yerinden. Ya sınır dışına fırlatılıyor ya da yabancı bir maddeymiş gibi alınıp mikroskobun altına konuluyor. Mozaiğe yönelik abartılı dışlamalar, abartılı yüceltmeler ‘kadim’ sıfatını çekip alıyor İstanbul’un elinden. Selçuk Altun’un romanındaki karakterler çok dilli, çok dinli, gerçekten yetmiş iki buçuk milletten: Beyaz Rus, Çerkez, Tatar, Ermeni, Musevi, Türk, Rum... Ama; ne yüceltme, ne azaltma var, hepsi yalnızca insan. ‘Sürekli haksızlığa uğrayan’ ya da ‘sürekli haksızlık yapan’ bölümlere ayrılmıyorlar. Selçuk Altun onca kabulü, onca paylaşımı, onca nesli barındırıp yaşatan (bazılarını çok iyi yaşatan) olanakları yok saymadan, nesnel bir tutumla yapıyor mozaiğin bozulmasına karşı eleştirisini. HİTCHCOCK BENZERİ Alfred Hitchcock’un filmlerinin bir sahnesinde görünüp kaybolmasını andırır biçimde, Selçuk Altun da romanının içinde üç dört kez görünüp kayboluyor. Birçok karakteri barındıran, bulmacalı bir roman ‘Senelerce Senelerce Evveldi’. ‘Merak’ unsuru son sayfaya kadar canlı kalıyor. Yazarın müzik ve edebiyat konusunda sunduğu perspektif, okuru yan okumalara, yeni kitap ve CD.ler almaya, bu dünyaları keşfetmeye kışkırtıyor. Öte yanda, varsıl hayat sürenler için, dünyanın pek de gözde büyütülmemesi gereken, her an, her köşesine ulaşılabilir bir yer olduğunu; dünyanın ‘kazanan bireyin’ avucuna sığabildiğini görüyoruz. Uzaktan bakmakla, avucunda tutmak arasındaki algı farkını duyumsuyoruz. ‘Senelerce Senelerce Evveldi’ bu yönüyle gerçekten yeni bir düzlem koyuyor önümüze. Roman çok geniş bir coğrafyada, farklı milletlerden, farklı etnik kökenlerde, farklı yaşlarda karakterlerle ilginçleşirken, dil kullanımında buna denk düşen bir farklılaşma gözlemlenmiyor. Yazarın belli bir etki oluşturmaya yönelik bilinçli bir tercihi olabilir bu elbette ama; yine de, karaktere özgün bir dilin kullanıldığı Ermeni gümüşçü Dikran’ın öyküsü, bana en çok tat veren bölüm oldu. Yüzeysel bir okumayla üstesinden gelinemeyecek, yoğun nitelemelerle yüklü, sıkı, özgün bir cümle yapısı var Selçuk Altun’un. Yabancı bir dili çok iyi bil menin ölçütü, kendini o dilde düşünürken yakalamak ya da o dilde rüya görmekmiş. Yabancı dil bilmenin, ana dildeki cümle yapısını etkileyip etkilemediği dil bilimcilerin konusu kuşkusuz ama; Enrique VilaMatas’ın ‘Bartleby ve Şürekası’ adlı yapıtında yer alan ret yazarlarından Hofmannstahl’a göre, İngilizce öğrenmek, Latin Amerikalı yazarın aklını karıştırmıştır. Bu, iletişim devrimi öncesine ait bir saptama kuşkusuz. Oysa şimdi dünya çok hızlı dönüyor, hıza koşut yeni dengeler , yeni olasılıklar ortaya çıkıyor. İİ Halk Kütüphanesi’nden her hafta bir kitap ödünç alıp okuduğumuz zamanlar anılarımızda capcanlıyken, şimdi binlercesi bir tuş mesafesinde bekliyor. Bu girdaplı dönemde, sanat direniyor . Edebiyata, yazıya tutunarak insan zihninin (düşünebilme yetisinin) çıtasını iyice yukarı çeken Edgar Allan Poe iki yüz yıldır dünya edebiyatındaki belirleyici rolünü sürdürüyor örneğin. Selçuk Altun da ‘Senelerce Senelerce Evveldi’de zamana dirençli sanat yapıtlarının rehberliğinde, zamana direnebilen aşkların izini sürüyor; aşkın, dünyanın her yerinde, dil din ırk farkı gözetmeksizin, ekonomik, sosyal, ideolojik ve entelektüel boyuta filan aldırmadan insanların yaşamını belirlediğini roman gerçekliği içinde gösteriyor. Ezelden, ebede insanı var eden ‘o şey’in değişmeden kalmasının, ‘varoluşun’un ‘hız’a karşı kazandığı bir utku olduğunu düşünüp, seviniyorum; sonra, dizeleri yineliyorum içimden: “Senelerce senelerce evveldi / Bir deniz ülkesinde / Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz ismi Anabella Lee, / Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten / Sevmekten başka beni.” (…) ? Senelerce Senelerce Evveldi/ Selçuk Altun/ Sel Yayıncılık/ 238 s. Selçuk Altun da ‘Senelerce Senelerce Evveldi’de zamana dirençli sanat yapıtlarının rehberliğinde, zamana direnebilen aşkların izini sürüyor; aşkın, dünyanın her yerinde, dil din ırk farkı gözetmeksizin, ekonomik, sosyal, ideolojik ve entelektüel boyuta filan aldırmadan insanların yaşamını belirlediğini roman gerçekliği içinde gösteriyor. Ezelden, ebede insanı var eden ‘o şey’in değişmeden kalmasının, ‘varoluşun’un ‘hız’a karşı kazandığı bir utku olduğunu düşünüp, seviniyorum. SAYFA 19
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle