Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? yahat aşkı ile dolu sol eğilimli Amerikanlardı. Bizim gibi özgürlüklerine kavuşmak için İstanbul’a gelmişlerdi. Günümüzde neredeyse dünyanın her şehrinde rastlanabilecek göçmen gruplara hiçbir şekilde benzemiyordu bizim topluluğumuz. İstanbul’un sanatçı ve yazarları ile güçlü bağlarımız vardı ve şehrin köklü tarihine derin, bazen saf bir takdir besliyorduk. Çevremizi saran güzellik bazen bizleri “zamanın dışında” yaşadığımıza inandırıyordu fakat gerçek farklıydı. 1960’ta Soğuk Savaş’ın henüz ortalarındayken biz Boğaz’da yaşayanlar olan bitenleri en ön sıradan izliyorduk. Her iki tarafın casusları tarafından takip edilen Sovyet ordusu, evlerimizin önünden bir ileri bir geri geçit yapıyorlardı. Bu casusların çocuklarının bir çoğu arkadaşımdı ya da aynı sınıfta öğrenim görüyorduk. Bununla beraber konsolosluğun soğuk savaşçıları ailemin bohem partilerine katılıyordu. Genellikle komünist belledikleri Robert Kolej mensuplarına kuşkuluydular. Sovyetler Birliği görevlileri söylentileri duymuşlardı ve bizi mutlaka tanımak istiyorlardı. Böylece (davet beklemeden) onlar da ailemin partilerine katılmaya başlayacaklardı… Bu casusların çalışmalarını nasıl sürdürdüklerini bilmiyordum, halen de bilmem. Fakat dürbünlerinin neye benzediğini ya da ne çeşit burbon içtiklerini bilirim. Ayrıca çocuklarıyla sessiz bir iletişim kurduklarını görürdüm. Romanımda bu sessizliği yırtmak istedim. Bu anlamda beni kışkırtan, babası Amerika büyükelçisi olarak pek çok ülkede görev yapmış bir arkadaşımdı. Kendisine CIA dökümanlarını açığa vuran bir web sitesini gösterirken pencereden dışarı bakmış ve şöyle demişti, “Babama asla sormayı beceremediğim soru şuydu: 1976’da Guatemala’da ne haltlar karıştırıyordunuz?” Bu olay beni düşünmeye sevketti. Yurtdışında büyümüş pek çok Amerikalı gibi, ülkemin talihsizlikleri, özgürlük adına açık ve gizli sürdürülen savaşlar için büyük bir utanç yaşadım. Fakat en azından, bu ayıbı açıkça paylaşan bir ailede büyüdüm. Merak ettiğim şey, babaları gerçek (ve daima sessiz) soğuk savaşçılar olan sınıf arkadaşlarım da benim gibi mi hissediyorlardı? Beynimde bu soru ile düşüncelerimde 60’ların sonuna geri döndüm. Arnavutköy’de (daha sonra Robert Akademi ile birleşip bugünün Robert Koleji’ne dönüşecek) Amerikan Kız Koleji’nde öğrenci olduğum günleri düşündüm. Yaşça benden biraz büyük bir grup zeki kız beni kültürel emperyalist olmakla suçlayıp kızdırıyorlardı ve o günlerde şakadan pek anlamadığımdan onların sevgiyle takılmalarını ciddiye alıyordum. Ailemin Vietnam’daki savaşa karşı olduğunu söylemeye çalışıyorsam eğer, lafı değiştirip babamın ve arkadaşlarının Türk öğrencileri eğitmekten ziyade onların beyinlerini zehirlediklerini, benim bile başlı başına ülkeyi kirlettiğimi söylüyorlardı. 1971 darbesinde bu kızlardan biri hapse girmemiş olsaydı, bu sözler belki bende hiçbir iz bırakmayacaktı. Kızlar, bugün bile gizemi çözülememiş o vahşi sandık cinayetine karışmışlardı. Maocu bir örgütten bir grup Boğaziçi öğrencisi işin içindeydi. SözCUMHURİYET KİTAP SAYI süz bir anlaşma ile, darbeden kısa süre sonra, jurnalci olduğuna inandıkları bir arkadaşlarını öldürüp parçalayıp bir sandığa koymuşlar. Sandığı iki kıza bırakıp ondan kurtulmalarını istemişler. Kızlar bunu beceremeden yakalandılar. Olayı izleyen cadı avında, kızların sınıf arkadaşlarının çoğu nezarete alındı ve sadece bir kişi serbest bırakıldı. Bu da cinayetin bir bahane olduğu ve bir tür geri kalan öğrencileri yok etme programına devam edildiği anlamına geliyordu. Cinayetin gerçekleştiği dönemde Harvard Üniversitesi’nde öğrenciydim. Olay üzerine doğru dürüst haber yapılmamıştı. Bu nedenle ancak 70’lerin ortasında, okulu bitirip Londra’da Uluslararası Af Örgütü’nde sekreter olarak çalışmaya başladıktan sonra sınıf arkadaşlarımın çektiği sıkıntılar hakkında gerçekleri keşfetmeye başladım. Romanımın anlatıcısı, kitapta M olarak bilinen bir gazeteci. Pek çok yönden beni anımsatıyor olsa da, önemli bir açıdan benden farklılık gösteriyor. Çocukluğunu Türkiye’de geçirmiş, bir Türk erkeğe gönlünü kaptırmış ve aşk acısı çekip sonrasında da ülke ile bağlantılarını koparmış. 2005’te sadece bir iki günlüğüne İstanbul’a gelmişken, kendisinden, Türk kocası ve beş yaşındaki oğlu New York JFK Havaalanı’nda gözaltına alınan ve haksız yere terörist saldırılar düzenlemekle suçlanan Amerikalı bir kadına yardım etmesi istenir. M, kadına yardım etmesi gerektiğini bilmesine rağmen, içinde bunu yapmak için istek duymaz çünkü Jeannie’nin kocası Sinan, M’nin kalbini kıran erkektir. Jeannie ise, yıllar önce Sinan’ın uğruna M’yi terk ettiği kızdır. M, Jeannie’nin Amerikan konsolosluğunda 60’lı yılların sonlarında CIA elemanı olarak görev yapan babasını da hatırlamaktadır. Bu adam o dönemde Sinan ve onun sınıf arkadaşlarını hâlâ aydınlatılmamış bir sandık cinayetine bulaştırmaktan sorumluydu belki de. Çocukken bir cennette yaşadığımı düşünmüştüm. Fakat kitabı yazarken, yavaş yavaş heyecanlı bir öyküde yaşadığımın farkına varmaya başladım. Tabii ki kötü adamı açığa çıkarmaya can atıyordum. Fakat daha çok onun ihanet ettiği insanlarla ilgiliydim. Soğuk savaşın gölgesinde yaşamanın nasıl hissettirdiğini ve onun günümüze mirasını; gerçeğin gücüne sahip yalan ve söylentilerle çevrili teröre karşı savaşı anlatmak istedim. Gerçeklerin tümüne sahip olmadığınızı bilseniz de, elinizdeki kadarına sıkıca tutunursunuz. Bu bir rüyada olmak gibidir. Her zaman bastığınız zeminin kayması tehlikesiyle karşı karşıyasınızdır. Her an, doğru olduğuna inandıklarınızdan şüphe etmenize neden olacak bir soruyla karşılaşmanız mümkündür. Keşfettiğim şey, bir çeşit ruh durumu oldu; sessizlik kadar güvensizlik ve şüphe doğuran bir durum. Bu nedenle yazması zor bir kitap oldu. Karakterlerim bana gerçeği anlatmaya son derece isteksizdiler! Fakat zamanla, doğru adımı atmak için gerekli cesareti buldular. Onlara hayranım.” ? (Maureen Freely’nin Yanıtının Çevirisi: Çiğdem Sirkeci) Aydınlanma/ Maureen Freely/ Çeviren: Özde Duygu Gürkan/ Metis Yay./ 452 s. 941 SAYFA 5