Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Dışarıdan taşınmış toprakla saksıda da varlık gösterebilir sanatçı, ama nereye kadar? Saksıdaki topraktan neyi ne kadar alıyorsa, kendi verim gücü içinde bu kadarını yansıtacaktır sanatçı. Ama saksının toprağı yetmez hiçbir zaman sanatçıya, ona orman toprağı gerekir. Kendi toprağıyla buluşamayanlar ise kendi toplumları kadar dünya toplumlarının da dışında kalacaktır ne yazık ki. Hangi toplum hoşlanır serada üretilen sanattan? M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Ü ç beş kişi, bir araya gelip tartışıyor. Yer, Ekrem Kahraman’ın atölyesi. Katılanlar: Prof.Dr.Orhan Arıoğul, Zafer E.Bilgin, İbrahim Çiftçioğlu, Hüseyin Haydar, Ekrem Kahraman, Sarper Özhan. Ortak bir çağrıya uyup atölyeye konuk olan tartışmacılara “hoş geldiniz” derken, Ekrem Kahraman şunları söylüyor: “…Bugün Türkiye de, dünya da bambaşka ve yeni bir sürece girmiştir. Sanat, entelektüel düşünce ve medya neredeyse tümüyle manipüle edilmiş; kavramlar, değerler, idealler asıl içeriklerinden saptırılmış durumdadır.” Ne yapılması gerekiyor? Bir dergi çıkarılacak! Tartışmacılar ne düşünüyor bu konuda, gelin göz atalım: “…Belirli bir kesime hitap edeceği muhakkak fakat… topluma sanatı sevdirmede de bir işlevi olması gerekir… Yani sıradan vatandaşın, sanata meraklı olan, ilgisi olan, ilgi duyan sıradan insanın sanat kültürünü arttırmayı hedefleyen…” “…Bir ucuz popülizm ne sanata yardım eder, ne insanlara yardım eder.” (Orhan Arıoğul) “…Öyle bir döneme geldik ki her taraf dergi doldu.(…) Toplum nereye gidiyor, olaylar ne yönde yaşanıyor? Hakikaten sanat nerede? Böyle, oldukça karanlık bir ortam var. (…) Türkiye’de herkes Amerika’ya karşı, ama nasılsa öteden beri Amerika’nın dedikleri oluyor ve ressam atölyesinin penceresinden sokağa bakmıyor. Romancı kendi ülkesini, AB minderinde tuşa getirmeye çalışıyor.” (Hüseyin Haydar) “…Bizim gerçekten kirlenmemiş… bir dergiye ihtiyacımız var.” “Türkiye’de sanat bir saldırıyla karşı karşıyadır. …Türkiye sanatı(.) ve sanatçıları(.) kendi birikiminden, kendi geçmişinden, kendi kültüründen, yeryüzüyle kurduğu kültürel ve sanatsal ilişkilerden koparılmak istenmektedir.” (İbrahim Çiftçioğlu) “…Dergi sayfalarından, yasakçı… tepeden bakan bir tavır içinde de olmamalıyız. …Ülkemizin yeni ve ileri bir sanata kavuşması için çaba harcayan her sanatçının ürünü, gelecek için bir örnek, bir deney hatta yol göstericidir. Çünkü gelecek kuşaklar bu yapıtların geleneğiyle ve eleştirisiyle (yani iyi yönlerini alıp geliştirerek, kötü yönlerini ise atarak) sanatı geliştireceklerdir.” (Sarper Özhan) Sonunda enine boyuna tartışılan dergi, “düşünce, sanat kültür seçkisi” olarak yayımlanıyor adı “Sanatçının Atölyesi”. SANATÇININ VERİMLEYİŞ SÜRECİ... Şu sıra beşinci sayısı çıkacak “Sanatçının Atölyesi”nin. (İletişim için: Tuncay Takmaz: 533.6671446) Üç ayda bir yayımlandığı, ilk sayısının Kış 2007’de okurla buluştuğu düşünülürse, seçkiden söz etmekte oldukça geciktiğim belli. Gazeteye adıma gönderilen yayınlar için bunu hep yaşıyorum ne yazık ki. Adlarını andığım bir avuç tartışmacının, saatler boyu süren konuşmalarla aslında çağımıza tanıklık yaptığı, bu aşamada sanatsal üretimdeki karmaşa, bunalım ortamında ülkeye farklı bir soluk Sanatçının kökleri nerede? aldıracağı düşünülebilir. Sanatçıların böylesi arayışlar içine girmesi çok doğal. Geçmişten günümüze yaşanan toplumsal içerikli tüm depremlerin, tarihin zoru olarak önümüze gelen kırılmaların, sınıfsal çatışmaların vb. yaşamın uzandığı her alana sızdığı, çeşitli tepkilere yol açtığı, bu etkilerin süreç içinde farklı dönüşümlere ulandığı ortada değil mi? Dünya tarihiyle sanat tarihi bunun sayısız örneklerini göstermiyor mu bize? 1980’lerden bu yana öteki alanlarda olduğunca sanat alanında da derin kırılmalarla karşılaşılacağı öteden beri öne sürülmüyor mu zaten? Mustafa Kemal’in deyişiyle “alnında bunu ilk hisseden”ler yine sanatçılar oldu elbette. Onların bu kırılma öncesinde, kırılma aşamasında eli boş duracaklarını beklemek safdillik olurdu herhalde. Bu açıdan bakıldığında “Sanatçının Atölyesi”, bütün öteki dergilerden farklı bir yol, tutum izliyor denebilir. Çünkü sanat dergileri verimleyişi önceler, doğrudur da, kendilerinden beklenen de budur bir ölçüde. Oysa “Sanatçının Atölyesi” seçkisi, verimlere, verimleyişe özgülenmişliğin dışına çıkarak bu sürecin kendini tezgâha alıyor, toplumsal işleyiş sürecinde yapılanış, karmaşa ortamında ürettiklerimizden kalkarak aslında nasıl bir sanat üretmemiz gerektiğine getiriyor konuyu. Bu doğrultuda kuramsal, eylemsel açılımlar için çalışıyor. SAKSI ÇİÇEKLİĞİNDEN ORMAN BİTKİLİĞİNE... Acaba sanatçılarımız, nasıl, hangi bileşenlerin etkisiyle nereye evriliyor dersiniz? Farklı yönsemeler gösterebilecekken ne oluyor da eğilimini değiştirip verimleyiş sürecinde bambaşka mecralara savruluyor? Sanat ortamlarında hemen her çağda görülebilecek çeşitli modalar, esinlenmeler, etkilenmeler, çekişmeler, tartışmalar vb. değil burada sözünü ettiğim. Yaşanan toplumsal kırılma, karmaşa ortamlarında sanatsal verimleyiş sürecinde gözlenen yapısal değişim. Son yüzyıldaki toplumsal kırılmalarla bunların sanata yansımasındaki tüm bilgilere, hatta neredeyse bire bir gözleme sahibiz. Birinci savaşın yol açtığı yarılma, öncesi sonrasıyla 1917 devrimi süreci, Amerika’da 1929 depremi, ikinci savaşın yarattığı dehşet, derken soğuk savaşla insanların birbirine kapıyı kapaması, sonuçta bütün bunların sanatta yarattığı çalkantı, taşların durmadan dağılıp toplanışı. Sancısı dinmeyen bir yüzyıl olmuş demek ki yirminci yüzyıl. İşte bu sancı sürüyor hâlâ, üstelik daha da ağırlaşmış biçimiyle. Buna daha önce yaşanan sanayi devrimiyle proletaryadaki hareketlilik de eklenmeli. Demek ki şu soruyu sormalıyız kendimize: insanoğlu, nerede, nasıl bir dünyada yaşıyor, sonuçta nasıl bir sanat yapıyor? Peki bizim sanatçımız, ülkesindeki toplumsal karmaşanın dönüştürümünü yansıtabiliyor mu verimlerinde, bunu başarabiliyor mu? Evet, nerede yaşadığının ne kadar bilincinde sanatçı? Bu soru, Türkiye’de her sanat ortamının, sanat üretiminde bulunan her sanatçının galiba kendine yöneltmesi gereken ilk soru. Yalnız sanatçının değil, herkesin kendi vatanını, toprağını bulması, öncelikle bu alışverişini tamamlaması gerekmiyor mu? Ana sütüne duyulabilecek gereksinime benzer bir durum bu. Sanatçıların çocuklukları, kentleri üzerinde bugüne dek kimbilir neler söylendi şu yerkürede. Neden üzerinde duruluyor bunun? Kendi toprağından yeterince beslenmiş mi, buna bakılıyor da ondan. Kuşku yok ki sanatçılar, kendi toplumları için değil yalnız, tüm dünya toplumları için de değer üretiyor. Bu açıdan aldıkları ana sütüne, kent, ülke toprağından beslenmiş olmalarına karşın sanatçıların aynı zamanda bu ormanın üyesi oldukları da bir gerçek. Ne var ki sanatçıların bu ormanda kök salabilmesi, bu iki beslenme koşuluna bağlı. Bunlar bizi kendi toprağımızla kuracağımız alışveriş olgusuna çıkarıyor elimizde olmadan. Kendi toprağından beslenmeyen, kökleri bu topraklara dalıp da temel gıdasını bundan almayan sanatçıların dünya sanatçısı olabilmesi olası mı? SANATÇININ YAŞAM BOYU SÜRECEK İŞLİĞİ Dışarıdan taşınmış toprakla saksıda da varlık gösterebilir sanatçı, ama nereye kadar? Saksıdaki topraktan neyi ne kadar alıyorsa, kendi verim gücü içinde bu kadarını yansıtacaktır sanatçı. Ama saksının toprağı yetmez hiçbir zaman sanatçıya, ona orman toprağı gerekir. Kendi toprağıyla buluşamayanlar ise kendi toplumları kadar dünya toplumlarının da dışında kalacaktır ne yazık ki. Hangi toplum hoşlanır serada üretilen sanattan? “Sanatçının Atölyesi” seçkisi bütün bu sorunsallar odağında yumaklanmakla iyi etmiş. Nitekim grup, seçkinin ilk sayısında, Kolombiyalı ressam Fernando Botero’nun Ebu Garib Hapishanesi’ndeki işkenceyi konu alan resimleri üzerinde yaptığı tartışmada (Tartışanlar: Zafer E.Bilgin, Ekrem Kahraman, İrfan Okan, Yunus Tonkuş), sanatçının, kendi toplumunun dinamikleriyle bağını koruyarak üretimde bulunması gerçekliğinin altını çiziyor. Yunus Tonkuş şöyle diyor: “Botero dünya sanatçısı ama Güney Amerikalı bir sanatçı.” “Avrupa’dan rengini, tekniğini alacaksın, sanat tarihi içinden gelen kompozisyon geleneğini alacaksın ama kendini ifade ederken, bir şeyi sanat olarak yansıtırken bir yere bağlı olarak kendine bağlı olarak; çocukluğuna, geçmişine, kendine bağlı olarak ilerleyeceksin.” Toplum bir yerlere doğru yuvarlanırken sanatçı bu yuvarlanışa ayak uyduran hık deyici değil demek ki, dünyanın hiçbir yerinde böyle hık deyicilerin sanatçı olduğu görülmüş değil çünkü. Bizde de dünyada da böyleleri yok değil elbette. Ama sanatçı, bu tür toplumsal erozyonlarda akıp giden kum tanesi de değil! O, varlığını da, gücünü de orman toprağından alan, bu nedenle sanatsal açıdan seçimlerden, elemelerden geçmiş biri… Zaman zaman toplumunun en önünde onu sürükleyen, zaman zaman onunla çatışıp kavgaya girişen, ülkenin aykırı sesi olmayı göze alan, zaman zaman bağırıp çağıran, çığlık atan… Bizim sanatçılarımız, sanat ortamlarımız bunu ne ölçüde yerine getiriyor? “Sanatçının Atölyesi”nin ikinci sayısında bu kez Zafer E.Bilgin, Hüseyin Haydar, Ekrem Kahraman, İrfan Okan, Sarper Özsan, Halit Refiğ “sanatın sonu” sorunsalını tartışıyorlar. Zafer E.Bilgin, konuyu şöyle sunuyor: “Son otuz yıl içerisinde birçok son iddiası dile getirildi, dayatıldı bize. Neredeyse dünyanın sonu, hayatın sonu denilecek kadar ileri gidildi. Felsefenin sonu, ideolojinin sonu, sanatın sonu vb. dendi. Durum gerçekten de bu? Bunları tartışacağız…” Tartışmada Halit Refiğ, şöyle diyor: “Bugün biz, bir televizyon cihazını açıp kanallar arasında dolaşsak burada göreceğimiz bir şey var ki bu dehşet verici bir temadır: Ölüm! Bu ölüm teması aslında gerçek hayatta da aynen var. (…) Yakın çevremizde çok büyük bir insan kıyımı ortaya çıkıyor ve bu insan kıyımında kimi görüyoruz? Batı’yı görüyoruz, Amerika’yı görüyoruz. Bu kıyım niçin yapılıyor? İnsanlara ‘özgürlük götürmek’ için yapılıyor. Yani insana özgürlük kazandırmakla, insan öldürme bir bakıma eş anlamlı hale getirilmeye çalışılıyor.” Halit Refiğ’in bu saptaması, Erich Fromm’un altını çizdiği “ölümsever”lik olgusunu anımsattı bana. Ölümseverlikle kol kola girmiş, insanoğlunun şeytanlığına soyunmuş bir etkinlik sanat olabilir mi? Rodin, ta yüzyıl önce, 1911’de bakın ne demişti: “Yalnızca şunlar çirkindir sanatta: sahte olan, yapay olan, ifadeli olmak yerine güzel olmaya çalışan, zorlama ve yapmacıklı olan, amaçsız gülümseyen, gereksiz numara yapan, nedensiz kasılıp kurum satan; ruhtan ve gerçeklikten yoksun olan her şey, bir güzellik ya da zarafet görüntüsünden başka bir şey olmayan her şey, yalan söyleyen her şey.” Bakın çevrenize. Sunulanın sanat olup olmadığına siz karar verin! Bu açıdan seçki, bir grup sanatçının haykırışı, isyan çığlığı aslında. Onların görüşüne katılırsınız, katılmazsınız bu ayrı, ama bu sese kulak tıkayamazsınız! Çünkü onlar bu sözleri söyleyip bu bağlamdaki erkelerini açığa çıkarmış oldu. Hiç kimse, seçkide dile getirilen görüşlerden, yapılan tartışmalardan haberi yokmuş gibi davranamaz, bu çığlığı duymamış gibi yapamaz artık! Çünkü bu çığlık hepimize! ? KİTAP SAYI 941 SAYFA 24 CUMHURİYET