Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Roman tıpkı sinema gibi kültür endüstrisinin başat ürünü halini aldı. Niceliğin niteliğin önüne geçmesinin nedeni budur. Nasıl bazı filmler “sanat filmi” ayrıma tabi tutuluyorsa artık bazı romanların da “edebi roman” diye ayrılmasının zamanı geldi. Tabii ki bu tür ayrımlar kültür endüstrisinin fabrikatörlerinin işine gelmez. Çünkü önemli olan çok fazla ürünü çok adette satmaktır. Metin CELAL Okuduğum Kitaplar E leştirmen Ömer Türkeş, çok faydalı bir çalışma yapıyor. Her yıl kaç tane roman yayımladığını, bunların kaçının ilk roman olduğunu, romanların konularını tasnif ediyor. İlk yıllık değerlendirmeyi 2001’de yapmış. O yıldan beri de devam ediyor. Bir yandan da araştırmalarını geriye, Cumhuriyetin kuruluş yılına, 1923’e doğru da genişletiyor. Çerçeve yazılar yazıyor, ortak noktaları belirliyor. Bu sayımdöküm işlemi roman eleştirisi açısından önemli çıkarımları beraberinde getirdiği gibi Türkiye’de gelişen ilgi alanlarını, eğilimleri, inanç ve zihniyetleri de yansıtıyor. Yıllar içinde romanlarda işlenen konulara ve tabii konulara geliştirilen yaklaşımlara yakından bakmak Türkiye’nin yaşadığı sosyolojik değişimin de bir aynası olacaktır. Umarım, Türkeş, bu çalışmalarının sonucunda Cumhuriyet romanı hakkında bir kitaba imza atacaktır. Ömer Türkeş, “Roman 2007” başlıklı yazısında (Virgül Dergisi, Şubat 2007) bir tablo ile 19232007 yılları arasında yayımlanan romanların sayısal bir dökümünü de vermiş. 1923’le 1997 arasında yayınlanan roman sayısının yıllık ortalaması 50. 19982007 tarihleri yıllık ortalaması ise 234. 194147 tarihleri hariç hiçbir zaman yayınlanan roman sayısı yılda yüzü geçmemiş. (Türkeş, kırklı yıllardaki artışı da o dönemler yayınlanan az sayfalı, “dime roman” (ucuz roman) olarak adlandırılan polisiye macera romanlarının çokluğuna bağlıyor.) 1998’de yüz barajı aşılıp 110 roman yayınlanmış. 99’da 138, 2000’de 134, 2001’de 140, 2002’de 214, 2003’de 217, 2004’de 311, 2005’de 336, 2006’da (rekor sayı) 389 ve 2007’de de 354 roman yayınlanmış. 2007’de yayınlanan eserlerin 196’sı ilk roman. Yani 196 yeni yazarla tanışmışız. Her ay 16 yeni romancı. Bütün zamanların rekoru kırılmış. Tam anlamıyla bir yeni romancı patlaması. Yeni romanları okumak bir yana adlarını akılda tutmak bile mümkün görünmüyor. Konulara göre ayrımları Türkeş’in yazısında bulacaksınız. Bu çalışmadan, romanda edebi ağırlığın gün geçtikçe azaldığı çıkarımına rahatlıkla varabiliriz. Niceliksel artış, niteliksel çöküşü beraberinde getirmiş. Türkeş durumu şöyle açıklıyor; “Çünkü roman patlamasını körükleyen, edebiyatın değil piyasanın dinamikleri. Piyasaya kitap sürebilmek için edebi değere boş veren, editörlük müessesesini işletmeyen, önüne gelen her dosyayı yayınlamak zorunda kalan yayıncılar, günü kurtarmak adına edebiyata zarar veriyorlar. Çok sayıda kötü roman, hem az sayıdaki “iyi”nin gözden kaçırılmasına hem de insanların her yazdıklarının roman olduğuna inanmalarına, daha iyisini yapmak için gayret göstermemelerine neden oluyor. Roman sayısındaki artışla kitapların baskı adetleri ve ulaştıkları okuyucu sayısının ters orantılı olduğuna şaşmamak gerek.” Roman tıpkı sinema gibi kültür en Roman edebiyatın neresinde? düstrisinin başat ürünü halini aldı. Niceliğin niteliğin önüne geçmesinin nedeni budur. Nasıl bazı filmler “sanat filmi” ayrıma tabi tutuluyorsa artık bazı romanların da “edebi roman” diye ayrılmasının zamanı geldi. Tabii ki bu tür ayrımlar kültür endüstrisinin fabrikatörlerinin işine gelmez. Çünkü önemli olan çok fazla ürünü çok adette satmaktır. Ürününüze sanat eseri önemi atfeder, örneğin romansa onu edebiyat şaheseri olarak sunar okurun gözünde önemsetir ama aynı zamanda kolayca okunup tüketilmesini sağlarsanız başarı sizindir. “Popüler olanla olmayanı ayırdetmemek”, sanat olanla olmayanı ayırdedemez hale gelmeniz demektir. Böylece okur olma konumundan tüketiciye dönüşürsünüz ve en vasat ürünleri bile sanat eseri sanarak satın alma yanılgısına kolaylıkla düşersiniz ki endüstrinin istediği de tam budur. Eskiden yazarlar “kalıcı” eserler yazmak arzusundaydılar. Umutları eserleriyle yarına kalmak, ölümlerinden sonra da eserleri aracılığıyla anılmaktı. Günümüzün yazıcıları, “çok satan” eserler yazıp çok ünlü ve zengin olmak arzusundalar. Çok satmanın da yolu, edebi olmaktan değil, kolayca anlaşılmaktan geçiyor. Hedef olarak seçilen okur da edebiyatsever değil, ortaokul düzeyindeki gazete okuyucusu. Büyük reklam ve tanıtım kampanyalarıyla sunulduğu için yüzbinlerce okura ulaşmasına rağmen “anlaşılmazlık”la itham edilen Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ını (İletişim yay.) düşünün. Eğer edebi kıstaslar söz konusu olsaydı Yeni Hayat anlaşılma/anlaşılmama açısından mı değerlendirilirdi, yoksa edebi niteliğiyle mi? Tabii değerlendiricilerin kimliklerini de gözönüne almak gerekiyor; Yeni Hayat’ı okuyup anlamadıklarını söyleyenler eleştirmenler değil gazete köşe yazarlarıydı. Çünkü romanın medyası değişti. Edebiyat dergilerinin konusu olmaktan çıkartılıp gazetelerin haftasonu eklerinin, televizyon talk showlarının malzemesi haline getirildi. Yazarın eserinin önüne geçmesi ve bir pop starı gibi sunulması da bu sürecin ürünüdür. Tarkan’ın yeni albümüyle Orhan Pamuk’un yeni romanının sunumu arasında fark kalmadı. Reklam ajansları her ikisi için de özel kampanya stratejileri geliştiriyor. Romanın hakkında Tahsin Yücel’in, Jale Parla’nın ya da Ömer Türkeş’in yazması değil, yazarın Ayşe Arman’ın kırmızı koltuğuna uzanması önemli. Bugün bir romanın konusu, üslubu ya da dili değil, kaç sattığı tartışılıyor. Edebiyat çevrelerinde de sadece satış rakamları ve reklam kampanyaları konuşuluyor. Peki, gazetelerin, kitap eklerinin çok satan listelerinde yapılan yeni bölümlemede “Edebiyat” başlığı altında listelenen kitapların kaçı gerçekten edebiyat eseri? Bu tavır neden sorgulanmıyor? Medyaya göre birisi kitabının üzerine “roman” diye yazmışsa o edebiyat eseridir, çok satmışsa da listede yer alacaktır. “Türk Diplomatın Kızı” adlı kitap çok sattığı ve listede “edebiyat” başlığı altında yeraldığı için artık edebiyat eseridir. Sistem iyi işledi ve artık bazı yazarlar “star”lıklarını sırf okurlara değil, edebiyat çevrelerine de kabul ettirdiler. Örneğin usta bir yazarımızı anmak amacıyla bir üniversitemiz bir sempozyum düzenlediğinde edebiyat üstadları, kusura bakmasınlar ama, amiyane tabirle, üvertür (eski deyişle sıra kızı) sayılıp, dört beş konuşmacılı panellere davet edilirken bu starlar özel oturumlarda, gazino assolistleri gibi tek başlarına konuşuyorlar. Kimseden bir itiraz duyulmuyor. Bu hâl, malumu ilandır! KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ Theodor W. Adorno’nun “kültür endüstrisi” kavramını ortaya atış tarihi 1944. Daha sonra bu kavrama tekrar dönerek 1963’de ünlü makalesi “Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış”ı yayınlamış. Adorno, iyi bir estetik filozofu olarak isabetli öngörüsü ile kültürün nasıl endüstri halini aldığını göstermişti. Adorno’nun kültür endüstrisine ilişkin makaleleri J.M.Bernstein’ın sunumu ile İletişim Yayınları’nın “Sanathayat” dizisinden “Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi” (2007) adıyla yayınlandı. Kitabın arka kapağında belirtildiği gibi Adorno bu makalelerde “19. Yüzyılda, Endüstri Devrimi’nin akılcılığına karşıt bir anlamda tanımlanan sanatın nasıl giderek maddi üretim süreçlerine yenik düştüğünü anlatır.” Endüstriyel mantığın denetiminde sanatın özerkliğini ve eleştirelliğini yitirmesini inceler. “Kendi içine kapalı sanatsal modernizmi savunan bir elitist” denerek eleştirilen Adorno’nun haklılığını geçen zaman gösterdi. Şimdi Adorno’nun eleştirilerinin çok hafif kaldığını düşünenler bile var. Sanat, kültür endüstrisinin çabaları ile kolay eğlence sağlayan bir niteliğe büründürülüyor. “Eğlence, geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzantısıdır. Mekanikleştirilmiş emek süreciyle yeniden baş edebilmek için ondan kaçmak isteyen kimselerin aradığı şeydir” diyor Adorno. “Eğlenmek her zaman bir şey düşünmemek, gösterildiği yerde bile acıyı unutmak demektir.” İnsanlar için bir futbol maçı ile bir konserin işlev olarak bir farkı kalmayacaktır, ikisi de eğlence aracıdır. Kültür endüstrisi de sanayileşecek ve sinema, roman gibi sanat dallarını kullanarak bu eğlence metalarını üretecektir. Belirli bir formülle üretilebilir, standart, tabii ki ortalamaya hitap eden, “sanat eseri” olarak değil mal olarak pazarlanabilecek, kolay ulaşılabilecek ürünlere gerek vardır. Bu da popülerle popüler olmayan arasında fark kalmamasını sağlayarak olur. Tüketici standart üretilmiş kültür endüstrisi ürünlerini bulmalıdır, sanat eseri değil. Adorno reklamcıların başarısına da işaret eder; “Reklamın kültür endüstrisindeki zaferi budur işte; tüketicinin, sahte olduklarını gördüğü halde, bastırılması zor bir istekle kültür metalarını almaya ve kullanmaya devam etmesi.” ? KİTAP SAYI 941 Theodor W. Adorno SAYFA 12 CUMHURİYET