Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Nurduran Duman’la ‘Yenilgi Oyunu’ üzerine ‘Aslolan mutlu olmak’ Şair Nurduran Duman'ın 'Yenilgi Oyunu' adlı ilk şiir kitabı Yasak Meyve Şiir Kitapları'ndan çıktı. Kitaptaki şiirler dosya olarak 2005 Cemal Süreya Şiir Ödülleri Özel Jüri Ödülü'ne değer görülmüştü. Duman'la kitabını konuştuk. ? Ayça TEZER ‘taksim’ edilen tepesinde. Nurduran Duman şiirinde belli başlı bazı izleklerin vazgeçilmez olduğu görülüyor. Özellikle “su” olgusu gerek şiirlerde gerek hakkınızda yazılan yazılarda sıkça işleniyor. Sizin “oksijene yanmış hidrojen” dediğiniz suyla aranızdaki ilişkinin hiç bilmediğimiz bir öyküsü var mı? Su. Hayattır. Şiirle benzeşir. Şirbilimsel eksenden bakıldığında şiir için çok bitek bir sözcük. Sanat, dolayısıyla şiir, varlıkların hem kendileri olabilmelerini hem de kendi varlıklarının dışına çıkıp simge ya da imge olabilmelerini mümkün kılan tek alan değil midir? Üstelik bu alan, anlam tabakalarının çeşitlendiği, algı uzamlarının farklılaştığı, tarifsiz ama tarifi zorlayan zevkli bir boyutta biçimlenir. Nasıl şiirim, yanıcı ve yakıcı hayatın bir tür kimyasal tepkimesinin sonucuysa; su da ‘yakıcı’ oksijenle ‘yanıcı’ hidrojenin aşkla birleşimidir bana göre. Bu tutkunun hayret verici tarafı ise ortaya çıkan maddenin ‘söndürücü’ olması. Alıntı yaptığınız “Düş Yanığı” şiirimin o dizelerinden hemen önce “tuz ya da yakamoz / su sudur çünkü” demem de tüm suların denizle buluşması gibi, benim ‘söz’ümü de deniz’e getiriyor. Şimdi fark ediyorum, bu dizeler, “Deniz Dili ve Edebiyatı” adlı ömürlük şiirimi, içinden geçtikleri bu şiirden önce yazmaya başladığımı imlerken, yaşamım boyunca da yazacak olduğumu öngörmüş. Sanırım suya, denize tutkum, saygım, bağlılığım sadece şiirlerimden değil meslek seçimimden de anlaşılabilir. Deniz mühendisiyim. Ayrıca gemi mühendisi. Denizin altındaki, yüzeyindeki, üstündeki tüm dünyalar beni ilgilendiriyor. Yosundan giysiler, tuzlu sudan tatlı su yapasım geliyor; yüzeyinde batmadan dursun diye tonlarca ağırlıkta çelik, ahşap, cam elyaftan gemiler inşa edesim; göğünden kentime, suyuma, yoluma mavi günler, mehtaplı geceler örtesim… Denizin dili var, konuşur insanla, bağırır, kahkaha atar, azarlar, sarılır öper… Çok zengin, cömert, doğurgan bir dil bu. ŞAİRİN ÇEKİMSERLİĞİ... “Yenilgi Oyunu” daha kitap olmadan 2005 Cemal Süreya Şiir Ödülleri Jüri Özel Ödülü’ne değer görüldü. Ödülün kitaba katkısı açısından düşünecek olursak, ödüllerin işleviyle ilgili görüşlerinizde bir kırılma yaşadınız mı? Eskiden ödül konusunda daha çekimserdim. Şimdi ise, inandığım başka bir ödülü daha alma düşüncesi bana coşku veriyor. İnsan olarak. Şair olarak şiir yazma coşkusunun ödül vb. şeylerden etkileneceğine kesinlikle inanmıyorum. Şiir, coşkusuna yaratılmazdan önce kendi içinde sahiptir, şairin şiir işinin dışından yapay bir etkiyle tetiklenmesine gerek yok. Dolayısıyla bu ödülün, çoktan yazılmış Yenilgi Oyunu’nun sesine ve yazılacak Nurduran Duman şiirindeki çizgiye bir katkısı olamaz. Bu tecrübe ancak esin, düşünce, düş olarak kalemimin ucuna gelebilir. Yoksa iyi şiir yazmamı sağlamaz. Ama daha farklı okurların ve geniş çevrelerin şiirime dikkat etmesini sağladığına tanık oldum. Okunsun diye yayımlıyoruz. Okunmasın istesek çekmecelere kilitleriz, değil mi? Gerçek şu ki, şiire kafa yoran, emek veren, çok çalışan ve ille de esinini yaşamdan alıp, yaşama tanık olmayı seçtiği için acısına da katlanan bir insan olarak ödül almak çok hoşuma gitti. Dostuma ve düşmanıma teşekkür ettiğim ödül töreninin olduğu o gece de söylediğim gibi, adımın Cemal Süreya’nın adının yanında anılmasından hep onur duyacağım. Hatta hayatım boyunca hak ettikçe ödül almak istiyorum. Çünkü hayatım boyunca şu an olduğu gibi gece gündüz “çalışmak” niyetindeyim. Yaşam ve şiir için verdiğim emeğin görülmesi beni hep mutlu edecek. İnsan, yeteneğinin, çalışmasının ve emeğinin fark edildiğini bilmekten hoşlanır. Bu değişmez insan doğasıdır. Sanırım şairi çekimserliğe iten, ‘ödüllendirme işleyişi’ hakkındaki kaygıları. Ben şu an yaratan taraftan konuşuyorum. Ama yaratım alanı kadar, değerlendirme alanının da tarihsel yükümlülüğü olduğu gerçeği, herkesin altına imza attığı olaylardan sorumlu olduğunu gösteriyor, göstermeli. Yenilgi Oyunu’ndan okura kalan en çarpıcı ifadeyi, şairin, önemli bir dizenin bedelini, içinde büyük acılar barındıran bir aşkla ödemesinde buluyoruz. Nurduran Duman şair kimliğine ulaşırken ödediği tek bedel “lanetli bir aşk” olabilir mi sahiden? Yoksa bilmediğimiz başka bedeller de var mı? EGOSUNU İÇİNE ÇEKEN ŞAİR Bedel çok… Şiir yazmak yaşama sevincini tetikleyen bir aşk olduğu kadar lanetli bir aşktır da. Kitabıma “Yenilgi Oyunu” adını vermem de bu yüzden. Şiir yazmayı seçmek yenilgiyi oynamayı seçmektir çünkü. Şair olmak ise dünyanın her yerinde, her çeşit yaşamada pek çok savaşım gerektiriyor. Öncelikle her yenilgi denenin, yenilgi olup olmadığına, yenginin de ne olduğuna bakmalı. Şair olmak, küreselleşme adı altında bir tuhaf yönde dönen, günümüz tüketim ve hız toplumu dünyasının egemen değerlerini benimseyenler, tek tipleştirilmeye razı olanlar, “Kara Çalı” gibi zehirli bitkilerin köklerine şerbet verenler için yenilgi gibi görünebilir. Oysa ne büyütülecek ne de küçümsenecek bir şey bu: Şair, yenilgiyi oynamayı tercih etmekte sadece. İşi bu… Yirmi dört saat açık bir dükkânı yürütmek; dünyayı, evreni görmek için boynunu üç yüz altmış derece döndürebilmek; üç yüz altmış derece açılabilen kollarla yaşama, sorumluluğa ve acıya kucak açmak. Yanan bir dünyada yok saymayı değil, yanmayı seçmek. Şimdi bana sık sık sorulan şu soruyu yanıtlamanın tam zamanı: Kitaptaki Öf Dize şiirlerinden “Kara Çalı”yı niye yazım kurallarına göre bitişik yazmıyorum? Söz konusu kara bir çalı da ondan, kapkara. O şiiri 2003’te canımın yangınından koparıp yazmıştım. Böyle anlam tabakalarıyla yüklü bir şiiri mekân/zaman’da sınırlandırmak istemediğimden altına not düşmedim. Ama şunu söyleyebilirim. “Çalı”nın İngilizce sözlükteki karşılığına bakarsanız, “bush” yazılı olduğunu görebilirsiniz… Kendime sıklıkla şunu sormadan edemediğimi de belirtmeliyim: Tarih boyunca ilk zulüm görenlerden biri olan şairin, yaşamın, kendi kafasının içindekinden başka türlü olmadığı yanılgısına Ş airin yaşamında belirli seçimlerden oluşan ayrıntıları aktardığınız bir söyleşinizde* “Şiir bir seçme işi olduğundan, şair de şiirini besleyecek düzeyde seçmeyle şiire gitmelidir” diyorsunuz. Bize şiir yolculuğunuzdaki ilk seçiminizden ve dışarıda kalan seçeneklerin yaşamınızdaki kalıntılarından söz eder misiniz? Hep söylerim, şiir yaşamdan çıkar, duygusal, düşünsel, düşsel ve algısal tüm yaşamalardan. Şair önce, bu yaşamaların gerçekleştiği o dönemdeki ülkeyi, soyutsomut çevreyi, insanları ve dünyada olup bitenleri nasıl algılayıp içselleştireceğini ve bunu nasıl sunacağını seçer. Şiir yolculuğu ve yaşam yolu birbirinin içinde gelişen belirlemelere gebedir. Kişisel yolculuk, şiiri belirlerken şiirin de şairin kişisel yolunu yorumlayıp belirlemesine izin verir. Şiiri yazma ve öğrenme yolculuğumda yaptığım seçimleri, şiire gitmek için yeğlediğim beslenmeleri ifade edebilmek için, yaşamımdaki ilk olmasa da en önemli kırılmaya neden olan seçimimden söz etmek zorundayım: Üniversite için İstanbul’a gelmek ve şartları gerçekten çok zor da olsa, sanatsal yönden her şeyin en tazesini bulabildiğim bu şehirde kalmayı seçmek. Biliyorum, gelmeseydim ve kalmasaydım yine şiir yazacaktım ama yazdığım başka bir şiir olacaktı. Dışarıda kaldıkları için yaşamımdan da artan seçeneklerim elbette var. İstanbul yerine Çanakkale’de yaşamayı seçseydim, orada tiyatro kurar, şiir atölyesi çalışmaları yapar, hayalimdeki şiir akademisinin peşine düşüp, kentin kültür hayatında fark yaratmaya çalışırdım. İşin güzel tarafı bunları hâlâ yapmayı planlıyorum. DENİZİN DİLİ “Bir Kentin Adımları” adlı şiirinizde bir seçimin şairin hayatında bırakacağı etkiye tanık olmak mümkün. Özellikle “akıntıya karışan yunus, yol ağzında düğümlenen kentler, sevilen erkekler ve kadınlar, karanlık odalarda boyanan yaşamlar” insanı kıskandıracak bir yolculuğu işaret ediyor. İki kentin coşkusu ve yüksek verimlerine rağmen bir şairin hiç bizden gizledikleri olmaz mı? Olmaz olur mu? Pek çok… ama buna gizlediklerim değil de özlediklerim desem daha doğru olur. Örneğin büyüdüğüm ve yaşadığım kentlerin denizlerinde, ayağını usulca tuza sokup sonra hızla suya dalan güneşi hiç görmedim. Denizlerimin mavi bir ufuk yerine, hep kızıl bir tepenin üzerinde sönen günbatımları olmuştur. Çanakkale’de her okul çıkışı eve giderken izlerdim, günbatımlarından birincisi, o “geçilmez” olan tuzlu suyun yaslandığı toprağında beyaz taşlarla “Dur Yolcu!” yazılı yeşil bir tepedeydi. İkincisi ise Kız Kulesi’nin arkasına düşen Galata Kulesi’nde ve İstanbul’un eskiden kente su düşme hakkı var mıdır? Çünkü yaşama, değişkenliğine ve sonsuzda çeşitlenen zenginliğine kafa yorması gereken; insanın ‘en bilinmez’ olduğunu kavrama yeteneğine en iyi sahip olması zorunlu kişidir şair. Yaşamın ve insanın sonsuz değişkenlerden sonsuz bilinmeyenli denklemler kurduklarını kabul edip, onlara en hoşgörülü kalemini, haksızlık edenlere de en keskin dişini göstermesi gerekendir. Şairler nasıl yüzyıllardır işin içinden çıkmaya çabalıyorsa, insanlar da şair tanımını yaparken, duvarlarının arasını geniş tutacaklar. İlle de kafatasındaki yirmi iki kemiği bir kez daha sayacaklarsa tabii. Bir de şu var. Delilenmeyen, içinde ve yaşamında fırtınalar koparken, şiirin başrol oynaması gereken ortamlarda kalemini dışarı çıkarıp, egosunu içine çeken şair türünün iyi niyetini, hiç kimse, özellikle de öteki şair, sakın ha küçümsemesin. Şair çarpar sonra. Her şiir kitabı bir kimlik kartı gibi algılanamayabilir. Ancak bazı kitapların bu özelliği taşıdığı da yadsınamaz. Örneğin Ahmed Arif’in tek kitabı bize her şeyi anlatır. Siz Yenilgi Oyunu’nu, “Yitik Dize”, “Öf Dize”, “Kör Dize” olarak üç ana bölümden oluşturuyorsunuz. Yine bu konunun işlendiği bir söyleşinizde** “Yitik Dize ‘dünya görüşüm’ü, Öf Dize ‘dünyayı görüşüm’ü, Kör Dize ise ‘dünyamı görüşüm’ü içeren şiirlerden oluşuyor” diyorsunuz. Bu ifadelerden sonra yazarın yazılabilecek ne varsa yazıp şair kimliğinin son tuğlasını da yerleştirdiği sonucunu çıkarmak kaçınılmaz. Eğer öyle değilse yeni kitabınızın benzersiz bir açılımı önermek gibi bir zorunluluğu olacak. Bu konuya siz nasıl bakıyorsunuz? AŞK, SEVGİ, DOSTLUK... Doğru, dünya, dünyayı ve dünyamı görüşümü içeren şiirler bunlar. Şimdiye değin sorduklarıma yanıt olarak bazen sorular sorduğum, bazen yanıtlar bulduğum bazen de sadece şiirin o benzersiz sezgi gücüne sustuğum dizeler. Bundan sonra da şiirlerimde sormaya, yanıtlamaya ve susmaya devam edeceğim. Görüş alanım, şiirimin gözü, dünyada olanlar ve dünyamdakilerle aramdaki görüş mesafesi ne yönde gelişecek şu an kestirmek güç. Yitik Dize’de neden yeryüzüne geldiğimi, hayatın nedenini ve nasılını sorgularken; yeryüzündeki ve sonsuzluktaki yolculuğumuzun anlamını bulmaya çalışan dizeyi arıyorum. Bakın, bilen dize demiyorum, bulmaya çalışan ama kendisiKİTAP SAYI ? SAYFA 4 CUMHURİYET 899