05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Biliyorum, Sait Faik’i sevmeyen yok! Bu anlamda herkes Sait Faikçi, herkesin Atatürkçü oluşu gibi. Sait Faikçi olmak ne demek? Önce onu tanımak demek bu, değil mi? Sevmek elbette, ama bunun için tanımak ilkin… muşlar. Bu hikâye ‘Kalinikhta’ymış. Vedat Günyol, hikâyeyi almış ve matbaaya gitmiş. Bu görüşme onların son görüşmeleri, ‘Kalinikhta’ da Sait Faik hayattayken yayımlanan son öykülerinden biri olmuştur.” (A’dan Z’ye Sait Faik, 91) O rhan Kemal, Sait Faik’e yazdığı mektupta diyor ki: “Kim ne derse desin, sen nevi şahsına münhasır büyük bir Türk hikâyecisisin!” (Bak.: A’dan Z’ye Sait Faik, Haz.: Sevengül Sönmez, YKY, 2007, 145) Sevinebiliriz, artık yüzlerine varmış, yüzü aşmış yazarlarımız, şairlerimiz var! İşte Sait Faik de (18.11.190611.5.1954) yüzlük delikanlı olarak duruyor karşımızda. İleride iki yüzüncü, üç yüzüncü yıllarını da kutlayacak gelecek kuşaklar bu şairlerimizin, yazarlarımızın! Biliyorum, Sait Faik’i sevmeyen yok! Bu anlamda herkes Sait Faikçi, herkesin Atatürkçü oluşu gibi. Sait Faikçi olmak ne demek? Önce onu tanımak demek bu, değil mi? Sevmek elbette, ama bunun için tanımak ilkin… Sait Faik için verimlenmiş yapıt sayısını Perihan Ergun, Sait Faik Abasıyanık 90 Yaşında (Bilgi, Basıma Hazırlayan: Ayla Kutlu, 1996) adlı derlemesinde 18 olarak gösteriyor. Aradan geçen on yıl sonra Sevengül Sönmez, A’dan Z’ye Sait Faik’te sayıyı bu kez 27 olarak veriyor. Bunlara, yabancı dilde verimlenmiş kitap sayısı dahil… Elli yıla dağılmış beş on kitap, o kadar. Peki nasıl Sait Faikçiyiz biz böyle? “LÜZUMSUZ ADAM”... Sevengül Sönmez, “Lüzumsuz Adam’ın Öyküsü” başlıklı yazısında şunları söylüyor: “Sait Faik’in pek çok kitabının adı onun yaşamıyla özdeşleşmiş gibidir; Lüzumsuz Adam, zamanla kitap adı olmaktan çıkmış, Sait Faik’in kendine taktığı bir ad gibi algılanmış; hatta bu nedenle ‘Lüzumsuz Adam’ olmadığını anlatan yazılar bile yazılmıştır.” (Bak.: Kitaplık, Nisan 2007, s.104) Sönmez, yoğun emekli çalışması A’dan Z’ye Sait Faik’te “Lüzumsuz Adam” olarak da algılanabilmiş bu büyük öykücüyü çeşitli açılardan odaklarken, çok önemli duyarlık bölgelerini keşfedip saptıyor aynı zamanda onun. Şu satırları andığım yapıtından alıntılıyorum onun: “…Haldun Taner şunları söylemektedir: …Sait’in de hayattaki bileti lüks mevki bileti idi. Ama… o… lüks mevkiden, birinciden, ikinciden hoşlanmıyor, soluğu hep üçüncüde, personel koğuşunda alıyordu.” (48) “Ama biraz ilgilenilince, dikkat edilince bütün bu kayıtsız görünüşün altında kaderini, sanatın kaderiyle birleştirmiş kişiyi görmek zor olmazdı. (…)Bu içten, olduğu gibi görünmek isteyen edasını kesik cümlelerle inadına edebiyatça olmayan konuşmasından tutun da giyimine kadar sindirmişti. Kaç kere, değişik bir yaratık olarak görünmemeli, insanlar içinde bir insan olduğunu unutmamalıdır, dediğini duymuşumdur.” (Sabahattin Kudret Aksal’dan, 33, 34) “Dostlarının yanında açıksözlü ve hazırcevap olan Sait Faik, yabancı bir yerde ise, neredeyse hiç konuşmaz, yanlış bir şey söylememek için sözünü kırk kere düşünürmüş.” (28) “Yaradılışı gereği, kimseyle uzun arkadaşlıklar, derin dostluklar kurabilecek biri değildir Sait Faik. Kimseye küs kalmadığı gibi, kimseyle çok yakın olmamıştır hayatı boyunca. Pek çok arkadaşı vardır; herkesle barışık, herkesle tanışık bir adamdır ama onunla dost olmak imkânsız gibidir. Onun dostluk ihtiyacı kimi zaman çok belirgindir; sokakta kime rastlasa o gün dostu odur, kimi zaman yalnız olma ihtiyacındadır, o gün karşısına kim çıksa arkadaşı bile değildir.” (72) “Kalabalık yerle M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Öykü Zamanı “Nevi şahsına münhasır büyük Türk hikâyecisi” re gitmekten pek hoşlanma(z zaten).” (68) “Gördüğün benim posam, ben yazdıklarımda varım varsam, geride kalan posam, şişenin dibindeki tortu, demişti bir kez!” (Leylâ Erbil’den, 77) “Sait Faik’i övmek, zor şeydir. Kendisine pek güvenmeyen, sevilmediğini, beğenilmediğini düşünen Sait Faik’i övmeye kalkanlar, kendisiyle alay edildiğini düşünerek hemen kızdığını belirtiyorlar. Oktay Akbal, ‘Onu fazla övmeye gelmezdi, alay ediyorsun sanırdı. Sanatından bahsederken ölçülü, dikkatli olmak gerekti’ demektedir.” (151) “Ne kadar insan tanıdım, kadın ve erkek, âşık olanlar. Sait kadar kuvvetli bir şekilde aşk heyecanına kapılan az gördüm. Ondaki aşk, korkunç yalnızlığının devası idi. Öyle bir deva ki, yalnızlık ve ölüm korkusunun yerini alan başka bir heyecan hastalığı.” (Fikret Ürgüp’ten, 41) “Sait Faik yalnızlığı seçmiş biri değildi, o kendisini yalnızlığa mahkum etmiş biriydi.” (5) “ÇÖPSÜZ ÜZÜM”... Fethi Naci’nin, pek çok kez alıntılanmış bir yargısı var Sait Faik üzerine. Şöyle diyor: “Sait Faik, kendinden önce gelen hiçbir hikâyecimizden yararlanmadan gerçekleştirmiştir hikâyelerindeki, Türk hikâyeciliğindeki yeniliği. Hani akrabası, kimi kimsesi olmayan damatlara ‘çöpsüz üzüm’ derler ya, Sait Faik yeni Türk hikâyesinin çöpsüz üzümüdür.” (Bak.: Bir Hikâyeci: Sait Faik…, Gerçek, 1990, 27) Ne yalan söyleyeyim, Fethi Naci’nin bu yargısı üzerine yıllardır düşünürüm… Bir yargıyla ötekinin iç içe geçtiği karmaşık, bileşik yargı söz konusu burada. İlkinde yargı, Sait Faik’in kendi öykülerindeki yeni havayla ilgili, bu anlamda elbette doğru Fethi Naci’nin yargısı. Öykülerindeki bu yeni havayı Sait Faik, nice yol almışlığının ardından yakalamıştır, kırkından sonra… Bu açıdan kendi öyküsüne dönük katkısı, Türk öykücülüğüne yönelik katkıya dönüşürken de bu yargıya katılmak olanaklı. Ancak onun, öykücülüğümüzü “yeni”leştirirken “hiçbir hikâyecimizden yararlanma(sa)” da, yoğun bir öykü üretiminin süregittiği, ötesinde ciddi anlamda “öykü pazarı”yla “öykü hali”ne dayalı bir “öykü entelijansı”nın ağırlığını koruduğu bu ortamda verimlenmiş öyküleri dönüştürerek ancak bundan sonra bir yenilikten başını uzatıp içeri girdiği görmezden gelinebilir mi? Fotoğraf: Ara GÜLER “Amcasının oğlu Mehmet Raşit Abasıyanık, Varlık dergisinin Ekim 1981 günlü sayısında yayımlanan konuşmasında”, “Hastalığının ilk belirtileri 1947 yılında başladı. (…) Siroz olma tehlikesi vardı. Bunun üzerine içkiyi bıçak gibi kesti, tam bir perhize girdi. İstanbul’un yıpratıcı hayatından kurtulmak için yaz kış Burgaz’da kalmaya karar verdiler. Yazı hayatının en verimli yılları bu devreye rastlar. Mütemadiyen yazıyordu,” diyor. (Sait Faik Abasıyanık 90 Yaşında, 16, 28) Kendi öykücülüğüne, bu son yıllarındaki bakışı da önem taşımalı. Şu sözler Sait Faik’in: “Bana bir gün bir gazete patronunun mahdumu: ‘Birader, dedi, öyle hikâyeler yaz ki, adam sinemaya gittiği zaman, film başlamadan evvel bir çırpıda okuyuversin… Kadın bir taraftan patlıcan kızartsın, bir taraftan seni okusun. Ben böyle yazı isterim, yok Balıkçı Ahmet’le Sivriada’da midye yerken, herif sana hayatını anlatmış, sen de balıkçının hayatını anlatmışsın. Ne yapsın balıkçının hikâyesini patlıcan kızartan ev kadını?…’” (Sait Faik Abasıyanık; Hikâyecinin Kaderi, YKY, ikinci basım, 2007, 337) Yazınsal serüvenindeki o müthiş dönüşümün “ölüm bilinci”yle birlikte tam bir dolambaç çekimine girdiği kestirilebilir Sait Faik’in… Gerçekten de ölmeye yüz tutmuş bitkinin tohum fışkırtmasına benzer bir olgu bu. Sevengül Sönmez’in Vedat Günyol’dan aktardığı şu anı da bunu pekiştiriyor bence: “Sait Faik, bir gün Vedat Günyol’a yeni bir hikâye yazdım, yayımlanması için Yeni Ufuklar’a vermek istiyorum demiş. … Tünel’de beklemesini söylemiş. Sait Faik Tünel’e geldiği zaman, Vedat Günyol’a, ‘Buraya gelmeden bir kız arkadaşımla buluşmuştum, hikâyeyi ona okudum, beğenmedi ben de kaldırıp attım’ demiş. Vedat Günyol, ‘Neden böyle bir şey yaptınız, yazık!’ deyince Sait Faik de üzülmüş, birlikte gitmişler ve kahvede masaların altında dertop haldeki kâğıtları bul YENİ TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜNDE MİLAT... Sait Faik için, yeni Türk öykücülüğünün “çöpsüz üzüm”ü değil de “milat”ı nitelemesini getirmek daha doğru görünüyor bana. Milat, doğumdur, başlangıçtır, devrimdir. Ama “çöpsüz üzüm”deki gibi yoktan bir varoluşu imlemez yine de. Sözü Ataç’a bırakmak istiyorum burada: 10 Haziran 1951: “… Gerçek bir sanat adamı benliği var onda. Ama ne yapayım ki sanatını sevmiyor, bana öyle geliyor ki gerçekten sevmiyor sanatını. Sevse, özene bezene yazar, oysaki benim anladığıma göre o, alıyor eline kalemi, kendini bırakıyor, çırpıştırıveriyor.” 12 Mayıs 1954: “Sait Faik benim gibi değildi: edebiyat konuları üzerinde konuşmayı değil, hikâyelerini yazmayı severdi.” (A’dan Z’ye Sait Faik, 43, 44) Haziran 1954: “Sait Faik Abasıyanık’ın eserinde ilk göze çarpan şey, yeniliğidir. Zoraki bir yenilik değil, zamanını anlamış, kavramış, zamanını yaşayan bir adamdı o. Sanatına onun kadar bağlı az yazar tanıdım. Sanatı dışında bir işle uğraştığını görmedim. Üne ermeye bile özenmedi, tanınmak için yazılarından başka hiçbir şeye başvurmadı.” (Sait Faik Abasıyanık 90 Yaşında, 121) Ataç değerlendirmelerinin de pekiştirdiği gibi Sait Faik öyküleri yalnız yeniliğin değil aynı zamanda ruh halinin hatta kendinden geçmenin yansıması bağlamında alınabilecek örnekler. Kitaplarının baskı sayılarına bakarsak Sait Faik’in genel okur kitlesi tarafından benimsendiğini söyleyebiliriz. Nitekim YKY’deki öykülerinin basım sayısı bile on beş yirmilere ulaşmış bulunuyor kısa süre içinde. Demek ki kaba hesapla Sait Faik’in bugüne dek yüzlerce kez baskı yaptığı, okur sayısının birkaç milyonu bulduğu öngörülebilir. Yani toplumun öykü severleri, öykü entelijansı onu okuyor, seviyor. Demek ki herkes, hepimiz Sait Faikçiyiz! Ama hiç sorguladık mı kendimizi, Sait Faik’i ne kadar tanıyoruz diye? Öykücü Sait Faik’i tanımak için Sait Faik’in kendi öyküsüne de bakmak gerek! Yaşamöyküsü değil burada söylemek istediğim. Geçen zamana koşut, geniş bir yelpazede gösterdiği değişim, açılım, savruluş… Başlangıç noktasıyla bitiş noktası farklı bir öykücü o. Yazar Sait Faik’in öyküsü ilginç bu bakımdan. Picasso’yu getirelim gözümüzün önüne; ondaki değişimi, sanatsal evrelerindeki ihtilalleri! Düz bir yaklaşımla başlamıştı resme Picasso; Sait Faik de öyle; düz anlatımla… Ama yılları öyle dolu, öyle taşkın aştı ki, öyküyü de bu dolulukta, taşmada yaşadı zaten. Bir yere vardı sonunda; ömür bitiyordu belki, ama öykü sürecekti… Bıraktı o zaman öykü yazmayı… Düzdüğü sözcüklerle arka arkaya tümceler kurarak yazmayı sürdürüyordu elbette, ama yazdığı değil, yaşadığı öyküydü artık bu onun! Tıpkı yazının, resmin, şunun bunun bitip de ezginin, dansın ya da beden dilinin başlaması gibi… Böylece Sait Faik de yazmayı bırakıp öyküyü yaşamaya girişti… Dans ediyordu sanki belirsiz bir ezginin eşliğinde ya da bir şarkıyı yaşıyordu… Artık başka bir boyuta varmıştı Sait Faik. Öyküyle yürek yüreğe duruyordu bu noktada. Aralarında bir ayrılma ya da yarılma yoktu artık. Öyküyle Sait Faik, bir ve aynıydılar… 11 Mayıs, onun elli üçüncü ölüm yılı. Ama ölüm yıllarında anarak değil, doğum günlerini kutlayarak karşılıyoruz onu biz! Ne mutlu bize, bir Sait Faik çıkarmışız! İyi de ne kadar ayırdındayız bunun? Fransızların yüzlük Beckett’i kavradığı kadar biz de Sait Faik’i kavrayabilecek miyiz dersiniz? ? KİTAP SAYI 899 M. Sadık ASLANKARA SAYFA 22 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle