Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? ülke olduğunu düşünüyorum. Yaratı söz konusu olduğunda tüm sanat dalları işin içine giriyor kuşkusuz. Matematik (ki evren sanatıdır), müzik, edebiyat arasında güçlü bir ilişki olduğunu biliyoruz. Özellikle müzik, gerek esinlenme, gerekse yapıtları kurgulama aşamasında çoğu yazarın vazgeçilmezi olmuştur. Erhan Bener de yapıtlarında müziği hem benzetme öğesi, hem de biçim öğesi olarak kullanıyor. Örneğin Yalnızlar’ın yineleyici ritmi, Ravel’in Bolero’su ile koşut kılınmıştır. Nermin olan biteni müzik ölçütleriyle değerlendirir. “Yine Ravel’in Bolero’su. Nevzat’la birlikte oldukları son geceki gibi. Bu kez gramofonda. O, kendini belli etmeden ince ince değişimlerle sürüp giden tekdüze ezgi. Yaşamın kendisi gibi.” Edremit’in bir başka sokağındaki bir başka evden, aslında belki de aynı sokaktaki aynı evden, ancak farklı bir roman dünyasından başka bir ezgi yayılır: ‘Buzul Çağının Virüsü’nde yasak aşkın son gecesi müziğe yaslanarak anlatılıyor: “Ama, son gecemizin kesin tanı konulamaz, sakızlanan sabahı başlamadan önce, doğru anımsıyorum –ben, Strauss müziğinde, El Greco yüzlü şövalye Donkişot’tum. “ İki romandaki intihar sahnelerini karşılaştırarak bu örneklemeleri bitirelim. Önce Yalnızlar’da Fransızca öğretmeni nihilist Necati’nin intihar sahnesine bakalım: “Ne güzel,” diye mırıldandı. “Köşeyi dönmek için şu tetiği çekmek yetecek. Korkmuyorum. Ben hiç korkmadım.”Aynadaki adam “korkuyorsun” der gibiydi. Bütün kanı beynine fırladı. Kulakları ateş gibi yanıyordu. Aynaya baktı yeniden, deminki sarılığı gitmişti. Yüreği deli gibi çarpıyordu. Dişlerini sıktı. Namluyu küçük, kırmızı çarpı işaretinin ortasına dayadı. “Pişman mısın?” dedi yüksek sesle. “Acıyor musun kendine?” Karnı ağrıyordu galiba. Yavaşça çekti tetiği.” ‘Buzul Çağının Virüsü’nde Üsteğmen Faik’in intihar notu ise şöyle: “Başlamaktır önemli olan ölüme yahut hayata. Şerefinize, saadetinize sıkacağım şu gücünden habersiz zavallı kurşunu tufeyli kalbime. Kadere kırkbeş. (…) Elim titremeyecek. Hedef tam on ikiden vurulmalı, atış talimleri bir işe yaramalı.” Bütün bu örneklerle edebi metnin olayı nakletme kaygısı ile değil, kimlik ve dil aracılığıyla yaratılmış bir estetik bütünlük olduğu sonucuna varabiliriz. ‘Konu’ yapıt yazılmadan önce de var olduğuna göre, yapıtın değeriyle bir ilişkisi olmasa gerektir. Yalnızlık, iletişimsizlik, taşra boğuntusu, aydın sorunları, aşk, cinsellik, tutku, düzenbireytoplum etkileşimleri ve ölüm, ele aldığımız iki yapıtın ortak malzemeleri. Yalnızca yedi notayla sayısız ezgiler yaratan bestecilerde olduğu gibi; benzer simgelerle, benzer yaşantılardan yola çıkılarak oluşturulmuş, birbirinden tümüyle farklı iki roman evreniyle karşılaşmak beni gerçekten çok heyecanlandırmıştı. BENER’İN YARATI SÜRECİ “Benim anlattıklarım bireyler değil, bende oluşan, beni ben yapan öğelerdir. Ben, kendimi anlatıyorum. Anlattıklarımın toplumsal bir içeriği varsa, o da benim yapımda olduğu içindir, onunla sınırlıdır. Ben, bir maden işçisini ya da toprak kölesini anlatacak, yani onları özümseyebilecek olsaydım, yine kendimi, yani, maden işçisi ya da toprak kölesi bir Kerim Turgut’u anlatırdım” diyor Erhan Bener, Oyuncu adlı romanında. Varoluşumuzu belirleyen şey algılarımız elbette. Bu nedenle her insan, kendine özgü, “biricik” olan prizmasında, yine yalnızca kendine özgü olan algılarıyla belirliyor varoluşunu. Erhan Bener de: “Her insan, kendi evreninin yaratıcısıdır. Güneşi, yıldızları ve insanlarıyla” diyor zaten. Sonra, kendi yaratı sürecini açıklıyor: “Sanat yapıtı, her zaman bir düş ürünüdür, bir ayrışım ve bütünlemedir.” İlk dönem eserlerinde “Hikmet Erhan Bener” adını kullanan yazarın 1953 yılında ‘Acemiler’in yayımlanması ile başlayan üretken süreci, 1966 yılında ‘Baharla Gelen’in yazımı ile bir süre durulmuştur. Acemiler Yalnızlar, Loş Ayna, Kedi ve Ölüm, Baharla Gelen yazarın ilk dönem romancılığının ürünleridir. ‘Elif’in Öyküsü’ ile başlayan ikinci döneminde ise, bireyin sosyal ve toplumsal etkenler altında biçimlenen kişiliği, toplum karşısındaki açmazı sorgulanır. ‘Oyuncu’, ‘Böcek’, ‘Ortadakiler’ gibi tanınmış romanları bu yöneliminin örnekleri. ‘Tekilleşme’, ‘Dönüşler’, ‘Köleler ve Tutkular’ üçlüsünde ise, roman kişilerinin düşünce yapılarında varoluşun nedenleri ve sonuçları üzerinde durulmaktadır. Romanlarının çoğunda ‘olay’ arka planda gelişirken, olayların kişiler üzerinde uyandırdığı ruhsal etkiler, dönüşümler romanın asıl konusunu oluşturur. Sinematografik öğeler ve polisiye tekniği ile metin diri tutulur. Yapıtlarında kahramanlarının psikodinamiklerini Freudiyen yaklaşımlarla çözümlemeye çalışan Erhan Bener’de, psikolojik gerçekçilik belirgin olarak öne çıkmaktadır. “Okuyucuya üslup ve sözcük oyunlarıyla güçlük çıkarıp ona üstün insanlığımı kanıtlamak yerine, olabildiğince rahat okunabilecek bir anlatım ve üslup özelliğini koruyarak, onunla duygusal ve düşünsel bağlar kurmaya çalışırım” diyor Erhan Bener. Şiirselliğin bir yazın yapıtı için özellik değil, zorunluluk olduğuna inanıyor yazar. YENİDEN ÖYKÜ... 1992’de yazarlığının kırk yedinci yılında yeniden öyküye döndüğünü görüyoruz Erhan Bener’in. Bu tarihten sonra altı öykü kitabı ve bir de öykü seçkisi yayımlanıyor. Öykülerinde de romanlarında olduğu gibi, bireyi öne çıkaran, kurguya önem veren yazım anlayışını sürdürüyor. (Aşkı Muhabbet Sevda, Gece Gelen Ölüm, Günbatımı Öyküleri,Denizaşırı Öyküler, Yaralı Aşklar, Aşk Nereye Kadar, Bir Demet Mimoza.). Bener’in öykülerinin çok azının klasik kurgulu olduğunu, daha çok Çehov tarzı durum öykülerini yeğlediğini görüyoruz. Sohbet tadı, şiirsellik, ironi ve mizah, Bener öykülerinin başlıca özellikleri. Kimi öykülerinin novella denilebilecek yoğunlukta olduğunu da belirtmeliyiz. Erhan Bener doğumu ile ölümü arasındaki çizgiye otuzdan fazla yapıt sığdırmış, üretken bir yazar. Anılarına göz gezdirdiğimizde, salt ağabeyi Vus’at O. Bener’in değil, babası Raşit Bener, amcası felsefeci Cemil Sena, kız kardeşi Bilge Bölükbaşı ve oğlu Yiğit Bener’in de yazar olduğunu görüyoruz. DNA’ya kayıtlı baskın bir edebiyat geninden bile söz edilebilir bu durumda. Henüz ilkokuldayken Bursa’dan Sıvas’a izinli gelen ağabeyinin armağan ettiği lastik harfli küçük matbaa oyuncağı ile başlayan yazma tutkusu, raflardaki onlarca Erhan Bener kitabının en önde gelen nedeni sanırım. O tutku, yolculuğun son anına kadar bakın nasıl sürdü: 5 Aralık 2007’de, “Kırmızı” yayınlarının basıma hazırladığı iki kitabının dizgileri getirildi hastane odasına. “Yetiştirdiler,” dedi zor duyulan bir sesle; serumlar, tüpler arasındaki derin halsizliğini bir an için unutup, kitabının dizilmiş sayfalarına dokundu, gülümsedi belli belirsiz. “Tamam” dedi. Gidebilirdi artık. İki gün sonra, 7 Aralık 2007’de noktayı koydu. Son yolculuğuna çıkarken üstünde ‘Yalnızlar’ romanının kapağı vardı sadece. Yazarın yaşamöyküsü ile yapıtın yaşamöyküsü bir daha ayrılmamak üzere birleşmiş; yapıt ve yazar zaman ötesi boyuta birlikte geçmişlerdi. Yazmanın bir nedeni de ölüme meydan okumak değil midir zaten? ? 932 SAYFA 5 CUMHURİYET KİTAP SAYI