24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Erhan Bener’e saygıyla… Erhan Bener’in yol arkadaşı: Yalnızlar rak yaşanmış altmış iki yılın birikimiyle karşılaşıyoruz. Erhan Bener’in, ‘Bireysel ve Psikolojik Konular’da (aşk ve cinsellik, yalnızlık, özgürlük), ‘Sosyal Konular’da (bireytoplum çatışması, aile sorunları, kuşak çatışmaları) ve ‘Felsefî Konular ’da (varoluş, ölüm, sanat) yoğunlaştığını görüyoruz. Toplumsal yapıya insanın iç düzeneklerinden yola çıkarak yaklaşıyor yazar. Fethi Naci’nin dediği gibi, “Erhan Bener’in başarısı, romancının aslî görevinin ne olduğunu bilmesinden kaynaklanıyor: Bireyleri anlatmak.” Bir cümle: “ Gittiğimiz her yerde, yerliler vardı, biz de dışarıdan gelmiş yabancılardık.” Erhan Bener’in çocukluğunu, ilk gençlik dönemlerini anlatırken yaptığı bu saptama, yapıtlarındaki yalnızlık temasının ip uçlarından biri gibi göründü bana. Oysa yazarın yaşamı ile yapıt arasında bağlantı kurmak, yapıtla yazarı ya da yazarın yaşamöyküsü ile yapıtı açıklamaya çalışmak ‘yaşamöyküsel eleştiri’nin bildik tuzaklarına götürebilir bizi. Proust: “Bir kitap, alışkanlıklarımızda, toplumsal yaşamda, kusurlarımızda ortaya koyduğumuz ‘Ben’den farklı bir ‘Ben’in ürünüdür” derken, yapıtın ancak kendi kendisiyle açıklanabileceğini söylemiştir. Ama; yazaryapıt ilişkisinin her zaman kışkırtıcılığını koruyan bir bağlantı olduğu da yadsınamaz. Öte yanda, yazarın yaşamöyküsüne değil de, doğrudan yapıtın yaşamöyküsüne, oluşum sürecine ağırlık veren oluşsal (genetik) eleştiri yaklaşımı ile yapıtı kendi evreni içinde değerlendirebiliriz. ‘ROMAN TRAJEDİDİR’ “Roman bir trajedidir” diyen, Erhan Bener’in bu savını kanıtladığı yapıtı ‘Yalnızlar’ı sarsılarak okumuştum. Genç, yalnız, aydın memurların taşra sıkıntıları, sorgulamalar, arayışlar, o sıkıntıyı aşacak tutkuların peşinde savruluşları, psikolojik gerçekçi yaklaşımla derinine inilen kanlı canlı karakterler, Erhan Bener’in kurgu ustalığı ile oluşan o özgün roman atmosferi çekmişti beni. İki yıl sonraydı sanırım Vus’at O. Bener’den ‘Buzul Çağının Virüsü’nü okudum. Apayrı iki kitaptı. Farklı yazınsal tatları, farklı dünyaları vardı iki kitabın ama, derinde, dipte birleşen bir şeyler vardı: Sanki sıra dışı, dehşet verici bir şeye tanık olmuşlardı. Çok önceleri… O zamanlar… Hani bellekte ilk tur kayıtların yapıldığı o gençlik dönemlerinde… İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, orada, Edremit’te, dar sokaklarda, karanlık odalarda yaşanan ya da gözlemlenenler, iki ayrı dil, iki ayrı üslupta, iki farklı romanın örgüsüne sızmıştı. Benzeri durum, Tahsin Yücel’in ‘Kumru ile Kumru’su ile, Nezihe Meriç’in ‘Oradan da Geçti Kara Leylekler’ adlı romanları arasında da gözlemleniyor. Burada da aynı noktadan yola çıkarak oluşturulmuş özgün yapıtlar söz konusu. Böylesi kesişmeler edebiyata dair birçok kuramın irdelenebileceği değerli deneysel örnekler oluşturuyorlar. Erhan Bener’den ve Vus’at O. Bener’den alıntılar yaparak, yaşananların yazarın yaratıcı düzeneğinden geçerek roman gerçekliğine dönüşümünü gözlemlemeye çalışalım. Yalıtılmışlık kavramı örneğin: Yalnızlar’da Doktor Nevzat: “Korkunç bir çemberdi onları boğan. Hepsi bir büyük kentten çıkıp gelmişlerdi buraya. Çevreleriyle uyum sağlayamamışlardı. Kendi dar dostluk çemberleri içinde, birbirine benzer sıkıntılarını karşılıklı aynalar gibi, birbirlerine baka baka çoğaltarak, ne yapacaklarını bilememenin umutsuzluğu içinde, eriyip gittiklerini duyuyorlardı.” ‘Buzul Çağının Virüsü’nde Malmüdürü Osman Yaylagülü aynı yalıtılmışlık çemberini şöyle anlatıyor: “Çok gördüm, köy, büyükçe köy, kasaba, ama yaşadım mı insanlarıyla iç içe? Yaşamak ne söz, teğet bile geçemedim yanlarından. Oralarda doğacak, büyüyecek, öleceksin, yoksa onlardan olamaz sın. Ondurup öldürmeyecek kadar dar da olsa geliri, ben de memur çocuğuyum alt yanı. Köylünün, işçinin, esnafın kendinden saymadığı. İstersen damı loğ taşıyla sıkıştırılan kerpiç evlerde otur.” İki kitap arasındaki ortak damar, taşra mekânları, tipik taşra karakterlerinde sürüyor. Yalnızlar’da Terzi Nuri’nin dükkânı: “Necati geç vakit dükkândan içeri girdiğinde Terzi Nuri yalnızdı. Necati’yi görünce başını ütüden kaldırdı, kirpik yerlerinde kıpkırmızı, yara izine benzeyen bir çizgi kalmış çipil gözlerini kırpıştırarak baktı; yanağının kenarında bıçak izi gibi çukurlaşan gülümsemesiyle elini uzattı: Kaç gündür nerelerdeydin be yahu?” “Duvarlarda, kimi çiviye, kimi askıya asılmış, kimi teyelli, kimi tamamlanmış, bir yığın giysi; potur, pantolon. Terzi Nuri ayyaştır, pistir, sözüne güven olmaz. Ama iyi terzidir.” ‘Buzul Çağının Virüsü’nde aynı yer: “Cüce Veli’nin tütüncü dükkânından dört kutu Bafra aldım. Soktum yan ceplerime ikişer ikişer. Çift çizgi yapmış yatak ütüsü pantolonumda. Gazanfer Usta’ya uğrasam mı çeker terzi ütüsü, altı ay gider. Belini de daraltır. Ama çekilmez çenesi. Tezgâhın altından uzattığı yarım fincan susuz rakıyı boşaltmak zorundasın midene, vazgeç.” ZİHİNSEL BİR ÜLKE Bu bölümler Gogol’ün Palto öyküsündeki terzi dükkânını çağrıştırdı bana. Edebiyat, yaşayan, dönüşen bir üretim; aynen insanlığın kolektif bilinci gibi edebiyatın da ortak, geçişken, uçsuz bucaksız zihinsel bir ? 14 Şubat 2007’de İzmir’deydi Erhan Bener. İzmir Öykü Günleri’nin onur konuğuydu. Kültür Merkezi’nin salonu merdiven aralıklarına dek doluydu. “Erhan Bener’in Edebiyat Yolculuğu”ydu konu. Günün sonunda sahneye davet edildi; onur ödülü, plaketler, çiçekler sunuldu. Mutlu görünüyor; edebiyatla iç içe geçirdiği altmış iki yılın ödülümüdür bilinmez, gencecik, ışıltılı gülümsüyordu. O ışıltılı gülümsemeyi hep özleyeceğiz. Birsen Ferahlı’nın, adı geçen öykü günlerinde Erhan Bener üzerine yaptığı konuşmayı, son günlerinin bir anını da ekleyerek aktarıyoruz sizlere. Karga ? Erhan BENER B ? Birsen FERAHLI rhan Bener 1945’te Kayseri Lisesi öğrencisiyken, ‘Erciyes Dergisinde’ “Küçük İstasyon” adlı ilk öyküsü yayımlandığında, o ışıltılı gülümsemesi ile gülümsemiş olmalı. O gün, yazmanın sancılı tutkusu ile tanışmış ve bir daha hiç kopmamış bu tutkudan. Şiirle başladığı yazma serüveni; öykü, roman, deneme, anıöykü, çocuk kitapları, tiyatro oyunu gibi edebiyatın farklı türlerinde sürmüş. Otuzu aşkın yapıt… Çabalar… Ödüller… Ve şimdi, Behçet Necatigil’in dizeleri: “Adı, soyadı / Açılır parantez / Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti / Kapanır parantez” ‘O çizgi’ye yakından baktığımızda, yaza E ir karga tünedi hastane odamın balkonuna. Dikti gözlerini bana. Balkonun kapısı açık… Kuzguni, parlak tüylerini düzeltiyordu, sivri, keskin gagasıyla. Bir süre bakıştık, öylecesine, şimdiden ölümcül düşmanlar gibi. Sonra bana sırtını döndü, kocaman kanatlarını açarak havalandı, gözden kayboldu. Yalnız kalmıştım yine hastane odamda. Ne oda ama! Hele tam karşımda duran o suluboya tablo… Kim bilir hangi yeteneksiz çiziktirmişse. Renkleri badanayla uyumlu. Nankörlük edecek değilim gerçi. Oda özel oda. Hastane odası ne kadar özel olursa… Paldır küldür dalıyor hemşireler gecenin bir yarısı, tam güç bela sızmışken. Ne o? Kan alacaklarmış… Oysa ne kan kaldı ne de kan alınacak damar. İşlerini yapıyorlar elbette… Ama şöyle bir deliksiz uykuyu öyle özledim ki… Doktorlarımı seviyorum. Hele o iyimser olanı. Beni kurtarayım derken kendi gidecek heyecandan… Delifişek dostum. Oysa hastalığımdan kurtuluş yok. Biliyorum. Her şeyin farkındayım. Az sonra, acımı dindirmek için kolumdaki seruma kattıkları ilacın etkisiyle sızıp kalıyorum. Gözümü açtığımda odama doluşmuş doktorları görüyorum başucumda. Hoca ve peşinde asistanları, gayretli intörnler… Güzel kızlar da var aralarında. İçim açılıyor, açılabildiği kadar. Derken, hocanın omzuna tünemiş kargayı ayrımsıyorum o kalabalığın içinde. Beyaz önlükler arasında kuzguni tüyleriyle nasıl da ayrıksı… Balkondaki karga bu, dik bakışlı olanı. Nasıl da çıkmışsa hoca nın omzuna. Benden başka kimse fark etmiyor sanki onu. Ya da oralı olmuyorlar. Kanıksamışlardır ola ki. Yine gözlerini dikmiş kötü kötü bakıyor bana. Tam o sırada, hoca cebinden stetoskopunu çıkarıp, göğsümü dinlemek için yatağa eğiliyor. Karga hâlâ omzunda. Burnumun dibine kadar sokuluyor. Gagası yanağımı sıyırınca ürperiyorum. Uyandığımda odamda yine yalnızım. Balkonun kapısı hâlâ açık. Mevsim kış. Hava soğuk. Ama üşümüyorum. Az sonra karga gelip tünüyor yine balkonun kenara. Dikiyor gözlerini bana. Tehditkâr. Aklı sıra korkutacak beni, yıldırıp irademi teslim alacak, yalvartacak. Gözlerimi kaçırmıyorum oysa. Tam aksine, meydan okurcasına ben de ona dik dik bakıyorum. Her kuşun eti yenmez. O da öğrenecek bunu. Karga nedir ki zaten? Siyah, beyaz ve gri bir yığın, renksiz bir kuş. Ondan mı korkacağım? Sinirleniyorum onun o kendinden emin küstahlığına. Öfkeyle çekiyorum kolumdaki, burnumdaki, boğazımdaki kabloları, hortumları, kateterleri… Fırlatıp atıyorum! Kalan gücümü toplayarak, sendeleye sendeleye de olsa balkona yanaşıyorum. Kapısı açık… Karganın dibine kadar sokuluyor, kendimi yukarı çekip balkonun kenarına, yanına oturuyorum. Şaşırıyor. Şaşıracak tabii. İp boynuna geçtiğinde, insan sandalyeye tekmeyi kendi atmasını bilmeli. Hiç tereddüt etmiyorum… ? Gazi Üniversitesi Hastanesi, 1352 numaralı oda. 7 Aralık 2007 * Erhan Bener’in ölümünden birkaç gün önce hastane odasında kurgulayıp anlattığı, ama kâğıda dökemediği son öyküsü… SAYFA 4 CUMHURİYET KİTAP SAYI 932
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle