03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Okur, öyküseverler, öykü çevresi ne denli haberli Mucize Özünal’dan, onun üç kitaba dağılmış öykülerinden? Onun bu denli örtük kalmasını anlamak olası değil! “Sorgucu”, “Suya Düşen”, “Eski Sandaletler”, “Tek Boynuzlu At”, “Eşik Bekçisi Buz Duvarı” vb. unutulmaz öyküler verimlemiş bir yazar, nasıl olur da öylece bir köşede kalır bu öyküler görülmeden, okunmadan? Bana sorarsanız, öykü çevremiz Mucize Özünal’ın öykülerini yerli yerine oturtmak zorunda M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Öykü/Roman Zamanı Öyküyle romanın sarkacında M ucize Özünal’ı Alayın Kızları (Can, 2000) adlı romanıyla tanımıştım. Kitap üzerine uzun, ayrıntılı bir yazı da kaleme almıştım Adam Sanat’ta o ara. (Bak.: Aralık 2001) Daha önce dergilerde yer alan bir iki öyküsünü okumuştum elbette Özünal’ın, ama yazar olarak onu ilk kez bu romanıyla tanıma fırsatı buldum diyebilirim yine de. Derken iki kitap daha geldi birkaç yıl sonra, ikisi de yaşamöyküsü romanı: Cahit Arf’in anlatıldığı Kara Cümle (Tudem, 2004), A.Adnan Saygun’un anlatıldığı Dar Köprünün Dervişi (Tudem, 2005). Kara Cümle, elime ulaşır ulaşmaz çarçabuk okumuş, heyecanla kaleme sarılarak “Kitaplar Adası”nda söz açmıştım romandan. Yazı yayımlanınca telefonla aramıştı Özünal. Böyle tanıştık onunla. Yazından, öteki konulardan konuşarak bir kıyı boyunca yürümüştük. Ardından bir cennet bahçede çay yudumlamıştık, o sıra imzalamıştı üç öykü kitabını: Kızkovalayan (Karşı, 1991), Park Öyküleri (Karşı,1994), Gün Tutulması Öyküleri (Kaynak, 1997). 1990’lar boyunca öykü yayımlayan Özünal’ın, 2000’ler boyunca da roman yayımlamaya koyulduğu söylenebilir. Nitekim arada yeni romanı çıkageldi yine Can’dan: Kullanılmış Hayat (2005). Mucize Özünal’ı roman yazarı olarak nasıl değerlendireceğiz, sonra öyküleri için neler söyleyebiliriz, Gelin kitaplardan içeri adım atalım biraz da. “ALAYIN KIZLARI”NDAN “KULLANILMIŞ HAYAT”A... Bir ilk roman olarak Alayın Kızları, kuşku yok ki başarılıydı, peki ikinci romanı nasıl bir açılım getiriyor Özünal’ın, roman sanatı, estetiği bağlamında neler söylenebilir Kullanılmış Hayat için? İdealleri için yaşamını veren insanlara eğilmiş, bunlardaki kişilik değişimi, karakter yapıları üzerine geliştirimler getirmiş bir roman Kullanılmış Hayat. Bu çerçevede bir sorunsala odaklanmış roman örneği olarak da alınabilir yapıt. Elbette hoş, heyecan verici bir yaklaşım bu. Böylesi bir konuyu ele aldığı için, ötesinde cesaret gösterebildiği için buna. Özünal, devrimin başlangıç yıllarında Sovyetler’de geçen bir gençlik, bununla gelen yaşanmamış ya da kullanılmış hayat olgusu çevresinde tartışmaya yol açabilecek bir roman verimliyor. Kullanılmış Hayat’ın bir kahramanı, “yaşamımı kullanmalarına izin vermiştim!” (123) diyecektir zaten. Kullanılmış Hayat, başlangıçta özel hastanesini ateşe veren hekimin sorgulanışı olarak öne çıkıyorsa da sonrasında, kendi gözlemlerinden, hastalarla görüşümlerinden öğrendikleriyle bu kez sorgulamaya yönelişine dayanan bir roman. Ancak bu arada romanın coğrafyası, evreni büyük açılım gösteriyor. Yalnız Doğu coğrafyası girmiyor, söylenceleriyle, kültürü, yaşamıyla da büyük canlılık içinde kendine yer buluyor romanda Doğu. Gerçekten de yazarın birer tragedya kişisi gibi yapılandırdığı, hatta bunu özellikle yeğlemiş göründüğü kahra Mucize Özünal manlarıyla (“Siz de tanrılar gibisiniz…” [105]) Behram, Züleyha, Vahap ilginç üçlü oluşturuyor denebilir. Kişilerin yapılarını ele veren konuşmaları, yansıtılan düşünce, bunun dildeki dönüştürümü olağanüstü başarılı. Ama bu başarı yazarın kendisinden kaynaklanıyor yine de, konuşmaların yaslandığı zenginliklerden değil. Kahramanlar, evet büyük çeşitlilik gösteriyor. Yazar da bunları, kendi öznellikleri içinde birer karakter biçiminde yapılandırarak çıkarmaya çalışıyor ortaya. Ancak bunun istenen sonuca ulaşıp ulaşmadığına geldiğinde konu, iş değişiyor… Örneğin itfaiyeci ile doktorun konuşmalarına bakıldığında bu kişilerin yer yer, bu biçimde konuşamayacakları kuşkusu uyanmıyor değil insanda. Öyle ya, sorgulama da bir süreç olarak düşünüldüğünde, enikonu tiyatro metni bağlamında değerlendirilebilir. Bir oyun metni, kişilerin konuşma biçimiyle, bu konuşmalardan yayılan gerçektenlik duygusuyla, sonuçta yol açtığı inandırıcılıkla güç kazanmaz mı? Roman evrenindeki çelişki de burada. Her yerde, herkesin içinde hep yazar var sanki, herkesi o konuşturuyor. Kişilerse hayal yalnızca, yaşamıyorlar. Belki de kişilerin konuşmalarına yazar da sızıveriyor dayanamayıp. Kim bilir, bunu belki de özellikle yeğliyor yazar. Ancak eklemeden geçmeyeyim. Fazla görevcilik yüklendiğinde romanlara bunu taşıyamayıp altında kalabiliyor yapıt. Nitekim giderek yoğunlaşıp ağırlaşan bir yapı gösteriyor Kullanılmış Hayat da. O zaman yazar, bir açıdan kendi emeğini buduyor ne yazık ki. Oysa Mucize Özünal, yazına şiirle girmiş bir yazıncı. Bunun izlerine, onun verimlerinde sıklıkla rastlanıyor. Yazar bununla da yetinmiyor. Bu arada romanı biçemce zenginleştirmek adına müthiş bir polisiye gerilim ekliyor yapıtına. Ayrıca buna bilimkurgunun bütün inceliklerini ekleyerek yolunu sürdürüyor. Ama yazın çevreleri galiba bu katkıyı da suskunlukla karşılamayı yeğledi görebildiğimce. GEÇMİŞTEN GELECEĞE PARILDAYAN ÖYKÜ Mucize Özünal’ın altı yıla yayılan üç öykü kitabı, 53 öyküsü üzerine neler söyleyebiliriz? İlk öykü kitabı Kızkovalayan’la yüksek bir düzey yakaladığı, ilk verimleriyle birlikte çıtayı yüksekte tutarak öykücülüğe başladığı görülüyor yazarın. Kitaptaki öykülerden “Sorgucu”da, işkencecisi tarafından tecavüze uğrayıp hamile bırakılan öğretmenin, hamile kaldığını öğrendikten sonra yaşadığı süreç, sorgulama boyutundaki ikilemi, bunun okurla kurulan ilişkisi çok dikkat çekici. Özünal, “Sorgucu” başlıklı öykünün karşısına “Soyunun Soysuzu” öyküsüyle sarmal karşılık da getiriyor ayrıca. Diyeceğim işkence gören kadar işkence yapanın ruhsal katmanlarına da iniyor. Kaldı ki o, bütün bunları öykü türünün gereksindikleriyle yerine getiriyor. Kullanmalık dille, bir olayı ötekine berikine aktarırcasına üstünkörü değil. Bir öykünün eskimemişliğini ele veren giz nerede aranmalıdır diye sormanın sırası galiba. Gelin şu birkaç tümceyi okuyalım önce: “Yoncaların yeşil denizinde akıp giden vagonlar, lokomotifler, yük trenleri, yataklı vagonlar, postalar… Ah o yılların postaları… Kore gazilerini götürüp Kıbrıs fatihlerini getiren posta trenleri. Trenlerin dar pencerelerindeki gülüşlerin ardına ölüm korkularını saklamak isteyen genç erler. Neden başkasının oğlu değil de benimki diye sızlayan yüreklerini, sizleri bugün için doğurduk yinelemeleriyle susturmaya çalışan anneler. Sevgililer… Sen gidiyorsun, ben ne olacağım diyen gözlerinde aşkın yeminini, bağlı kalamayacaklarını şimdiden sezdikleri o yemini sunan genç kızlar.” (Kızkovalayan, 32) İşte bir öyküden satırlar, durumu aktarmıyor da fotoğrafını sunuyor size bunun, bir donuk kare halinde. Bu öykülemenin güzelliği karenin yorumunda. Öykü, işte böyle olduğunda kalıyor. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra bugün de bunu tüm canlılığıyla okuyabiliyorsunuz. Yirmi yıl sonra da okuyacağınızdan hiç kuşkum yok. Üstelik bunu, bir kör istasyondaki makasçının öyküsü içinde okuyorsunuz. ÖYKÜ EMEĞİYLE KARILMIŞ YAZARLIK... Onun öykülerinde yer yer Ege insanlarının karakter özelliklerini, tipolojisini çıkarmak da olası. Öte yandan Mucize Özünal güncel, popüler düzlemde çabucak kitleselleştirilip tüketilebilecek kimi konulara girdiği öykülerinde bile bunların düzeyini öylesine yükseltiyor ki, büyük tat alarak okuyorsunuz öyküleri. Mucize Özinal Diline hiç değinmeyeceğim onun. Romanlarından biliyordum zaten bu dili. Öykülerini okuyunca sapasağlam, dipdiri dilin nereden geldiğini çok daha iyi anladım böylece. Şunu da ekleyeyim, dildeki o sımsıkı örülmüşlüğe karşın öyküde havasızlıkla da karşılaşılmıyor ayrıca. Hemen her kitabında bir bütünsellik doğrultusunda öykülerini verimlediği ya da bir araya getirdiği gözleniyor yazarın. Kızkovalayan, bir bölümüyle 12 Eylül, öte yanıyla kadın erkek ilişkileri odağında yapılandırılmıştı daha çok. Park Öyküleri ise uzam olarak kent parklarının seçildiği örneklerden oluşuyor. Gün Tutulması Öyküleri’nde ise bir yandan tarihsel olguları öykünün tezgâhına alıyor yazar, öte yandan emek sorunsalını… Park Öyküleri’nde olay öndeymiş gibi görünse de yazar hem ruhsal ortamı kaygan bir düzlemde dengelemeye girişiyor hem de ilişkilenişler ağı içinde kendini gösteren öykü kahramanlarını belirginleştiriyor. Kısa dokunuşlarla parkta birbirine teğet duran, birbirinden kopuk, birbiriyle iç içe, sırt sırta duruş sergileyen bir dolu insan kent parkları aracılığıyla kendi içlerinde yolculuğa çıkıyorlar bir bakıma. Öyküler de böylece anlatımcı olmaktan çıkıp anlamlandırma boyutuna varıyor. İlk öykü kitabına oranla daha nahif öyküler denebilir bu örnekler için, ama daha aşağıda değil! Hatta “Parkta Zaman ve Aşk” vb. ayrıksı örneklere de rastlanabiliyor. Andığım öykü, bir kısa oyun güzelliğinde. Ustalıklı örgülerle öyküsünü geliştiren bir yazar Mucize Özünal. Geçişleriyle, değme noktalarındaki duyarlı ilmekleriyle, anlatımdaki örüntüleyişiyle anlamlandırıyor öyküsünü. Böylece öykü, onca olaya, duruma, ilişkiye, ilişkilenişe yaslandığı halde anlatımcı bir öykülemeye dönüşmüyor kesinlikle. Mucize Özünal, Gün Tutulması Öyküleri’nde toplumumuzun geçmiş yüzyıllardaki yaşamına da katılıyor kimi örnekleriyle. Onların bilim, resim sanatı anlamında yaşadıkları sıkıntıları, erdemtöre kıskacındaki yaşamlarını, Şeyh Bedrettin’le yaşamlarına çalınan mayayı anlatmaya kalkışmadan, ama okurun usulca anlamlandırmasını pekiştirerek öykülüyor bunları. Altı yıl gibi kısacık sürede verimlenmiş üç öykü kitabı. Bütün bunlar, döneminde pek de kavranamadığını gösteriyor Mucize Özünal’ın. Ama bugünden dönülüp bakıldığında onun öykülerinin hiç de eskimediği anlaşılıyor. On beş yıl önceleri yayımlanmış bu öykülerin hâlâ değerlerini, niteliklerini koruduğunu, öykü sanatı bağlamında onu birebir yansıtan bir yapı taşıdığını görmek doğrusu beni pek sevindirdi. Onun, beğendiğim bir tutumu da okura duyduğu sonsuzca güven. İşlevsel ayrıntıyı yerleştirdikten sonra mendil kapmaca oyuncularında görüldüğünce ayrıntısına bakınıp durmuyor öyle, unutuyor onu, taa okur bulana dek. Soy yazarların da hep böyle davrandıkları bilinmez mi? Bütün bunların ardından düşünmeden edemedim doğrusu; bu öyküler, karşılığını ne ölçüde buldu? Okur, onu geçtim öyküseverler, öykü çevresi ne denli haberli Mucize Özünal’dan, onun üç kitaba dağılmış bu öykülerinden? Zamanında ayırdına varılamayışı mı onu öyküden uzak tutuyor günümüzde? Kim bilir nice değerimiz var, kendini suskunluklara kaptırmış böyle? Nasıl aşılabilir bu suskunluk? Belki de bu öykülerin, yeniden basılıp okur önüne çıkmasıyla? O halde Özünal imzalı ürünlere dikkat etmek zorunda bundan böyle okur. Çünkü onun bu denli örtük kalmasını anlamak olası değil! “Sorgucu”, “Suya Düşen”, “Eski Sandaletler”, “Tek Boynuzlu At”, “Eşik Bekçisi Buz Duvarı” vb. unutulmaz öyküler verimlemiş bir yazar, nasıl olur da öylece bir köşede kalır bu öyküler görülmeden, okunmadan? Bana sorarsanız, öykü çevremiz Mucize Özünal’ın öykülerini yerli yerine oturtmak zorunda… ? KİTAP SAYI 931 SAYFA 24 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle