03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? ğıyla, kendini bu göle atıp öldüren Çoban Baho’nun ruhu ürperir... Önünüzde yürüyen ihtiyar kadın, öleceği günü bilir, sizinkini de bilir ama söylemez... İşte, böylesine bir “efsanevi coğrafya”dır Diyarbakır... Yalnız, kazdıkça çok daha derinlere iner ve giderek de dönüş yolunu bulamamak korkusuna kapılmaya başlarsınız. Duracağınız yeri bilmeli ve araştırma alanınızdan tam zamanında çekilmelisiniz... Çok zor bir işe girdiniz ve başardınız; sonuçta, sözlü anlatımı, yazılı anlatıma aktarıyorsunuz! Bu alanda zorluklar çekmişsiniz? Neydi onlar? Bunu kitabın “Diyarbakır Özelinden Hareketle Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Efsane Derleme Çalışmaları Yaparken Karşılaşılan Sorunlar, Bu Sorunlara Bağlı Olarak Geliştirilen Yöntemler, Öneriler ve Alınan Sonuçlar” başlıklı bölümünde ayrıntılarıyla anlattım. Burada da bazı ana başlıklar halinde verebilirim. 1Yöre halkının Kürtçe konuşmasından kaynaklanan “dil” sorunu. Merkezde ve erkek kaynaklarda bu pek sorun olmuyor ama köy ve mezralarda yaşayan ve Türkçe bilmeyen, özellikle kadın kaynaklarla çevirmen aracılığıyla konuştum. Bu da çalışmamın en zor aşamalarından birini oluşturdu. Önce ne istediğini çevirmene anlatmak, onun kendisine göre durumu kaynağa aktarması, sonra da kaynağın anlattığını bana aktarması ve aktarırken de yine kendisine göre bazı düzeltmeler ve düzenlemeler veya yorumlar yapma tehlikesi, hem zaman açısından hem de araştırmanın sağlığı açısından beni oldukça zorluyordu. Böyle olunca da ek bir maddi külfet getiren “çapraz tercüman” kullanma yoluna gitmek zorunda kalıyordum. 2Kaynak şahıslarla, derlemeci arasına yaratılması gereken “güven” sorunu. Bu belki de birincil derecede en önemli ve aşılması en zor sorun olarak karşıma çıktı. Böyle olunca da alana girmemi geciktirdi. Daha ilk aşamada, bu konuda oldukça cesaret kırıcı ve acı deneyimler yaşadım. Özellikle Kenneth Goldstein’nin “Sahada Folklor Derleme Metotları”nı ayrıntılarıyla özümsemiş, yine bu çalışmalarla ilgili kaynaklardan çoğunu taramış, gerekli notları almış, teorik olarak iyi donanımlı birisi olmanın verdiği özgüvenle bu teorik yöntem bilgilerimi hayata geçirmek üzere arabama binip en yakındaki köy ve mezralara gittiğimde, kaynaklarıma ne sorarsam sorayım sorunun anlamına, kendilerine ne sorulduğuna hiç bakmadan, şu kalıp cümleyi söylüyorlar ve sonra da taş gibi susup, yere bakıyorlardı: “Allah devletimize ve milletimize zeval vermesin, siz büyüklerimiz bizden daha iyisini bilirsiniz.” İşte o zaman, yel değirmenlerine saldıran Don Kişot gibi hissettim kendimi. Bu işin öyle pek kolay olmayacağını daha ilk adımda anlayarak, büyük bir yenilgi duygusu içinde geri döndüm... Döndüm ve oturup araştırma yöntemlerimi yeniden oluşturdum. 3Yol, su, elektrik, konaklama gibi alt yapı eksikliklerinden kaynaklanan sorunlar. 4Özellikle “kutsallık” motifine dayanan, dini efsanelerle ilgili olarak, halkın kendine kendiliğinden koyduğu “konuşma yasağı”. Çünkü Ziya Gökalp’in de “Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik İncelemeler” kitabında belirttiği gibi, yörede yabancılara, “Ağzı kara” diyorlar ve köylerinin esrarını onlardan saklıyorlar. Böyle olunca da görüldüğü gibi önümde duran en büyük engellerden birisi de nasıl edip de onlar için “ağzı kara” bir yabancı olmaktan çıkıp, “aydınlık ağızlı”bir dosta dönüşebileceğimdi. Sonraki yıllarda bunu başarıp, onların deyişiyle, yine onların “Destancı Sarı Hoca”ları olCUMHURİYET KİTAP SAYI duğumda artık, her iki tarafta, birbirimize yalnız güven değil içten bir sevgi de duyuyorduk ÜNİVERSİTE KIYIMI Sizin yaptığınız türden kapsamlı araştırmaları bizler genelde yabancı kalemlerden okuruz, bu eksikliğimizi neye bağlıyorsunuz? Bu nedenlerin başında elbetteki ülkemizde 1948’de yaşanan “üniversite kıyımı” gelir. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesindeki kürsüleri kapatılarak, meclis kararıyla kadroları kaldırılıp üniversiteden uzaklaştırılan değerli bilim adamlarımızdan birisi de Pertev Naili Boratav hocaydı. Bu olaydan sonra bu kürsü yeniden kurulmadığı gibi, halkbilimi alanına hep “netameli” bir alan gibi davranılmış ve bu konudaki dostlar alışverişte görsün türünden yapılan yüzeysel çalışmalar da hep devlet eliyle yönlendirilmiştir. Üniversitelerde birkaç saatlik önemsiz yan dersler gibi okutulan halk edebiyatı dersleri de yine hep belirli bir dünya görüşüne sahip kişiler tarafından yönlendirilmiş ve bu “ocak”tan olmayanlara yaşam hakkı tanınmamıştır. Bu çalışmaların çoğu da derleme düzeyinde kalıp, yorumlama, çözümleme, öteki dünya halk kültürleriyle karşılaştırmalı olarak inceleme ve sentezleme yöntemlerine gidilmemiştir. Bu alandaki bilgiyi günümüz koşullarına transfer etme ve onlardan yararlanma ise yok denecek kadar azdır. Oysa artık dünyada “Halk Anlatılarının Örtük Transaksiyon Yoluyla Psikoterapi Aracı Olarak Kullanılması” gibi çok önemli ve yararlı gelişmeler ve kullanım alanları vardır. Ayrıca halk anlatıları incelenip çözümlendiğinde, o anlatıları yaratan toplumların etik, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik haritaları çıkar. Bu da birçok bilim dalına ve çağdaş sanatlara kaynaklık edebilir ve o toplumların iyiden yana yönlendirilmesi konusunda yardımcı olur. Bu alanda üniversiteler çok ciddi kaynak ayırmalı ve bilimsel anlamda halk bilimi araştırma enstitüleri kurmalıdırlar. Bunun için de önce bunun gereğine inanan bir eğitim politikasına gerek vardır elbette... “Efsaneler, ortak bir dünya kültürü oluşturuyor,” diyorsunuz. Bu cümlenizi biraz açar mısınız? Mitler, masallar, efsaneler gibi halk anlatıları evrensel ortak motifler üstüne kurulmuşlardır. Bu nedenle de bütün dünya halk anlatıları ortaktır, benzerdir ve ortak bir dünya kültürü oluştururlar. Temelde olaylar, motif iskeleti ortaktır. Bir Alman masalının benzerini bir Türk masalında da bir Afrika masalında da bulabilirsiniz. Ulusal olan yönleri ise anlatım sırasındaki isimlerin, mekânların, giysilerin, değer yargılarının gösterdiği değişikliklerdir Örneğin bir Batı masalındaki kadın kahramanın adı Maria ise, bizdeki Meryem’dir, o etek giyiyorsa bizdeki şalvar giyer, oradaki olay kilisede geçiyorsa bizdeki camide geçer vb gibi. Ulusallık gösteren özellikler bunlardır yoksa olay örgüsü, sebep sonuç ilişkisi, iletileri ortaktır. Bunun için de halk anlatıları, dünya halk kültürlerinin, içlerinde yaşamın gerçeklerini barındıran, düş ırmaklarıdır. Ama gerçekten kaynaklanan bu ırmaklar, yine hayatın gerçeğini taşır ve gerçeğe karışır. Peki, halk edebiyatında, efsaneleri nerede tutarsınız? Nedir halk edebiyatındaki yeri? Halk anlatılarını geçmişten günümüze, düşten gerçeğe, bilinmeyenden bilinene doğru şöyle sıralayabiliriz: Mitler, masallar, efsaneler, destanlar, halk hikâyeleri. Görüldüğü gibi efsane, sistematik olarak sıralamada masalla destan arasında yer alır. Masaldan en önemli farkı ise masallar inanç konusu olmadıkları halde, efsaneler inanç konusudur ve anlatıcı/ anlatıcılar ona inanılmasını isterler. Yani bir başka deyişle, “üç bilinmezlik” üstüne kurulmuş masalların tersine, “üç bilinirlik” üstüne kurulurlar, yani zaman, mekân, kahraman bilinirliği. Bu da elbette ki onları gerçeğe daha yakın kılar ve dolayısıyla da inanç konusu yapar; yine bu nedenledir ki derlenmesi ve kaynaktan alınması en zor halk anlatısı türüdür. Yine bu nedenledir ki toplumun sosyolojik ve psikolojik yapısını yönlendirmede çok önemli bir işlev görürler. EFSANELERİN GÜNÜMÜZDE KOŞUTLUĞU Günümüzle efsanelerin bir koşutluğu söz konusu olabilir mi? Ya da günümüzle nasıl bir bağlantı kurulabilir? Mitler insanlık tarihinin sözlü başlangıcını oluştururlar. Efsanelerde bu tarihin devamından başka bir şey değildir. Yüzyıllar boyunca ağızdan ağıza, insanlığın serüvenini kuşaktan kuşağa aktararak taşır dururlar. Bu nedenledir ki anlatılardaki hiçbir anlatım insanlığa ve gü “Mitler, masallar, efsaneler gibi halk anlatıları evrensel ortak motifler üstüne kurulmuşlardır. Bu nedenle de bütün dünya halk anlatıları ortaktır, benzerdir ve ortak bir dünya kültürü oluştururlar. Temelde olaylar, motif iskeleti ortaktır. Bir Alman masalının benzerini bir Türk masalında da bir Afrika masalında da bulabilirsiniz. Ulusal olan yönleri ise anlatım sırasındaki isimlerin, mekânların, giysilerin, değer yargılarının gösterdiği değişikliklerdir. (...) Bunun için de halk anlatıları, Dünya halk kültürlerinin, içlerinde yaşamın gerçeklerini barındıran, düş ırmaklarıdır. Ama gerçekten kaynaklanan bu ırmaklar, yine hayatın gerçeğini taşır ve gerçeğe karışır” diyor Muhsine Helimoğlu Yavuz. 931 nümüze yabancı değildir. Mit, efsane ve masalı yorumlayabilen hayatı da yorumlayabilecek, çözüm önerileri getirebilecek ve yere daha sağlam basabilecektir. Efsanede olan her şeyin karşılığı hayatta vardır, hayatta olan her şey de efsanenin konusudur. Gözlemlediğim bir durum var, örneğin şimdilerde, geçmiş zamana ait kahramanlardan, efsanelerden umut beslenir bir durum söz konusu? Ne dersiniz? Ne yazık ki doğru bir gözlem. Sorunlarına gerçek yaşamda çözüm bulamayanlar, çözümü böylesine inanç konusu olan doğa üstü güçler de arayacaklardır. Bu arayışın objesi olanların sayısal çoğunluğu giderek artmaktaysa burada bilinçli ve sinsice bir yoksullaştırma, bilimsel eğitimden uzaklaştırma, inandırma ve demokrasi adına kullanılarak, zavallı yoksullaştırılmış kitleleri kolayca yönetme politikasından söz edilebilir. İkinci olarak da eğitimli olduğu halde bu doğa üstü ve bilim dışı inançlara sahip çıkıp, onun sözcülüğünü yapıyorsa bu çok daha vahimdir. Çünkü ortada bir çıkar beklentisi ve dolayısıyla bir ikiyüzlülük vardır. Örneğin tıp tahsil etmiş bir doktorun, okunmuş bir objeye inanarak çocuğunu iyileştirdiğini söylemesi ve bunun da günlerce basında yer alması insanın kanını dondurmaktadır. Gelişmiş bireylerin ve toplumların, kahramanlara gereksinimi yoktur. Herkes kendisinin kahramanıdır. Bu nedenle kitapta Aziz Nesin’in de dediği gibi bu efsaneler kültürel kalıtlarımız olarak elbette toplanmalı, korunmalı, yorumlanıp incelenmeli, iletileri saptanmalı ama bu anlamda yani inanç konusu olarak hâlâ bir sömürü aracı olarak kullanılmamalıdır. Eğer kullanılıyor ve türbeler hâlâ umarsız insanlarla dolup taşıyorsa, o ülkenin vay haline... Son olarak şunu sorayım: Türk halkı kendi kültürünü ne ölçüde koruyabildi ve bugün koruyabiliyor mu? Ya da bir çaba gözlemliyor musunuz bu konuda? Araştırmacı kimliğinizle nasıl yanıtlarsınız? Bu konuda yeterli olmasa da uğraşlar vardır ama istenen düzeyde değildir. Yukarıda da belirttiğim gibi bu bir politika ve buna bağlı olarak da bir finansman işidir. Gerekli araştırma enstitülerini açmak, gerekli eğitimi yaparak uzmanları yetiştirmek, araştırma bütçeleri yapmak, verileri analiz edip varılan sonuçları yayımlamak, bunların hepsi bütçe gerektiren işlerdir. Ülkemizde ise bilime ve sanata ayrılan bütçe ortadadır. Aziz Nesin’in şu cümlesiyle nokta koyalım isterseniz söyleşimize: “Bir ülkenin gerçek sahibi olmak, o ülkenin bütün kültürel kalıtlarını korumak, onları çağcıllaştırarak üretmekle olabilir.” Bir ülkenin maddi ve özellikle de sözel kalıtları o ülkenin en büyük zenginliğidir ve elbetteki gün yüzüne çıkarılıp çok da iyi korunmalıdır. Özellikle sözlü kültürün buna ivedilikle gereksinimi vardır. Çünkü Latince bir söz olan “Verba volant scripta manent”, yani “söz uçar yazı kalır,” bu gereksinimi en iyi özetliyor sanıyorum. Ben bu söyleşiyi araştırmama konu olan Diyarbakırlılara seslenerek bitirmek istiyorum: Yıllar süren alan araştırmalarım sırasında benimle yalnız ekmeklerini değil masallarını, efsanelerini ve yaşamlarının bir bölümünü paylaşan tüm Diyarbakırlılara teşekkür ediyorum ve diyorum ki, ‘Yılanlı, akrepli, sevdalı şehrin o çok sevgili insanları; bu kitapta anlatılan sizin efsanenizdir…’ ? [email protected] Diyarbakır Efsaneleri/ Muhsine Helimoğlu Yavuz/ Cumhuriyet Kitapları/ 532 SAYFA 17
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle