02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Uygar Şirin ile ‘Büyük Deniz Yükseliyor’ üzerine öğrencisine bulaşan bir şey bu. Bana da bulaştığı için çok memnunum. YAZI SONRADAN GELDİ Böyle bir lisede edebiyatla ilişkiniz nasıldı? Edebiyat Kolu gibi şeyleri kastediyorsanız, alakam olmadı. İnsanlarla bir arada olmaya pek meraklı değildim. Kendi köşemden çıktığım dönemlerin birinde, “Galatasaray” dergisine adım attım (öğrencilerin çıkardığı bir dergiydi) ve iki yıl boyunca orada çalıştım. Söyleşiler, çeviriler yaptım. Ufak tefek makaleler, öyküler yazdım. Aynı dönemde Galatasaray mezunu olan çeşitli yazar ve gazeteci abilerimizle tanıştık, onlardan bir şeyler anlamaya, öğrenmeye çalıştık. Kaldı ki o sıralar asıl merakım sinemaydı. Yazı sonradan geldi. Daha doğrusu, her zaman varmış da ben sonradan gördüm. Şimdilerde metin yazarlığı yapmakta, Sinema dergisinin devamlı yazarları arasında yer almaktasınız. Karışık Pizza adlı filmin senaryosunu yazdınız. Gelin biraz sinema üzerine konuşalım… Nasıl başladı merakınız/ilginiz sinemaya? İlgim hep vardı galiba. Galatasaray Lisesi’ne girdiğimde, İstanbul’a da ilk kez geliyordum. Her şeyden önce Beyoğlu’nun sinemalarını merak ettiğimi, yatılı okuduğum için sadece hafta sonları sinemaya gidebildiğimi ve Atlas, Saray, Fitaş, Dünya ve Yeni Melek derken, Beyoğlu’nun neredeyse bütün sinemalarını ziyaret ettiğimi hatırlıyordum. Bir de izlediğim filmleri iyiden kötüye doğru sıraya sokardım kafamda. Eleştirmenliğe hazırlık yapıyormuşum herhalde! TRT2’de cuma akşamları yayımlanan “Bir YönetmenBir Film” kuşağını hiç kaçırmadığımı ve Kurosawa’dan Spielberg’e kadar birçok yönetmenle, hatta yönetmenlik kavramıyla o sayede tanıştığımı da hatırlıyorum. Yine de sinemaya ilgim tutku seviyesinde değildi. İlgimin “merak”tan “manyaklığa” dönüşmesinde iki film önemli rol oynadı. Biri Taviani Kardeşler’in “Kaos”u. Diğeri Theo Angelopoulos’un “Puslu Manzaralar”ı. “Kaos”u izlediğimde 15 yaşındaydım. Evde yalnızdım. Tüylerimin diken diken olduğunu dün gibi hatırlıyorum. Bir filmden ilk kez o biçimde etkilenmiştim. “Puslu Manzaralar”ı ise 17 yaşındayken, İstanbul Film Festivali’nde izledim. Salondan çıktığımda “Demek sinema böyle bir şeymiş, insana bunları hissettirebilirmiş” diye düşündüm. O anı ve o duyguyu o kadar seviyorum ki, ilk romanım “Anne, Tut Elimi”nin kahramanı Ceren’in de romanda bir sinemaya gitmesini ve aynı şeyleri hissetmesini sağladım. ANLATMAK İSTEDİĞİM ROMANA UYGUN İlk edebi eseriniz ‘Anne, Tut Elimi!’ Neden roman yazdınız? Sorunuzun en kısa cevabı şu: Mutlaka anlatmak istediğim, anlatKİTAP SAYI ‘Beni büyüleyenin sinema değil yazı olduğunu anladım’ Peş peşe iki romanla çıkageldi Uygar Şirin yazınımıza. İlk romanı ‘Anne, Tut Elimi!’ okurlar tarafından ilgiyle karşılandı. Geçen günlerde yayımlanan ‘Büyük Deniz Yükseliyor’ ile de bu başarısını perçinliyor. İki hafta önceki Rıza Kıraç söyleşimde olduğu gibi, Uygar Şirin’le de sinemacı kimliğini göz önüne alarak kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar... ? Erdem ÖZTOP evgili Uygar Şirin, söyleşimizi genel yapının dışına çıkarak başlatıp, öyle devam ettirelim istiyorum. Romanlarınızı elbette konuşacağız ilerleyen aşamada. Ama öncesinde ben Uygar Şirin’in yazarlık serüvenini ön plana çıkarmak taraftarıyım. Başlayalım isterseniz, ilk yazdığınız/çiziktirdiğiniz metni hatırlıyor musunuz şu anda? Biraz bellek tazelemesi yapalım. Kâh merak, kâh tutku, kâh hayat gailesi derken, bugüne dek yazının farklı alanlarıyla uğraştım. Film senaryosu, şarkı sözü, film eleştirileri, roman... Dolayısıyla ilk yazdığım metni düşününce aklım çeşitli zaSAYFA 4 manlara ve mekânlara kayıyor. İçlerinden bir tanesini seçmem gerekse “Karışık Pizza”yı yazdığım günleri seçerim. “Yazdığım” dediğime bakmayın, birçok senaryo gibi o da bir ekip çalışmasıydı. İşi başlatanlar yönetmen dostum Aytan Gönülşen ile sinema yazarı ve senarist dostum Tamer Baran’dı. Birlikte bir taslak oluşturmuştuk ve o taslağı yazıya dökme, senaryoya dönüştürme görevi bana düşmüştü. Sene 1995 olmalı, yani 23 yaşındaydım. Yaptığım işin güzelliği karşısında (metnin kendisinden değil, yazma eyleminden söz ediyorum tabii) kanımın kaynadığını hatırlıyorum. Yazının kendisinden çok, bana hissettirdikleriyle ilgileniyordum galiba. Beni büyüleyenin sinema olduğunu sanıyordum, asıl “sorumlu”nun yazı olduğunu sonra anladım. DAĞARCIĞI BÜYÜTMEK İÇİN... Kimleri okuyordunuz peki o dönemlerde? Kimler sizin dağarcığınızı genişletiyordu, kimlerle o zamanlar bağı kuramamıştınız? Türk edebiyatı diye düşünecek olursam Kemal Tahir, Attilâ İlhan, Oğuz Atay ve Sait Faik’i saymam lazım. Galiba bahsettiğim dönemlerde onların kitaplarını sırayla okumakla meşguldüm. Diğer yandan da Herman Hesse ve Milan Kundera. Biraz daha geriye, ortaokul yıllarına gidersem, bilimkurguya ve fantastik edebiyata duyduğum ilginin kendi adıma önemli olduğunu düşünüyorum. Roald Dahl ve Dino Buzzati kitaplarının verdiği haz sayesinde daha çok okudum sanırım. 20’li yaşlarımın S başlarından itibaren ise tarih, özellikle de Kurtuluş Savaşı tarihi ve psikoloji (önce Fromm, sonra Reich, sonra da Jung) okuma zamanımın önemli bir kısmını almaya başladı. Sonradan, sinema yazılarımdan ya da romanlarımdan anlaşılacağı üzere, parapsikolojiye bulaştım. Başlı başına “fantastik” bir dünya. Tabii sinema her zaman bir kenarda durdu... Hayatımda önemli yer tutan yazarlar ya da kitaplar var ama “dağarcığı genişletmek” dediğimizde, bunların hepsini birden hesaba katmak gerekiyor. Galatasaray Liselisiniz! Bunu bir şans olarak atfediyor musunuz? Malumunuz, pek çok yazarımız bu lisenin merdivenlerini arşınlamıştı, tebeşir tozunu yutmuştu… Kesinlikle bir şans olarak görüyorum. Belki de hayatımın en büyük şanslarından biri... Galatasaray Lisesi’nin benim için önemli olan tarafı eğitiminde, yabancı dilinde ya da çok değerli insanlar yetiştirmiş olmasında değil. Daha ziyade kişiliğime yaptığı katkıda. Bunu kelimelere dökmek zor. Galatasaray’ın, etrafımdaki kabuğu çatlattığını söyleyebilirim sadece. Bu uzun süren ve büyük olasılıkla halen devam eden bir süreç ama Galatasaray ilk taşı koymuştu. Tabii o zamanlar böyle düşünmüyordum, hatta o kabuğu korumak için uğraşıp didiniyordum, bütün bunları sonradan fark ettim... Ayrıca Galatasaray’da daha büyük bir “şey” de var ki, onu anlatmak iyice zor. Neredeyse bilimkurgusal bir hal. Kimileri “havası, suyu” der, kimileri “ruhu” der, sonuçta adı ne olursa olsun, lisenin içine sinen ve aşağı yukarı her ? CUMHURİYET 855
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle