Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
küçük İskender ile hayat mahzeninde bir yolculuk ‘Sokaktaki insan, hayatı doğru algılıyorsa şiirin içindedir’ rın ya da bir kitlenin bir şeylerin farkına varmasını sağlayarak, o kitleyi düşündüren, eğlendiren, güldüren, rahatlatıp huzura kavuşturan bir mekanizmadır. Demek ki şair “çok şey” olduğu gibi, bir hayal ürünü de aynı zamanda. Ben, bu yüzyılda şairi biraz “hayal ürünü” olarak görmekten yanayım. Aslolan şiirdir, şiir de salt şairin tekelinde değildir. Sokaktaki her insan, eğer hayatı doğru algılıyorsa bir parça şiirin içindedir. Bir kafiye ya da bir sözcük… Fark etmez. KARMAŞADAN UZAK DOSTLUKLAR Kitabınızda “Beyazın da birçok tonu vardır” diye bir aforizmanıza rastladım. Aklıma Özdemir Asaf’ın o bilindik, ama unutulmanın suskunluğuyla son şarkısını söylemekte olan dizeleri geldi: “Tüm renkler hızla kirleniyordu, önceliği beyaza verdiler”. Seneler hızla kirletiyor renkleri. Belki de dostlukların, görmüş geçirmiş Ege rüzgârlarının hızıyla eprimesi, hayatın her daim birinciliği beyaza veriyor olması. Hayat üzerine biraz kafa yoruyorsanız, bu uyduruk tümceleri zaten benim yerime siz söylemişsiniz ya da ben söylemişim, fark etmez. Bugün, özellikle bu perili şehirde dostlukların beyazının hangi tonunda birer siyah noktayız? Dostlukları ben beyazın herhangi bir tonuna alamam. Çünkü beyazın her yana çekilme ihtimali var. Dostlukların biraz daha köklü olması gerekir. Çünkü beyaz hem biraz klasik bir laf diyebileceğimiz anlamda kirlenmeye müsait bir renk, hem de aslında bütün renklerin toplamı demek. Özdemir Asaf o aforizmayı, sanırım beyazın saflığından dolayı değil, tüm renklerin tonlarını taşımasından dolayı yazmıştır. Beyaz, o aforizmada birinciliği, tüm renklerin tonlarını barındırdığı için almıştır. Dostlukların biraz daha karmaşadan uzak olması gerekir. Bin dereden su getirmeyen dostluklar her zaman daha kalıcıdır. Bir çıkar ilişkisine dayanıp dayanmaması da değil buradaki sorun. İnsanların gerçekten birbirine ihtiyacı var mı yok mu? Sorulması gereken soru bence budur. Bana göre beyazdan çok siyaha yakışır dostluk. Çünkü mademki siyahın karanlığında sırlar da var, sırlarla birlikte, gizli saklı bir dostluk yaşamak çok daha anlamlı olur. AŞK DEMOKRASİ GİBİDİR “Hayatım boyunca hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi kıskanmadım…” diye yazıyorsunuz bir aforizmada. Yine “Kıskançlık, sadakatin zulme, aşkın içgüdüye dönüştüğü alanlarda bir doğa olayıdır” ve “…elde edilebilme, elde tutulabilme olasılığı barındıranın kıskanıldığına inanmaktayım” tümceleri size ait. Kıskançlık, insanın etini sıyıran, görmüş geçirmiş nice fırtınalarla yoklayan bir ayazdır oysa. Ve aşk, kendini tasfiye edemezse bir süre sonra saplantıya dönüşür, doğru. Bir doğrusu da olduğuna çok inanmıyorum açıkçası artık aşkın ya da “sevmek” eyleminin. Yani, Neruda’nın dediği gibi; “Sevdin ise doğrudur Yürek bu gerçek sever Sevmek kısa sürse de Unutmak uzun sürer” Bu çok güzel bir soru aslında. Ben, aşktan ne anladığımızla ilgili bir yorum yapabilirim bu soruna. Aşk demokrasi gibi, herkesin farklı şeyler anladığı bir şey. Ben obsessive olan yanından tarafım aşkın. Klişeye bağlı olarak, “aşk iki kişiliktir”, “aşk tek kişiliktir” gibi açılımlara gerek yok bence. Ama aşk biraz kişinin kendisiyle ilgili. Birine neden çok ihtiyaç duyduğunuzu anlayamayabilirsiniz. Sabah kedime yemek verirken, onun benim elime sürtünmesi bile bana bir aşk ifadesi gibi geliyor. Bu bir teşekkür olabilir, sevgi gösterisi olabilir. Bu çerçevede, hayatta bir insanla ya da geçip giden zaman evresinde, yani hayatınız içinde yer almış çeşitli insanlarla buna benzer bir yakınlık kurduysanız, bu pek aşk olmuyor, o daha çok “ilişki”ye giriyor. Aşk ise biraz galiba tüm bunları yine yapıp, bunun karşılığını alamamak sonucunda yavaş yavaş sinirlenmek ve bu siniri olumlu yönünden bakarak hissetmek gibi bir şey. Hiçbir zaman sizin olmayacağını düşündüğünüz, asla bir şeyleri paylaşarak yaşayamayacağınızı zannettiğiniz, avucunuzdan her an uçup gidebileceğini tahmin ettiğiniz birine karşı duyduğunuz aşk bence çok daha doğru. Aşk iki kişilik gibi şeyler olduğu zaman, aşk yaşanmıyor, günlük koşuşturma yaşanıyor. Aşk biraz daha hep özlediğiniz birini sevmek sanki. Nesneleştiği takdirde, problemlerin yanında, güzel şeyler de sıradanlaşabiliyor. Ben kaybetmeye hazır olduğum ya da baştan kaybettiğim bir şeyi sevmeyi tercih ederim. “Saplantı” dediğine gelince… Mutlaka saplanmak gerekiyor. Düşünsene, duvara bile çiviyi çakmak için saplı olması gerekir. Hayatında anlamlı bir şey olması için saplantılı olması gerekir. İnsan vücuduna saplanması gereken en güzel şey bence aşk. OLAĞANLAŞMAK... “Şiir insanın define haritasıdır. Ulaşıldığı define sandığında kendi cesedi çıkar.” Bu cümleyi nice iç hesaplaşmaların sonucu olarak algılıyorum. Belki de şairlerin ruh dünyalarına çokça meraklı olduğumdan… Ömrünüzde sizin kendi cesedinizi bulmaktan korktuğunuz anlar oldu mu? Çünkü ömür, bir ceylanın vişne dalına uzandığı “an” kadar kısa… Elde etmek için verdiğiniz mücadelede bu çok özel ve kişisel edinim arayışları da olabileceği gibi, sosyolojik mücadeleler de olabilir dönüp dolaşıp karşılaşacağımız tek şey zafer değildir. O zafere giderken illa ki umutlu olmak ya da güzel günler görmek rüyası görmek de değildir. Bana göre, asıl olan neyle karşılaşacağını bilmeden, bir gün Simurg olabileceğinizi düşünmeksizin bir anlamda Simurg mücadelesi verebilmektir. Olağan davranabilmektir. Olağansanız, şüphelisinizdir aynı zamanda. Herkesin “bir şey” olduğu toplumlarda, “olağanlaşmak” her zaman en fazla şüpheyi çeken kavram olmalıdır. DEPREM AŞKA YAKIN BİR ŞEY... “Eğer aşk varsa, x=y”… Bu aforizma, aşka dair pek çok şey ifade edebiliyor bana... Aşk, elbette ki var, nasıl ki şiir varsa. Fakat salt bu “varoluş”, hiçbir zaman insanların bedenini, yüreğini, içgüdülerini tatmin etmeye yetmedi hayatta. En azından gözlemlediğim, hissettiğim bu. Hâlâ da yetmiyor. Nedir insanlık olarak aradığımız aşka, yalnızlığa dair; bunun yanıtını beki de hiçbir zaman, ne şiirlerle ne şarkılarla, ne baladlarla asla bulamayacağız. Belki de bu “arayışın” ne olduğunu bilmeden arıyoruz, esas sorun da bu. Bu bilmeyişimiz de aslında aşktan ibaret sanki biraz… Hep ihtimaller üzerine konuşuyorum aşkı ve şiiri konuşurken, ne tesadüf(!)… Pek garip oldu. ? KİTAP SAYI 855 küçük İskender, bu kez aforizmalarından oluşan bir “ara kitapla”, “Rahibinden Satılık Kilise” ile çıkıyor okurlarının karşısına. küçük İskender ile, “Rahibinden Satılık Kilise”yi konuşurken, şiirden aşka dair hayatın loşluğuyla insanın yüreğini örseleyen, inciten mahzeninde keyifli bir yolculuğa çıktık. ? Denizcan KARAPINAR adem, yeni kitabınız “Rahibinden Satılık Kilise”nin izleğinde konuşacağız şiiri, o zaman şiirin ve poetikanın tanımını yaparak başlayalım sevgili küçük İskender. Ben şiiri bir edebiyat türü olarak değerlendirmekten çok, kişinin yeryüzünde varolduğunu hissetmeye başladığı andan itibaren bütün birikimi ve algısıyla, kapsamayı veya reddetmeyi düşündüğü her şeyle birlikte oluşturduğu bir tür davranış biçimi olarak görüyorum. O yüzden şiir yalnızca okunan veya yazılan bir şey değil. Şiir bir vücut dili de aynı zamanda. Çeşitli coğrafyalarda sosyal bir hareket olarak da algılanabilir bu, modernist olduğu kadar tutucu da olabilir. Şair şiirsel hareket taşıdığını iddia ettiğimiz toplumlarda bir öncülük sıfatı edinmek zorudadır.. Örneğin ilkel kabilelerdeki günlük hayatın yükünü hafifleten bir büyücü tanımını da katabiliriz. O büyücü, şarkılar söyleyerek, şiirler okuyarak, insanla M SAYFA 12 CUMHURİYET