28 Nisan 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

KISA KISA... KISA KISA... KISA KISA... KISA KISA... Küreselleşme Sürecinde Edebiyatımız dır artık.. Acı ama gerçek! Bunu son yıllarda yaşadığımız sürece bakarsak daha iyi anlayabiliriz. Öner Yağcı yılların usta yazarı olarak bu ‘durumun’ altını önemle çiziyor. Edebiyatımızın elden avuçtan kaçtığını, kaybolduğunu, toplumla gerçek anlamda iletişim kuramadığını kendine özgü bir anlatımla dile getiriyor. Emperyalizmin en temel dayanaklarından biri de, edebiyattır. Bir toplumun duygusunu, dilini, tarihini yozlaştırmak için (bu anlamda) edebiyat iyi bir araçtır. Söz konusu toplumun edebiyatını ele geçirdiniz mi, gerisi kolaydır artık. Size yakın yazarların kitapları çok satar hale gelecektir. Onların istek, duygu ve düşünceleri doğrultusunda öğrenmek(!) zorundasınız. Kendi benliğinden uzaklaşan bir toplumu yönetmek, bölmek, parçalamak, onu istediği konuma sokmak öyle kolay ki.. Öner Yağcı bu kitabında (diğerlerinde de sıkça değindiği gibi) edebiyatımıza sahip çıkıyor. Sözde romanların çok satmasını doğrudan eleştirmiyor, bu tür kitapların pazarlanma tekniklerini ve yapılan haksızlığa isyan ediyor. Romanın daha basılmadan bolca reklamının yapılmasını, insanların okumazsanız ‘ayıp’ olur dercesine beyinlerinin yıkanmasına başkaldırıyor. Toplumsal değerler taşımayan, günlük tüketime uygun, piyasa koşullarını çağrıştıran, sipariş üzerine yazılmış romanların edebiyattaki yerini sorguluyor. Onun yaptığı ‘iş’ önemlidir, değerlidir. Bugün elli bin, yüz bin basılan bir kitabın reklamlarını anımsayın. Hiçbirinde kitabın konusu, kurgusu, kahramanları üzerine tek satır bile bulamazsınız. Romanın yazılış gerekçesi, metnin temel değeri, iç dinamikler yok sayılmaktadır. Bir romanın özünde toplumun, çağın gereksinimlerini dillendirmesi, okura bu anlamda yol gösterici olması gerekmez mi? Hiç kuşku yok ki, her romandan bunu bekleyemeyiz. Bazı romanlarda aşk, dostve zengin bir okuma kaçamağı vaat ediyor. Üstelik Azor Adaları’na yaptığı yolculukta (yola çıkmanın, yolda olmanın, aynı zamanda arkada bırakılan coğrafyadan kaçıyor olmanın da getirdiği rahatlıkla), tuttuğu bir günce eşliğinde. luk, cinsellik… vb. olacaktır. Unutmadan söyleyelim ki, bu türden romanların içinde bile okura kalan sağlam bir ‘tortu’ olmalıdır. Yoksa okur romanı neden okusun ki? Öte yandan romanın/öykünün tanıtılmasına karşı değiliz kuşkusuz. Yeter ki söz konusu metin edebiyat düzeyinde olsun, okura bir şeyler verebilsin. ‘TÜRK SOLU’ Öner Yağcı ‘Türk Solu’ dergisinde yazdığı yazıları toplamış, kitaplaştırmış, iyi de etmiş. Onun toplu yazılarının kitap halinde okunması, okur açısından yararlı olacaktır. Yazarın değindiği konular içinde, ‘haksızlık’ diye tanımladığı bir konu daha var. Parası olanın, arkasında güçlü bir yayı ? Tufan ERBARIŞTIRAN üreselleşme adı altında, ne olduğu pek belli olmayan, toplumsal değerleri yıkıp geçen sözde bir edebiyatın esiri olmak üzereyiz. Tarihsel gerçekliğin dışlandığı, siyasal ve sosyal dayanışmanın unutulduğu bir dönem yaşıyoruz. Yazarın temel görevlerinden biri de, içinde yaşadığı toplumun siyasal/dinsel/sosyal koşullarını bilmesi, çağını iyi kavraması üzerine kurulur. Günümüzde ise edebiyat tıpkı bir beyaz eşya gibi satışa sunulmaktadır. Kitap tanıtımı görsel etkinlikler ve yazınsal reklamlar ile destekleniyor. Çoğu kez de geliştirilmiş pazarlama tekniklerinin yaptırım gücünü unutmayalım. Böyle olunca da edebiyat adı altında ‘kâr’, ticaret, kazanç kavramları öne çıkıyor. K “KİTAP BİR SÜS EŞYASI...” Kitabın ‘metalaştırıldığı’, para verilip alınıp, sonra okunmadan kütüphaneye konulacak bir nesne gibi düşünüldüğü bir dönemdeyiz. Kitap evin içinde bir süs eşyası nevi/ajansın bulunduğu bir yazarın, eğer yurtdışında da eşi dostu varsa, artık şöhreti yakalaması kaçınılmazdır. Bundan böyle ne yazdığı değil, nasıl yazdığı önemlidir. Romanındaki konu eksikliği, kurgu yetersizliği, teknik altyapının bozukluğu hiç de önemli değildir. Nasıl olsa onu birileri pazarlayacak, vitrinlere taşıyacak, gazetelerde boy boy fotoğraflarını basacaktır. Büyük sermaye sahiplerinin ele geçirdiği edebiyat orta halli ve düşük gelirli insanların kitapla buluşmasını engelleyecektir. İşin sonu parası olanın okuyabildiği bir sınıra gelmektedir. “Edebiyatı, edebiyat insanlarının değil medyanın insanlarının belirlediği koşullar yaşanıyor.” (s/24) Bizim edebiyatımızda özellikle seksenli yılların sonundan itibaren postmodern adı altında, kimsenin bir türlü çözemediği, kesin çizgilerle belirlenemeyen bir akım başladı. Öznenin kaybolduğu, tüm değerlerin silinip atıldığı, ideolojilerin yok sayıldığı, yazarın doğrudan sivrildiği bir garip edebiyat bunun adı. Yazarın okur ile önceden planladığı bir oyunu sinsice oynaması, metnin edebiyata değil bir bulmacaya dönüşmesi… Özne yerine okurun anlık arayışları, kaybettiği değerleri, sanal bir dünyada yaşama geçmesi… Öner Yağcı yaşanan tehlikeyi öngörüyor, bizleri uyarıyor. Kitabın içinde bir de liste yapıyor yazar. İlyada destanından, Çanlar Kimin İçin Çalıyor’a, İlya Ehrenburg’dan Nâzım Hikmet’e kadar toplumcu düşüncenin yazarlarını önümüze koyuyor. “Küreselleşme Sürecinde Edebiyatımız” adlı kitap bu açıdan önemli bir ödev üstleniyor. Edebiyatımıza neler oluyor diye kuşkuyla bakanların mutlak okuması gerekiyor. ? Küreselleşme Sürecinde Edebiyatımız/ Öner Yağcı/ İleri Yayınları/ 223 s. maz, yakalanır, ardından gelen 50 köleyi ele vermez ama özgürlüğüne yine kavuşamaz, Hasan’ın beş yıl köleliğini yapmak zorunda kalır. Ya da televizyonda, bir toplama kampında SS subaylarının elinden nasıl kurtulduğunu anlatan Yusef’in kaçış hikâyesi seyredilmektedir. Yusef’in dili tutulmuştur, tekrar konuşabilmesi için 60 yaşına gelmeyi bekleyecektir. Öner Yağcı Kaçamamak BELLEKTEN KAÇILAMAZ İnsan nelerden kaçmalıdır, kaçabilir ya da kaçamaz diye düşünüldüğünde, elbette sıralamada ilk yer alan madde, bellek oluyor: “(...) Yıllar boyu, bir yerlerde saklanan bir olayın anısı, gerçekte tüm bir yaşama bakışı biçimlendirebilir. Belleğin katmanlarında bir yerde gizlenirken, yaşadığı sırada üzerinde ne denli kaMünir Göle fa patlatıldığını, duyguları, heyecanları nasıl harekete geçirdiğini unutturabilir. Böylesi olayların sayısı, çoğu ? Can KAVALA kez bir elin parmaklarını geçmez. Sonra gün gelir, o olayı hatırlatacak konum ya da ir gazete haberi: “Kalp hastalıklakişi çıkagelir, her ayrıntı bir çorap söküğü rı ve yüksek tansiyondan korungibi aydınlığa kavuşur, bütün eksik parçamak için stresten kaçın!” Çözüm lar yerli yerine oturur (...)”. bu kadar basit aslında, kurtuluşuBellekten kaçılamaz, bir “madeleine” muz kaçmakta. Kötü anılardan, hayatın bile hayatınızın altüst olmasına yetebilir zorluklarından, tüm problemlerden kaçın (bkz. Proust), kaldı ki bellek kaybı bir kaçabildiğiniz kadar... hastalık olarak yer alır tıp literatüründe, Münir Göle’nin Can Yayınları’ndan çıistemdışı olmasından kaynaklanan bir yarkan Kaçamamak isimli kitabı bu hayati gıdır bu olsa olsa, sıfırdan başlamanın o öneme sahip edimin farklı boyutlarını irkiltici hafifliğini yok saymaya kadar vaokuyucuya sunuyor. Kimi zaman tarihten, ran bir korkunun tanısı. Vazgeçilemeyenedebiyattan ya da sanattan, kimi zaman da lerden kaçılır, kaçıldıkça vazgeçmek imözel hayatındaki izlerin peşinden giderek kânsızlaşır, dünya dönmeye devam eder, kaçmanın imkânsızlığı üstüne, çok yönlü B sabah kahvaltısı için kahve almak gerekmektedir... İnsan kaçamayacağını anladığında, kabullendiğinde, bu trajediye dayanmak için çözümler üretmeye başlar. Tutunmalıdır; Göle bu noktada ip cambazı örneğini boşuna vermez: “İp cambazı az sonra denge sırığını doğrultacak, evirip çevirecek, parmaklarının arasında oynatacak, sırığın merkezini arayacak, kollarının ağırlığa alışmasını bekleyecek (...) İçinde kopan çığlığı, gözkapağının üstünde bir yerde sakladığı kendi düşüşünün resmini unutacak (...) Gökyüzünde, çelik telden yükselen ezginin eşliğinde kaçış figürlerine girişecek. An, kollarının bir uzantısına dönüşmüş olan denge sırığına takılıp kalacak (...) an, baş dönmesine yoldaş olacak, iki bilineni birleştiren çizginin gizinde, hep şimdi’ye yapışık, ip cambazına eşlik edecek...” İp cambazının sırığı “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olma”nın somut örneğidir, kaçmak için tutunulan sırık kaçışın yerini almış, acımasız bir efendi olmuştur: “... İp cambazı, denge sırığına yapışmıştır, elleri ter içindedir...”. Kaçmak her zaman felsefi ve varoluşsal boyutta olmayabilir elbet... Gündelik hayatın içinde ve fiziksel anlamda kaçmak da yazarın kaleminden kaçamaz. Miguel Cervantes, Don Quijote’u henüz yazmamıştır, bir elini çarpışmada kaybetmiş, ardından Cezayir’de esir alınmıştır. Yaptığı planlar pek de işe yara KAÇAMAYAN ANLAR Münir Göle aynı zamanda fotoğrafçıdır, tam da kitabının konusuna uygun olarak an’ların peşine düşer, onları yakalar, fotoğraflar, kaçamayan anların mezarıdır. “(...) Fotoğrafta ölü olan bir şeyler vardır, yadsımayacağım. Resmin, müziğin, yazının tersine, fotoğraf deklanşöre basıldığı anda donan, kıstırılan, hapsedilen, her şeyden önemlisi geçmişe atılan bir imgeyi, bir an’ı yansıtmaya yazgılıdır. Fotoğraf, şimdi’ye, yani yaşamak’a karşıt duran anlatı(m) biçimidir (...)”. Richard Semon ölüme kaçan bir bilim adamıdır; Thomas Horton kendi kimliğinden kaçıp Kisbah Şeyhi olur; Münir Göle, kitap yazmak için Azor Adaları’na kaçar; erkek seviştikten sonra önce uykuya, ardından da kadından uzaklara kaçar... Oysa Münir Göle’den kaçış yoktur... ? Kaçamamak/ Münir Göle/ Can Yay./ 202 s. KİTAP SAYI 849 SAYFA 30 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle