05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kapak konusunun devamı. Çok ilgi çekici bir düşünce serüveni yaşadı. Kımi yazdannda bu serüveni anlatma gereğini duymuştur. Şimdi gelin bu öyküyü kendi ağzından dinleyelim, bakın neler söylüyor: " ilk çalışmalanmda bütün benim kuşağımdakilerde olduğu gibi, Gökalp'ten esinlenerek, Emile Durkheinı'a, yani spritüalist Fransız sosyolojisine dayanıyordum. Fakat çok geçmeden, toplum felsefesini büim ve doğa felsefesine bağlamak istedim. Bu istek beni Fransız nlozofu E. Boutroux'ya götürdü. Doğayı ilerleyen aşamalar halinde gösteren bu çoğulcu felsefe, baştan bana çok uygun görünmüştü. Ne var ki, burada karşıma "determinizm", yani belirlenimcilik ve özgürlük sorunu çıktı. Sosyolojide bile bunalıma neden olan "ahlak sorunu" hep gündemde idi. O zaman şu somyu sordum: însanın bütün yapıp ettikleri toplumsal determinizme bağlı ise, onu hareketlerinden dolayı niçin sorumlu ttıtmalı? Sorduğum bu sonınun içinden çdcamıyordum. Mehmet Izzet, Mülkiye'de ve Darülfünun'da hocamdı. Okuduğum kitaplan görünce şöyle dedi: Yeni akımlar göz kamaştınyor ama modası geçecektir. Felsefede önemli olan düşünce geleneğine bağlı eserlerdir, onlan oku. Sonra da Benedetto Croce'yi ve James Mark Baldwin'i okumamı önerdi. Bu iki çağdaş fîlozoftan bin yeni Hegelci, öteki Scnelling'ci idi. Mehmet Izzet'in etkisiyle, mudak idealizme yani Hegel felsefesine yöneldim. Hegelae de kalmadım. Oradan Spinoza'ya, oradan da panteizme, yani tümtanncıhğa geçtim. Baştan beri Aristo ile uğraşmanın etkisiyle, ahlak felsefesi benim için gittikçe doğa felsefesi ile birleşiyorau. Bu arada Türk mistiklerini (gizemcilerini) merak ettim. Ruhçu görüşten olduğu kadar maddeci görüşten de kaçıyordum. Spinoza benim için felsefeciler arasında en yetkin örnek oldu. Ona uyarak "ahlak varlıktan, insan doğadan aynlamaz" diyordum. Böyle düşününce, özgürlük, doğal düzenin ve determinizmin özel görüntüsünden başka bir şey olmuyordu. Doğada zıtlıldar ve ilerleme vardı. Zıtlıklar ve ilerleme, Hegel felsefesinin ilkesi olmakla birlikte, Spinoza ile çatışmıyordu. Yıllarca üzerinde çalıştığım toplum ve hasta bilinci (cemiyet ve marazi şuur) sorununu, bu zıtlığın toplum ve insandaki son halkası olarak gördüm. Yaptığım bütün bu çalışmalan genel bir plan içinde ve birleştirici bir bilgelik dili kullanarak Aşk Ahlakı adındaki kitabımda topladım. Bu da bana yeter görünmedi. Çünkü orada kalsaydım, ya Hegel idealizmine saplanacaktım ve bilincin öznel çemberi içine girerek Solipsizmin yani tekbenciliğın çıkmazma düşecektim. Ya da Spinoza'nın dogmatik gerçekçiliğinin içine girecektim ki, o zattan da eleştirici relserenin hücumlanyla karşılaşacakam. Her iki durumdan kurtulmak için önce îngiliz gerçekçilerine, sonra da fenomenoloiiye (görüngübilime) yöneldim. Özellikle bu sonuncuda aradığım temeli bulabileceğimi düşünüyordum. Çünkü baştan beri, felsefe eğilimlerinde "teessüri nayat" (duygulanımsal yaşam) birinci derecede rol oynamısa. "îhtiras" (tutku) üzerine kurulu bir bilgi kuramı üzerinde daha 1921'den beri duruyordum. Tutku kavramına Aşk Ahlakı adındaki kitabımda çok genel olarak değindiysem de düşündüğüm planı bütünüyle ele alamadım. Bunun başlıca nedeni felsefeye SAYFA 4 *" Doğumunun 100. ytlında toplum sorunlan ile girmem idi. Bu yüzdendir ki çalışmalanmda felsefe sorunlannın başına her zaman, eylem ve ahlak sorununu koydum. Fenomenolojiye ilk eğilimim, dolayısıyla Max Scheler ve Heidegger'le ilgilenmem însani Vatanperverlık adındaki kitabımda görüldü. Ama diyalektik yöntemden de aynlmıyordum. Idealizm ve rcalizm arasındaki bunalımı, kimi fenomenologlar gibi tek bir ideorealizm ile, yani iki Kavramı tek kavram dunımuna indirgeyerek, bu kitapta çözümlemeyi tasarhyordum. Ne varki, asıl bunalım, burada doğrunun ölçütünü ararken çıktı. İdealizmin ve realizmin, bir bakırna da maddeciliğin tehlikelerinden korunmuş olan bu ılımlı ve tarafsız düşünce, gerçekte her ikisinin zararlı yönlerini içermiyor muydu? Böylece bir kaygıdan sonra, fenomenolojiye ve yeni gerçekçilere karşı kuşku duymaya başladım. Onlarda da uzlaşmacılık yanlışı vardı. Oysa ben uzlaşmacılığa baştan beri karşıydım. Hatta neden karşı olduğumu açıklayan bir de kitap yazmıştım (1). Ondan sonra bu konu ile bilim felsefesi alanında uğraşmaya başladım. Sosyolojide bilimci bir arasnrma ve maddeci görüş daha elverişli iai. Diyalektik'ten uzak bir bilimci sosyolojinin, bütün deneysel sosyoloii araştırmalanna uygun birer varsayım olacağı düşüncesi bende 1943 'e kadar sürdü. Insan dergisindeki bir bölum yazılanmda bu düşünce ile hareket ettim. Ismail Hüsrev (2) beni eleştirdi. Eleştirisinde hakltydı. Çünkü, Marksizmi kabul etmeden maddeci sosyolog olunamazdı. Bu nedenle, sosyolojideki çalışmalanmda dayandığım felsefe temelini açıkseçik qrtaya koymak gerekiyordu. Tutarlı olmak için, maddecüik ya da realizmden birini seçrne zamanı gelmişti. Öte yandan bendeki panteizme (tümtanncılığa) eğilim de sürüyordu. Bu eğiümi, yani tersine çevrilmiş bu maddecıliği sonuçlanna kadar götürmckten başka yapacak sey yoktu. Ve bu, 1819. yüzyıÛann mekanik ve statik maadeciliği değil, ilerleme halindeki doğa göriişünden başka bir şey olmayan tarihsel maddecilık olacaktı (3). Bir yandan da sosyoloji çalışmalan yaparken dayandığun felsefe temelini ortaya koymak gerekiyordu. Bu nedenle 1945'ten 1949'a kadar "bilgi kuramı" ve "değerler kuramı" derslerini verdim. Bu hazırlıklara dayanarak "Insan Bilimleri Mürnkün müdür?" başlıklı yazıyı yazdım (4). Yine bu hazırlıklara dayanarak 1951'deTarihi Maddeciliğe Reddiye'yi ve Sosyolojinin Problemleri'ni kaleme aldım". Hilmi Ziva Ülken, Varlık ve Oluş adındaki kitabının önsözünde, "1950'li yıllarda Hegel'den uzaklaştığını, Platon yoluyla Schelling'e yaklaştığını" söylüyor ve buradan diyadoloji'ye nasıl geçtiğini anlatı yor. Diyadolojide diyalektiğin maddede ve varlıklarda değil, yalnız değerlerde işlediğini söylemektedir. "Diyalektik bilgide değil, değerlerdedir" diyor. Düşündüklerini sistem haline getirmek isteyen Hilmi llıtarfe ofcnak Için Ziva Ülken, baştan da söylediğim gibi sürekli hesaplaşma ve kendi kendisiyle tartışma içindedir. Felsefe konulannın pek tartışılmadığı, yalnız toplumbilim konulanna önem verildiği bir ortamda böyle bir tartışma içine girmek, bu eleştiriyi ve özeleşririyi yapabilmek çok önemliydi. Bunun düşünce tarihçilerimiz tarafından iyi değerlendirilmesi gerekir. Görülduğü gibi Hilmi Ziya Ülken, felsefe yolunda nasıl bir arayış içinde olduğunu bize içtenlikle anlatıvor. Onun sözlerini çeşidi yazılanndan derleyerek biraraya getirdim. Yaşam öyküsü ile ilgili böyle tümceleri bulmak zor olmadı. Yukandaki düşünce ve görüşlere katılalım, ya da katılmayalım, bu sözlere saygı ve sevgi duyuyoruz. Yazılarına bakıldığında onun hiçbir düşünceye karşı yüzde yüz olumsuz bir tavır takınmadlğı anlaşılır. Birlikçi, bütüncü görüş eğilıminde olduğu için, bütün felsefelerden yararlanmak istemiştir. Eleştirileri "teke indirmeciliğe" karşıdır. Ona göre, çeşitli doktrin çalışmalanna karşın, bütün felsefeler ortak bir temele dayanır ki, bu da "insan düşüncesi, insan kaYramı"dır. Ülken ilk felsefe yazılanndan başlayarak hep bir sistem kurabilme arayışı içinde olmuştur. Bu çabayı bir noktaya kadar götürmeyi denedi, bir noktadan sonra zorluklarla karsılastı. Zorluklann nelerden kaynaklanaığı Vonusunda aynca durulabilir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, onun bütün yazılanyla temel düşüncesi, yani "insan kavramı" arasında her zaman bağ kurulabilmektedir. Hocamızın felsefeye saygısı büyüktü. Bu bakımdan en önemli hizmetlerinden biri, belki de birincisi, felsefeyi felsefe olmayan alanlardan ayırması olmuştur. "Felsefenin yöntemi, sosyoloji de içinde olmak üzere hiçbir bilimin yöntemine benzemez, onun kendine özgü yöntemi vardır." diyordu. Felsefeaeki sorunlar, yöntemler her hangi bir alana özgü olmadığı gibi, belli bir çağa da özgü değildir. Dolayısıyla, felsefenin ulusal nitelikte olduğu yargısı tartışılabilir. "Tanzimat'tan Cumhuriyet'e kadar birçok düşünürümüzdeki ortak özelliğin toplumsal eyleme karsı bağlılık olduğunu" belirterek derki, "oizde derinleştirilmiş düşünce eserleri bu bağlılıktan kurtulma oranında verilebilecektir (5)." Böyle söylemekle birlikte felsefeyi yaşamuan kopuk kurgulamalar olarak almaz. Hep "etik" birkaygı içindedir. Kuram ve eylemin, dünya karşısında ve kişiyle ilişkisinde bağımsız olmadığını, bunlann "saf eylem" dcdiğimiz bütünün iki yani olduğunu söyler. Hilmi Ziya Ülken'in ahlak anlayısındaki özgün yönlerden birini "Aşk Anlakı" adındaki kitabında bulmaktayız. Söz konusu kitabı 1931 'de yazmasina karşın, daha sonra geliştirdiği düşüncelerin belli başlı yönlerini orada görebilmekteyiz. Eser, kutsal kitaplann biçemi (üslubu) ile yazılmıştır ama gizemei (mistik) bir içerik taşımamaktadır, tersine akilcıdır. Kitap günümüzün gerçekçi düşünceleriyle çatışmaz. Yazar onu yazarken çeşidi felsefelerden yararlanmıştır. Kendisi buradaki temel felsefenin "çoklukta birlik, bunun yanında evrim" olduğunu belirtiyor; "aşk ahlakı" ile, tümtanncıhktan, tümdoğacüığa geçilebileceğiııi öne sürüyor. Bir yandan da toplumcu gerçekçilik var kitapta. Son sayfalarına doğru kapitalist toplumun sert bir eleştirisi ile karşılaşmaktayız. "Evrim" düşüncesine gelince şöyle sergilenmektedir: Aşk ahlakı bütün olarak insanın gelişmesine dayanan bir ahlaktır. Insanlar ahlak bakımından "halk aşaması, vatandaş aşaması, vatanseverlik aşaması ve insani vatanseverlik aşamasından" geçerek yükselirler. Bu aşamalar aynı zamanda ahlak bilincinde yükselme anlamına da gelmektedir. Onun diliyle söylersek "Vatanı, insanlık icin bir uğrak; toplumu, ruha ve ahlaka ulaşmak için ilk adım yapan her yolcu, insani vatanperverlik aşamasına ulaşacaktır. Insanlar ekonomik dunımlarına göre değil, ahlaksal durumlanna göre ayrudıklan gün dünya yepyeni bir çağa varmış olaçaktır." Ülken, aynı zamanda "dernekçi'dir. Felsefeyi sevenlerin, ona saygı duyanlann bir arada felsefe yapmalannı, düzeyli bir diyalog gerçekleştirmelerini ister. Turkiye'deki ilk felsefe cemiyetini bu amaçla kurmuş, orada büdiriler okunmasını, tartışmalar yapılmasını sağlamıştır. Bu alancıaki ilk girişimi 1928'dedir. Başarısızlıklardan, kopmalardan yümayarak dernek girişimlerini yinelemiş, ayrıca bütün bu etkinliklerin öyküsünü yaratarak bizlere bırakmıştır (6). Dikkatimizi çeken bir başka şey, "aşk ahlakı" kuramındaki en yüksek insan aşamasının "felsefe cemiyetinde gerçekleşeceğini söylemesidir. Felsefe Cemiyeü "felsefi ahlak"ın uygulama yeri olacaktır. *** Böyle bir yazıda, Ülken'in düşünce tarihçiliğinden de kısaca söz etmek gerekiyor: O, başka hiçbir şey yapmayıp da bize yalnız, Türk Tefekkür Tarihi'ni, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi'ni ve Islam Düşüncesi Tarihi'ni yazıp bırakmış olsaydı büyük iş yapmış olurdu. Hem bu tarihleri yazmış, hem de bu tarihleri yazarak kendi yöntem ve sınıflandırma anlayışını getirmişrir. Özellikle Türkiye'de Çağdaş CUMHURİYET KİTAP SAYI 605 "Aşk/UUala"
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle