25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

alalım; Onlar da aynı resmi yapmazlar. Bir resim dili üstünde Türk seyircisiyle birlikte bütünleşmektedirler." llginçtir, 1930'lu yıllarda "artık Avrupa'da da sönmeye yüz tutumuş, biraz da akademik olmuş bir resim akımını (empresyonizmiizlenimliliği) yurda taşımakla" suçlayarak küçümsedikleri Çallı kuşağı ic,in aradan kırk yıl gectikten sonra, D Grubu'nun kimi üyeleri bile fikir değiştirmck gereğini duyarlar. Örneğin D Grubu'nun önde gelen sözcülerinden Nurullah Berk, "50 Yılın Türk Resmi" kitabının önsözünde, 29 Kasım 1972 tarihinde Hikmet Onat'la yaptığı bir görüşmeye dayanarak şunları yazar: "Hikmet Onat'ın öğrencilik anılarını dinledikten sonra, memlekete dönüşlerinde arkadaşlarıyla seçtiği sanat yolu konusunda aydınlanmak istedik. Bu yol hepimizce bilinmekle beraber, karanlık kalan bir nokta vardı: Paris'te Cormon ve JeanPaulLaurens gibi geleneksel formüllere bağlı akademik hocaların yönetiminde çalıştıkları halde nasıl oluyor da, Istanbul'a geldikten sonra, o yönetime zıt bir görüşü, bir tekniği benimsemişlerdi. Gerçekten, 1914 dönemi temsilcilerinin hiçbiri. Fransız akademizminin etkisi altında kalmamış, aksine, yarıEmpresyonist, özgür bir anlayışa katılmışlardı. Hikmet Onat, "Türkiye nin havası bizi başka yollara götürdU." demekle yetindi. Ressamın uzun sorumuza verdiği bu karşılığı kısa, yetersiz bulmak şöyle dursun, bütün bir kuşağın duygusunu, estetiğini aydınlatır nitelikte bulduk. 1914 dönemi ressamlannın kendilerine çizdikleri yol, bu altı kelimenin karşılığı anlatılmış oluyordu." Ne var ki, lkinci Dünya Savaşı arifesinde Çallı kuşağını küstürüp Akademi'den uzaklaştıran, savaş yıllarına karşın Çallı kuşağının mayaladığı bizim olan resim anlayışını ısrarla sürdüren Yeniler Grubu'na karşı kesin cephe alan ve onlan Akademi'ye sokmayan D Grubu'nun bu çabaları, bclki çağdaş ve evrensel bir Türk resminin oluşmasını bir süre için kösteklemiştir, engellemiştir, ama yok edememiştir. Başarabildikleri tek şey, sadece, Türk resmini Akademi'nin dışına itmek olmuştur. Bizim olan, bize özgü olan resim, artık Akademi'nin dışında gelişmesini sürdürmcktedir. Çallı kuşağının başlattığı yolda yürüyen Nuri lyem, Avni Arbaş, Selim Turan, Agop Arad, Ferruh Başağa'larla birlikte Orhan Peker, Nedim Giinsur, Cihat Burak, Balaban, Neşet Günal, Oya Katoğlu ve daha niceleri, çağdaş resmimizi, yeni boyutlar ve zenginlikler katarak Akademi dışında geliştiriyorlar, sürdürüyorlar. Akademi ise, göründüğü kadarıyla hâlâ, Batıda moda akımları bir an önce Türkiye'de yinelemeyi ana görev bilen, taklitçi, bağnaz bir akademizm bataklığına saplanmış kalmıştır. Sezer Tansuğ'da, Beş Gerçekçi Türk Ressamı" adlı kıtabında "Çağdaş Türk resim sanarının 1949'lardan günümüze değin uzanan gelişme aşamasında kendine özgü bir üslup savaşını da Nuri lyem vermiştir." diyor. Norbert Lynton adlı bir eleştirmen, Chagall üzerine yazdığı bir incelemede onu şöylc tanımlar: Chagall, Amerika'da bir Avrupalı gezgindi, Avrupa'da bir Doğulu'ydu, Fransa'da Paris'te yaşamayı seven bir Israil dostuydu, Rusya da da Yahudi'ydi. Ama ne Avrupalı'ydı, ne Amerikalı'ydı, ne Fransız'dı, ne Israilli'ydi, ne de Yahudi'ydi. Rus'tu o, der. Gerçekten, kişinin her şeyden soyutlanmış kendine özgü bir üslubu olabilir mi? Hiç kuşkum yok, Sezer Tansuğ'un da kendine özgü üslup derken, kişiyi bir bütün olarak düşündüğünden. Nuri îyem'in de gerçekten bütün resim yaşamı, bir bütün olarak kendine özgü üslup kavgasıyla geçmiş. Büyük usta Nuri lyem'i ilk 195455'lerde Maya galerisinde görmüştüm. Genç, irikıyım, heybetli. Demek daha kırk yaşlarındaydı. Gerçekten çok yakışıklıydı. Ama onunla asıl tanışmam, dostu olmam 1965'lerdedir. Gerek o çok boyutlu, coşkulu kişiliğini, gerekse Tanpınar hocanın deyimiyie "sükut musikisi" resmini daha yakından tanıma olanağını da, işte bu yıllardan sonra taa 1972'lere kadar süren, baCUMHURİYET KİTAP SAYI 372 na da hemen hemen her akşam bir köşe verme lütfunda bulunduğu, gerçekten bir okul niteliğindeki tartışma sorralarında bulmuşumdur. Aynı çağı bölüşmekten ve hele hele dostu olmaktan büyük gurur duyduğum bilge insanlardan biridir Nuri lyem. Hoca Nasreddin gibi ağlayan/ Bayburtlu Zihni gibi gülendır." Âdına yürek denilen, yumruk büyüklüğünde bir uranyum vardır göğsünde, hiç kuşkum yok. Vaşam mı onu zenginleştirmiştir, yoksa o mu yaşamı, kolay ıcolay yanıtlayamam. Gün yirmidört saat, çekip çekeleyiverir çevresinde ne var ne yok, kendinden kılar, coşkuya, sevgiye boğar, güzellendirir. Cömertçe bölüşür herkeslerle her şeyini... Coşkusunu, sevincini, sevgisini. Bütün güzellikleri. Yeni bir yer, yeni insanlar tanımak için yüzlcrce kilometre katetmekten üşenmez. Bilmediği bir içkiyi yudumlayıp, diliyle dudaklarını ıslata ıslata tadına varmaya çalışırken de, sevdiği bir şiiri ilk kez okuyormuş gibi coşkulu coşkulu yinelerken de, inandığı bir doğruyu karşısındakiyle kavga edermişçesine tartışırken de, tıpkı yeni bir resme başlıyormuş gibi yaşam doludur, heyecanlıdır, coşkuludur. Sereserpe yaşar, ama kesinlikle bohem değildir. Belki görünüşü derbederdir, ama bütün yaşamı boyunca bir an için olsun çıkarmamıştır aklından aydın olmanın sorumluluğunu. Halkına olan borcunu ve sorumluiuğunu bilir. Yukarda da değindiğim gibi, Nuri Îyem'in bütün yaşamı, iki odakta, ressam olmak, profesyoncl ressam olmak ve Batı'yı yinelemekle yetinmeyen, rıatta Batı'yı yinclemekten kaçınan, kendi resmini bulma savaşımı içinde geçmiştir diye özetlenebilir. O, Türkiye'de de ressam olarak yaşanabileceğini tanıtlamak uğruna, resmi geniş kitlelere tanıtmak, sevdirmek uğruna, binbir özveriyle yıllar boyu ısrarla savaşırken, en yakın kimi arkadaşları bile, Akademi çevresindeki "ressam olmanın kolay yolu" yanılgısınım çekimine kapılmışlar, Paris'e sığınmayı yeğlemişlerdir. Ama ilginçtir, yıllar öncc Paris'e yerleşmiş bu ressamlanmız bile, artık her yıl Türkiye'ye gelerek sergi açmayı yeğlemektedirler. D Grubu'nun çoğu üyesi de, ressam olarak geçimlerini sağlayamayacaklarını anlayınca Akademi'de hoca olmayı yeğlemiştir. Öyle ki, bu hocalar, emekli olduktan sonra da, atölyelerine çekilip resim yapmak yerine, kimi kurslarda heveslilere ilk resim bilgilcrini aktarma işini, yani gene öğretmenliği seçmiştir. Nuri lyem ise, öğretmenliği seçmemiş, ressam olmakta, sergi açarak geçimini sağlama savaşımında inatla direnmiştir. Daha otuz yaşlarındayken, kendi adına özel atölye kurmuştur. 1947'dç Beyoğlu, Asmalı Mescit Sokağı'ndaki Önay apartmanının çatı katında açtığı bu özel atölyede öğrenciler yetiştirmiştir. Ömer Uluç bu atölyenin öğrencilerindendir. îyem'in öteki savaşımı bizce daha da önemlidir. Örneğin, çağdaşlaşmanın, evrenselleşebilmenin Batı kopyactlığı ve taklitçiliğiyle olamayacağını inatla savunurken, çoğu yaşıtı (çağdaşı) gibi kolayı seçip, resmini folklorik ögelerle de bezemeye kalkışmamıştır. Bizce bu çok ilginç ve önemli bir noktadır. Nuri Îyem'in yetiştiği yıllar göz önünde tutulursa, bu önem daha kolay kavranır. Bilindiöi gibi Cumhuriyet'in ilk çeyrek yüzyıJIık dönemi, Ziya Gökalp'in "Türkçülüğün Esaslan" adlı kitabında belirttiği yöntemlerin ışığında, yani köy kültürümüzle Batı tekniğinin sentezinden doğacak yeni bir kültürle çağdaşlaşabileceğimiz inancı ve savaşımı içinde geçmiştir. Örneğin, Cumhuriyet döneminde yetişen genç bestecilerimiz, yeni Türk müziğinin halk türkülerinin çoksesli hale getirilmesi ve onların melodileriyle Batılı ölçüler içinde yeni besteler yapılması suretiyle yaratılabileceğini savunmuşlardır. Şiirimiz, belirli bir süre için de olsa, halk şiirinin tutsağı olmuş,, onun ölçülerinin içıne kapatılmıştır. Aynı olay resmimiz için de söz konusudur. Ressamlarımızın çoğu, Türk resmi deyince hemen folklorü, folklorik öğeleri tuvallerine aktarmaya başlamışlardır. Kilim, heybe, çorap motiflerinden geçilmez olmuştur rcsimlerimiz. Kimi ressamlarımız ise, Türk resminin minyatürden ve hat sanatından kaynaklanması gerektiğini savunmuşlardır uzun süre. Motif olarak da, gerger işi nakış, oya motiflerini seçmişlerdır. Oysa Nuri lyem, hiçbir döneminde ve hiçbir resminde folklorik öğelere sığınarak çağdaşlaşılacağı yanılgısına düşmemiştir. Minyatür ve hat sanatından da bir çıkış yolu aramamıştır. Örneğin o yıllarda halı, kilim, çorap motifleriyle b e z e n m iş halk ozanları resmi yapmak alabil(liğine moda «Iduğu hal.le, Nuri îyem'in önce 1946'da yaptığı, sonra(halen Panayot Abacı koleksiyonunda bulunan) sanırım 194950'lerde yaptığı her iki "Halk Şairi" adlı resminde de, tuvalin kilim motifleriyle bezenmesi şöyle dursun, aşığın kendLsi çıplaktır, nü'dür. Bülent Ecevit "Nuri îyem'in çıplaklarında, soyunmuş olan vücut değil, ruhtur" diyor. Gerçekten de, bu "Halk Şairi" adlı resimlerde soyunmuş olan aşıkların kendileri değil, ruhları olsa gerektir. Nuri Îyem'in resimlerinin konularıyla ilgili bir araştırma, bir istatistiki bilgi yok elimizde. Ama Nuri lyem resmini soyut veya somut diye ayırmak, onlan portre, peyzaj, natürmort vb. gibi gruplamak acaba doğru bir davranış mı olur, doğrusu kuşkuluyum. Çünkü, göründüğü kadanyla, Nuri lyem in dünyasında gerçek, bir bütündür ve dolayısıyla tuyale de bir bütün olarak yansımaktadır. Örneğin, peyzajında portre olabileceği gibi, portresinde de natürmort olabilir. Gerçeküstü veya gizemli motiflere yer yoktur onun dünyasında. Bilincinin dışında bir başka dünya olamaz. Bilincinin yarattığı gerçekliktir, benimsediöi gerçekîik. Belki de gerçek denilen şey. Nuri Iyem'de her şey nettir. Soyut resimleri bile nettir. Tanpınar hoca da "Abstre çalışmalarını miipnem bir şuuraltı felsefesine bağlamadığı için Nurı'ye ne kadar minnettanm" diyor. Galiba, ilk bakışta, görünenin yinelenmesi sanıldığı için resim konusunda kolaya daha çabuk düşmüşüz. Oysa, gerçekten görünenin yinelenmesi, olsa olsa üç boyu ta erişebilir. Ama sanatı o üç boyutun dar çemberine sıkıştırabilmenin olanağı var mıdır? Gerçek resim, evreni, o görüneninden, o üç boyutlu dar çemberinden sıyırıp çıkarıvermek ve sanatın cok boyutlu zenginliğine kavuşturmak olmalı. Zaten, bu zengınliğe erişemezseniz,olayın dramında boğulup gidiyorsunuz. Öysa Nuri lyem, görüneni yinelemekle hiçbir zaman yetinmemiş. Resmi, gücünü, anlattığı şeyin görümünden, gücünden almıyor kesinlikle. Öğrencilik yıllarında bir süre şövalesini kapıp kırlara çıkmış, açık havada çalısmıştır, belki. Ama tanıdığım Nuri lyem, nep atölyesinde çalışmayı yeğler. Görünenin yinelendiği izlenimini uyandıracağından korktuğu için mi kimbilir, bildiğım Nuri îyem, bir şeye bakarak onun resmini yapmaktan pek de hoşlanmaz. Galiba biraz da bu yüzden... Hemen hemen bütün ressamlar bolca kendi portrelerini yaptıkları haldc, Nuri lyem narsist değildir. Örneğin, 1980 Şubat tarihli "Sanat Çevresi" dergisinde bir fotoğrafını gördüğüm, 1937 yılında yapılmış bir eskizden başka Nuri îyem'in yaptığı kendi resmine, portresine hiç rastlamamışımdır. ilginçtir, resim sanatı, 20. yüzyılda hem çok sayıda ve çok büyük ustalar yetiştirmiş, hem de nedense öteki sanatlarla oranlanamayacak çoklukta, karmaşıklıkta bunalımlar geçirmiş. Sık sık bocalamış ve kılıktan kılığa girmiş. Öyle ki, suçu renklerin sınırlı oluşunda aramış ve çakdtaşı, kum, çimento, basılı kâğıt, rotoğraf yırtığı, kumaş, vb. gibi nice kendine yabancı maddeden umar beklemiş. Oysa tılsım; o yalın, o sakin sözcükleri, o ışıkta varolup karanlıkta kolayca yitivcren birer cansız nesne renkleri, çizgileri, o ömürsüz sesleri birer enerji kaynağı haline dönüştürebilmekte... O, bir anlamda radyoaktif etkinlikteki duygu atmosferini yaratabilmekte olsa gerek... Çevresinde elektrikli bir atmosfer yaratmasını bilemeyen bir kişi, gerçekten büyük bir sanatçı olabilir mi? Tarıh boyunca sanatçılara, soy sanatçılara ya tanrı, ya şeytan nitelemesinin verilmesi de bence mutlaka bu yüzden. Hiç kuşkum yok...Resimdeki kişilik de, üslup da; ne renklerin veya çizgilerin kullanüış biçimidir, ne ışık gölge oyunundaki beceridir, ne perspektif nilelerindeki ustalıktadır, ne doğanın üç boyutunun kavranışıyla ilgilidir, ne şudur, ne budur. Çünkü, bütün bunları üstün bir beceriyle yerine getirmis ama bir türlü resim olamamış nice tuval boyanmış tarihte. Tıpkı, dilbügisi kurallarını ustalıkla kullandığı halde edebiyat olamamış nice yazı gibi. İşte Nuri lyem, çoğumuz için birer cansız, ölü, göz duyumu olan renkleri, çizgileri, şekilleri birer enerji kaynağı haline dönüştürebilmiş o nadir kişilerden biridir bence. Hemen hemen bütün resimlerinde kullandığı iki temel simge vardır. iki yaratıcı simge; Kadın ve su. Su testisi. Su testisini form olarak da çok sever. Anadolu ve Anadolu insanını su testisi ve kadın simgeler. Kadmlar, coğu resimde, çocuklarını oile omuzlarınaa su testisi taşırmış gibi severler. Nuri îyem'in dingin doğa resimlerinde (peyzajlarında) bile, alev afev bir gizli güç vardır. Belki ilk bakışta bilincine varamazsınız, ama o, hemen sizi kapıp kuşatıvermiştir, çevresinde çekip çekiliyordur. Belki biraz sonra, belki ondan çok uzakta başka bir zaman parçasında ve belki başka bir mekanda, bir sevgi hançeri, bir duygu hançeri biçiminde saplanacaktır bilincinize. lyem, atölyesine kapanır ama, yaşamının o fırtmalı (trajik) tarih coğrafyası kasıp kavurur ortalığı. Arnavutluk dağlarından Mardin çöllerine gidip gelen, Tanrısal bir zaman ve bilinç sarkacı, toplumun öfkesini, hıncını tuvallere kocaman gözler olarak döküverir. Kendine özgü atmosferini kurar, artık neler söylemez, nelere kadir değildir... Toplumumun büyük ustası!.. Yüz akıLSeninle aynı zaman parçasını bölüştüğüm için, seni tanıdığım için gururluyum. • SAYFA 7
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle