22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Tartışma CBT 1484/28 Ağustos 2015 19 HUKUK POLİTİKASI Hayrettin Ökçesiz okcesizhayrettin@gmail.com İşte en netinden bir darbe bildirgesi: “İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir Anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir. (...)” Anayasayı ilga ettik. Yeni Anayasa yapacağız. Bunu kabul ederseniz sizin için iyi olur, diyor! Yani fiili bir durum içerisindeyiz. Anayasa ilga edildiği için, kendisine hiç bir yönetsel ve yasakoyucu eylem ve işlemin uygun olmak zorunluluğu yok. Aslında başı kesilmiş bir beden gibi her organ kendi sonunu bekleyecektir. Hiçbir devlet organının anayasal görev ve yetki tanımı da artık bulunmamaktadır. Daha açıkçası devlet yoktur! Olan şey fiili durum’dur! Hukuk Sosyolojisinde “faktische Kraft des Normativen normative Kraft des Faktischen”, yani “kuralın olgusal gücü fiili durumun kuralsal gücü”, diyebileceğimiz bir açıklama şemamız vardır. Bugünkü darbe bildirgesi için bu şemaya üçüncü bir ayak eklememiz gerekiyor: “Faktische Kraft des Faktischen”, yani fiili olanın fiili gücü... Bundan hukuk ve anayasa çıkmaz beyler! Kimse yalan ya da yanlış söylemiyor. Türkiye’nin yönetim sistemi değişti. Buna hatta “Sessiz Devrim” bile dediler. Bu bir “hükümet partisi darbesi”ydi. AKP bu yüzden sistem dışıydı. Sistemi dışlayarak kendini sistem içi yaptı. Tüm siyasal partiler buna göz yumdu. Herkes göz yumdu. Şimdi birisi çıkıp bunu açıkça söyleyince kıyameti koparıyoruz. Hayır aslında koparmıyoruz, koparır gibi yapıp, görünüşü kurtarıyoruz. Anayasa çoktan raftaydı! Birbirini öldürmeye koşan iki genç insan kafalarında bir çok haklılık kalıbıyla işleyecekleri cinayeti meşrulaştırıyorlar. Buna ihtiyaçları var. Değilse öldüremezler. Peki, bu kalıpları biz onların kafalarına yerleştirmezsek, yerleştirme girişimlerini durdurursak yeni yepyeni bir çağ başlamaz mı? Birbirimize karşı değil, bu kalıplara karşı bir savaşı başlatmalıyız. Bu çok zorlu ve uzun sürecek bir savaş olacak. Kanıksadığımız şeye bir bakalım: Bir ülkenin başbakanı, Cumhurbaşkanı Parlamentodaki muhalefet partilerinin en yetkili organlarınca pek ağır suçlarla suçlanıyorsa ve bu kişi ve kişilere yargısal hiç bir işlem yapılamıyorsa ya bu isnatlar açık biçimde asılsızdır ya da o ülke sessiz bir iç savaşın içindedir. Devlet felç olmuştur. Anayasa rafa kalkmıştır. Öyle olduğu da zaten en yetkili ağızla söylenmiş bulunmaktadır. İç savaşa gelince, ateşi ve kanı bir uçtan ülkeyi sarmaya başlamış bulunuyor. Duymak isteyenlere duyurulur. Oy saymaya gelmeden önce demokraside öyle şeyler vardır ki, bunların bulunması ancak çoğunluk oyuna gereken otoriteyi ve meşruluğu sağlayabilir. Bizde ne yazık ki kuru sandıktan başka bir şey yok. Yani bizde demokrasi yok. Şu sandıkçılık oyununu artık bırakmalıyız. Gerçek bir demokrasi olmaya çalışmalıyız. Bana bak polis, asker kardeşim, o üniforma üstünde olduğu sürece sen kan gütmezsin, öç almazsın, cinayet işlemezsin, işkence yapmazsın, hakaret etmezsin, yalnızca yasaları uygularsın. İstemiyorsan çıkarırsın üstündekileri, istediğin paçavrayı giyersin istediğini yaparsın. Ele geçtiğindeyse sana bunları yine kimse yapamaz. Haklarını okurlar, adil yargılanırsın. Anlaşıldı mı? Kanunlar gücünü anayasadan değil, anayasa gücünü kanunlardan alıyor artık. Bu yüzden sistem fiilen değil aslında kanunen değiştirildi. Bizim muhalefet de buna yıllarca noterlik yaptı. İnsanları oraya buraya sürmenin, sürü yapmanın, sömürmenin yolu onları tek tip yapmaktır, ne adına ve ne olursa olsun. Demokrasi halkı delilerden korumak içindir. Delilerse demokrasiyi kullanacak kadar akıllıdır. Asker vatan savunmasında ölmeyi göze almış biridir. Onun isyan ettiği şey onursuz bir ölüme, öldürülmeye ve öldürmeye zorlanmaktır. Onursuzlar bunu anlayamazlar. Teknoloji geliştirme bölgelerindeki öğretim üyesi şirketleri Hamit Serbest hamitserbest@gmail.com Karanlık Kendi Gölgemiz Olabilir D evlet üniversitelerinde döner sermaye işletmeleri, yıllarca üniversitesanayi işbirliği önündeki en büyük engel olarak görüldü. Tıp fakültelerinin döner sermaye geliri, bilinen nedenlerle çok yüksek oluyordu, ama diğer fakültelerde durum öyle değildi. Gelir yetersizdi ve ancak işi yapan kişilere gelir oranında katkı payı ödenebiliyordu. Dolayısıyla, tıp dışındaki fakültelerin öğretim üyeleri iş dünyasına bir hizmet verdiklerinde bu işe ilişkin gelirin yaklaşık %70’i kesiliyordu. Fatura bedelinin %30’u tutarında bir gelirle de öğretim üyeleri iş dünyasıyla çalışmak istemiyorlardı. Veya hizmetlerinin karşılığını başka şekillerde tahsil ediyorlardı. 4691 sayılı Teknoloji Geliştirme Bölgeleri yasasının yayınlanıp uygulanmaya başlamasıyla birlikte fen ve mühendislik alanlarındaki öğretim üyeleri, tıp fakültelerindeki meslektaşlarını da kıskandıracak ayrıcalıklara kavuştular. Çünkü, sadece döner sermayeden muaf olmakla kalmadılar, gelir vergisi muafiyetine, çalıştırdıkları personelin maaşından gelir vergisi ödememe ve SGK primlerinin %50’sini devletin ödemesi gibi istisnalara kavuştular. Verilen ayrıcalıklar o kadar keskindi ki, sanırım uygulamada karşılaşılabilecek olası sorunları veya tereddütleri giderebilmesi için ilgili yasanın “Personel” başlıklı 7. Maddesinde “2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 36 ncı maddesinin bu maddede yer alan düzenlemelere aykırı hükümleri uygulanmaz” ifadesine yer verilmişti. Kanunun amacı aslında çok basitti, üretim sektörlerinin üniversitelerle işbirliği yaparak uluslararası rekabet gücüne erişmesi bekleniyordu. Bunun için de işletmelerin, üniversitelerle yani öğretim üyeleriyle beraber, ? teknolojik bilgi üretmeleri, ? üründe ve üretim yöntemlerinde yenilik geliştirmeleri, ? ürün kalitesini veya standardını yükseltmeleri, ? verimliliği artırmaları, ? üretim maliyetlerini düşürmeleri, ? araştırmacı ve vasıflı kişilere iş imkânı yaratmaları, isteniyordu. Yasa ile, öğretim üyelerinin Teknoloji Geliştirme Bölgelerinde sürekli veya yarı zamanlı olarak çalışmalarına hatta şirket kurmalarına veya bir şirkete ortak olmalarına da imkan tanınıyor. Tabii şirketleşme, öğretim elemanlarının, kendi yaptıkları araştırmaların sonuçlarını ticarileştirmek amacıyla mümkündür. Ayrıca, bir kez daha vurgulamakta yarar var ki, tüm bu ayrıcalıklar öğretim üyeleri kendi uzmanlık birikimlerini kullanarak sanayiye yönelik ARGE yapsınlar diye veriliyor. Öğretim üyesinin sunacağı hizmetlerin ARGE dışı çalışmalar olması halinde elde edilecek gelir döner sermaye üzerin den tahsil edilmesi kuralı değişmemiştir. Bakanlık verilerine göre teknokentlerde kurulu şirket sayısı 3.325 ve akademisyenlerin kurduğu ve/veya ortak olduğu firma sayısı ise 761. Bu şirketlerde öğretim üyelerinin kaç tanesi kendi geliştirdiği teknolojiyi ticarileştirmekte? Veya kaç tanesi sanayi ile proje yapacak öğretim üyelerine aracılık yapmakta yani ticari faaliyet yürütmekte? Cevabı bulunması gerekir, yoksa bir grup kişinin yanlışı, sistemin bütünüyle kamu ve toplum tarafından sorgulanarak yargılanması sonucunu doğurabilir. Türkiye’nin dört bir tarafında, bazı öğretim üyeleri kurdukları şirketleri ticarethane gibi çalıştırdıkları biliniyor. Bu tip öğretim üyesi şirketleri, sanayi ile çalışmaya girecek öğretim üyelerine aracılık yapıyor. Ayrıca, sanayiciye kolaylık sağladıkları iddiasıyla, bazıları kestikleri fatura bedelinin sadece ARGE destek miktarını tahsil ediyor. Yani 100 birim fatura karşılığı hizmet için devletin hibe desteği %75 ise, şirket de sanayiciden 100 birim yerine 75 birim tahsil ediyor. Diğer taraftan, üniversite hocaları ile sanayi kuruluşlarını ortak çalışmalarda buluşturmak, döner sermayeyi bypass edecek fatura kesmekten ibaret değildir. Sanayici ve öğretim üyesi arasında gerçek bir arayüz yapı olmadan, kurulan ilişkilerde tarafların haklarının nasıl korunabileceği belirsizdir. Aradaki ilişki uygun biçimde yönetilemediği takdirde hiç beklenmeyen sorunlar çıkabiliyor. Daha da önemlisi, öğretim üyesi ile sanayici arasında kurulacak işbirlikleri sürdürülebilir ve yaygınlaşabilir özellikte olmalı. Hem sanayi cephesinde hem de akademik kesimde özendirici bir etki yaratabilmeli. Ne yazık ki; bunu da görmek mümkün değil. TÜBİTAK tarafından başlatılan TTO (Teknoloji Transfer Ofisi) Programı bir anlamda bir arayüz yapı tanımlıyor. Yukarıda belirtilen ilişkilerin bu yapılar veya doğrudan Teknokent tarafından yerine getirilmesi daha doğrudur. Bir öğretim üyesi aracılık yapmak için şirket kurmamalıdır. Veya ARGE yerine başka ticari faaliyetler için Teknokentler kılıf olarak kullanılmamalı. Gerekli tedbirler alınmazsa, sorumluluk öncelikle Teknokent Yönetim Kurullarındadır. Teknokent mevzuatı kapsamında vergi muafiyeti hak edemeyecek işler için yönetim kurullarının onayları, kamu zararına neden oluyor. Dolayısıyla, teknokentlerin yönetim kurulu üyeleri kamu zararı yaratan tüm uygulamalardan şahsi mal varlıkları ile sorumluluk taşıyor. Tabii bu işleri yapan öğretim üyeleri ve ortakları da vergi yönünden öncelikle mali sorumluluk altına girer. 2547 sayılı yasaya aykırılıklar da ayrıca bir inceleme konusu olur. Bu satırlar teknokentleri kötülemek, yöneticilerini suçlamak amacıyla yazılmadı. Yasayı suiistimal edenleri ayıklamak gereğini anlatmak amacını taşıyor. Yoksa, çıkarcı bir azınlık tüm sistemi çökertebilir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle