01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

18 Tarih Tartışma CBT 1484/28Ağustos 2015 Zeytinyağının Akdeniz yolculuğu Zeki Arıkan ([email protected]) “Yaratabileceğimiz en kötü uygarlık [mı?]” İ zmir Akdeniz Akademisi, Klazomenai (Urla) zeytinyağı işliğinin (İÖ VI.yy) ayağa kaldırılmasıyla başlayan zeytin ve zeytinyağı ile ilgili bir dizi etkinliğe imza attı. Bu etkinlikler içinde zeytinyağının Akdeniz dünyasındaki tarihi de var. Burada zeytinyağının Osmanlı dönemi tarihi üzerinde kısaca duracağız. Osmanlı İmparatorluğu Batı Anadolu, Akdeniz, Suriye, Kuzey Afrika vb. yörelerde yayıldıkça geniş zeytin alanlarını da tasarrufu altına aldı. Buralarda zeytin, zeytinyağı üretiminde, tüketiminde pek önemli değişiklik olmadı. Daha doğrusu, Osmanlı, ele geçirdiği yerlerde, daha önce var olan üretim ilişkilerinde köklü bir değişiklik yapmadı. Osmanlı mutfağında zeytinyağı tüketiliyordu. Ama zeytinyağı en çok aydınlatmada, hayvanları yağlamada kullanılıyordu. Fatih’in mutfağında zeytinyağı tüketildiğini biliyoruz. Osmanlı “iaşe ağı” kapsamında Anadolu’da, adalarda üretilen zeytinyağı İstanbul’a gönderiliyordu. Manisa’da üretilen şırlağan yağı da Anadolu’da tüketiliyordu. XVIII. yüzyılda Midilli’den gelip Ayvalık’a yerleşen Rumlar, zeytin üretimine yepyeni ufuklar açtı. Devlet de aynı dönemde Gömeç çevresine binlerce zeytin ağacı dikiyordu. Prof. Mantran’a göre İstanbul, XVII. yüzyılın ikinci yarısında 700.000 kişilik bir nüfusu barındırıyordu. Bu kalabalık nüfusun beslenmesi kolay değildi. Bütün imparatorluk İstanbul’un beslenmesine çalışıyordu. Buğday, pirinç, baharat, canlı hayvan öncelikle İstanbul’a gönderiliyordu. Osmanlı, daha önce var olan zeytinlikleri Suriye sancaklarında Romani / Kâfiri olarak adlandırıyor, sonra dikilenleri de İslami olarak niteliyordu (zeytuni romani/kâfiri, zeytuni islami..) Bu ayırım yalnızca o yörede görülmektedir. Ancak kimi zaman Fransız tüccarlarının Ağriboz adasından zeytinyağı almalarına izin veriliyordu. Bu da Marsilya’da gittikçe gelişen sabun sanayiinin hammaddesini oluşturuyor ZEYTİNYAĞININ DIŞARIYA SATILMASI YASAKTI du. Midilli adası büyük bir zeytinyağı üretim merkeziydi. Buradan elde edilen tonlarca zeytinyağı İstanbul’a özgülenmişti. 1310/1894 tarihli salnameye göre Midilli’de 45.161.290 kg. tane zeytin elde ediliyor ve bundan 11.612.580 zeytinyağı hasıl oluyordu. 1877’de Midilli’de oturmaya memur edilen Namık Kemal, 1879 yılında sancağın mutasarrıflığına getirildi. 1884’e kadar bu görevde kaldı. Bu sürgün mutasarrıfın saraya gönderdiği raporlar, mektuplar Midilli’nin sosyal, ekonomik yapısına ve kültürel durumuna büyük bir ışık tutuyor. Adanın zeytinciliğine ilişkin son derece önemli ayrıntılar da bulabiliyoruz. Namık Kemal’e göre adanın en birinci ürünü zeytin tarımıdır. Fakat 1849 yılı kışı çok şiddetli geçmiş ve hemen hemen bütün zeytin ağaçları donmuştur. Bundan sonra ağaçların kütüklerini üretken kılmak ya da zeytin yetiştirmek, yabani zeytinleri aşılamak pek kolay olmamıştır. Bundan sonra halk için bir de “murabaha” belası çıkmıştır. Kısacası zeytinciliği geliştirmek için uygulanan borçfaiz yöntemi pek verimli olmamış, halk sürekli ağır borç yükü altında ezilmeye mahkum edilmiştir. Halkı murabaha pençesinden kurtarmak için kimi yerlerde yararı görülen “Memleket Menafi Sandıkları” da istenen yararı sağlamamıştır. Bilgisizlik ve parasızlık onun deyimiyle “MAARİF VE SERMAYE NOKSANI” yalnız tarımda değil, ticarette de kendini göstermektedir. Namık Kemal’e göre zeytinciliği ilerletmek ve çöküşünü durdurmak için yapılması gereken işlerin başında burada bir banka şubesi açmaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nda zeytinyağına uygulanan yedi vahit sistemi İngilizler için büyük bir engel gibi görünüyordu. Tekel anlamına gelen yedi vahit, mahsulün devlet tarafından alınıp satılması demektir. Bu; afyon, ipek, zahire, pamuk, tiftik, yapağı gibi ürünlere uygulanıyordu. Bu da Avrupa ticareti için bir ayak bağı idi. Mehmet Ali Paşa’nın bu sistemi bütün Mısır’a yaygınlaştırmış olması Avrupalıları daha tedirgin ediyordu. İngilizler, yedi vahit’in kötü bir uygulama olduğunu, kaldırılmasının halkın çıkarına olacağı tezini işlemeye ve buna Osmanlı devlet adamlarını inandırmaya çalıştı. Ancak Osmanlı, uygulamanın kaldırıldığı takdirde yabancıların iç işlerine karışabileceğinden kaygı duyuyorlardı. Görüşmeler, 1838 tarihine kadar sürdü. Sonunda Balta Limanı Antlaşması’nın dördüncü maddesi uyarınca yedi vahit kaldırıldı. Üzerinde durmak istediğimiz nokta şu: Yedi vahit’in 1838 antlaşmasıyla kaldırıldığı bilinmekle birlikte bu kararın çok daha önceden uygulamaya konulduğu anlaşılmaktadır. 1833 tarihli bir arşiv belgesi şöyle denilmekte: “Revgan ı zeyt hususunda yedi vahit usulü külliyen fesh ve hüsni nizamı istikmal olunmuş…” Y arattığımız kötülerden birisi de, en kötüsü olup olmadığı tartışmalıdır. Belki daha kötüsünü halen yaratmaktayız. Bu yüzden, uygarlığın (varoluş sorununu) gündeme getiren Atilla Erdemli’ye teşekkür borçluyuz, (CBT, 12 Ağustos 2015). Ontoloji ve İnsanbilimine göre, canlı üstü (süper organic) kültür veya uygarlığı canlı bir varlık olan insan yarattı. Uygarlık ile insanlık, eğitim süreciyle biribirini yaratarak değişti (1). Bu anlamda insan, hem canlı, hem canlı üstü (süper organik) bir varlık olarak, kendini yaratmaktadır (2). Öyle ki insan türünün şiddetli saldırgan davranışlarını içgüdüyle açıklamak ilk bakışta pek inandırıcı gelmiyor. “İnsan, eğitimle insan oldu!” gözlemiyle Aydınlanma çağını açan Locke’dan sonra, Eğitimci Dewey, İnsanın bir doğası varsa, “her yaptığını öğrenme yetisiyle” doğmuş olmasıdır, diyordu. İnsan türünü (homo sapiens sapiens’i) dört ayaklı, memeli türlerden ayıran özelliği, normalleşmiş bir prematüre (erken doğmuş) olmasıdır. (3) Öyle ki, memeliler ailesinin yavrusu doğduktan hemen sonra ayağa kalkıp memeyi bulduğu halde; insanın yürümeye, yemeye, konuşmaya başlaması bir kaç yıl, insan haklarına erişmesi 1820 yıl alıyor. İnsan türünün büyümesi ve öğrenmesi giderek yavaşlamakla birlikte, hayat boyu sürüyor. Anaerkil aile hukuku, prematüre yavrunun yaşatılmasına dayanıyor. Darwin’in Türlerin Evrimi, içgüdüyle değil en güçlünün doğal seçilimiyle; İnsanın Evrimi ise, özvarlığını ötekilere karşı algılaması, yani ötekileştirme sürecine bağlı görünüyor. İnsan, kim olduğunu bilmese de, dost ya da düşman, birilerine karşı olduğunu çok erken yaşta öğreniyor. Kolay değişemiyor. Erken yaşlarda edindiği karakteri/kişiliği, onun kaderini belirliyor. Sosyolog Gellner, İslam Alemi’ nde, “Herkesin herkese karşı olduğu”nu buldu. İnsanbilimci LeviStrauss ise, “EGO versus Autre” (Öteki’ne karşı BEN) ilişkisinin evrenselliğini savundu, Kartacalı bir Terence’in, “Ben ötekiyim, insanca davranışlar bana hiç yabancı gelmiyor” görüşü, etik veya dini ülkücü bir istisnadır. (4) Freud’un Insan türünün kişilik / davranışlarını Fenichel, CanlıCanlıüstü etkileşimiyle açıkladı. Eric Hoffer, Kesin İnançlılar’da karşıtların yer ve rol değiştirebildiğini, ancak daha derinlerdeki karşıtlık eğiliminin değişmediğini savundu. (5) Bu tür genellemeleri savunanlar, bazı türlerdeki şiddeti izlememiş; söz gelişi, barışçı leyleklerle yırtıcı kartalların ölümcül savaşlarını duymamış; kendini kaybetmiş çılgın bir ördeğin hemcinsinin tüylerini yolduğunu görmemiş olabilir. Barış simgesi öfkeli güvercinlerin biribirini nasıl gagalayıp yaraladığına penceremden izliyorum. Aykırı örnekleri dikkate almadan, şiddetin kaçınılmazlığını içgüdüsel saldırganlıkla açıklamak; “Şiddet, yalnız insanda var” sonucuna varmak, erken bir indirgemedir. Devlet benim diyen Kral, herşeyi yakın yıkın emrini veren Hitler, Rusya için milyonları öldüren Stalin, sınıf arkadaşlarını tarayan genç bir içgüdü kurbanı mıdır; yoksa, bir üretim (eğitim) hatası (firesi) mı? Bozkurt Güvenç Şiddet kurbanı Gandhi, “En büyük gücün, şiddete direnme” olduğunu kanıtladı. Şiddet, insana özgü bir içgüdü ise ona teslim olmayalım. Şiddet, uygarlıkla artıyorsa aralarında bir ilişki var demektir. Uygarlık karşıtı bilinen insanbilimci Zerzan, “Uygarlık buysa bana yabanı verin” diyor.(6) Atatürk hayranı bir İlahiyat Profesörü, Batı dünyasındaki İslam ve Türklerle ilgili önyargıları şöyle açıklamıştı: “Ötekileştirme, öyle amansız bir düşman ki, öteki yoksa yaratıyoruz.“ Sosyolog Touraine de, çağdaş Demokrasiyi “ötekileştirmeyen toplum” olarak yorumluyor. (7) Yaşam kürenin manşetinde halen iki görüş sessizce çatışıyor: Büyüme mi Yaşam mı? Uygarlığın intihar (mı?) ettiği bir dünyada, ekonomik büyüme nasıl savunulabilir? Öyleyse, akıllı ve seçkin bir varlık (homo rationalis) olmakla övünen, barış için savaşı meşru gören biz insanlar acaba ne kadar akıllı ve sağlıklıyız? Akıllı mı akılcı mı, sorgulamaya hazır ya da razı mıyız? 1) N. Hartmann. Yeni Ontoloji. İst. Ü. 1945. E. B. Taylor, The Primitive Culture. 1871 2) Gordon Childe. Kendini Yaratan İnsan, 1981. 3) J. Locke, İnsan Anlığı Üzerine Deneme. 1992. J. Dewey, Eğitimde Ahlak [Etik) İlkeleri. 1995. 4) Ernest Gellner, The Muslim Society. 1981. Claude LeviStrauss, L’Identite. (1958) 1963. 5) O. Fenichel, The Psychoanalytic Theory.1955. Eric Hoffer, Kesin İnançlılar (çevirisi) 1970. 6) Eric Erickson, Çocukluk ve Toplum. 1970. R. Dahrendorf, Toplum ve Çatışma 2015. J. Zerzan, Gelecekteki İlkel. 2000. 7) Alain Touraine, Demokrasi Nedir? 1997. ŞİDDET İÇGÜDÜ İSE ONA ŞİDDETLE KARŞI ÇIKALIM
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle