Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
18 TartışmaEditöre Mektup CBT 1463/3 Nisan 2015 Temel bilimlerde kontenjan açığının sebebi ne? R. Ömür Akyüz Fizik Profesörü (Emk.) Boğaziçi Üniv., akyuzo@gmail.com S on sözü baştan söyleyeyim: Lise alan öğretmenlerinin önemli bir kısmı alanlarında zayıf (Eğitim Fakülteleri genelde yöntem bilgisini alan bilgisinden önde tutmakta); iyi olanlar da özellikle fen dallarında, alanlarının yaşamı doğrudan nasıl ilgilendirdiği, “gözde” disiplinlerle ilgisi hususunda öğrencilerini bilgilendir(e)miyorlar. Yıllarca, lise öğrencilerine üniversite tanıtımı yaparken sordum “içinizde tarih, fizik, edebiyat, kimya, felsefe vb. okumak isteyen var mı?” Pek el kalkmaz “Ne okumak istersiniz?” sorusuna ise bir süre öncesine kadar işletme, mühendislik ve tıp öndeyken son yıllarda işletmenin yerini hukuk aldı. Liseyi bitirirken, üniversitede ne okuyacağımı soranlara “fizik” dediğimde “öğretmen mi olacaksın?” diyorlardı, hem öğretmenliğe hem bana aşağılama. Oysa benim fiziğe ilgimin kökeni ilkokula kadar gider. Ortaokul ve lise derslerim ve öğretmenlerim bunu hep pekiştirdiler. Diğer konuları boşladığım da söylenemez. Lise bitirme sınavları sırasında felsefe öğretmenimiz, sözlü sınavdan çıkarken bana “sen Siyasal Bilgiler’e gitmelisin” dedi ya, değerli arkadaşım Emre Kongar gitti çok da iyi etti ben gene de fizikte ısrar ettim (ilginçtir, 30 kişilik sınıfımızdan dördümüz fizik okuduk). İkinci tercihim matematik, üçüncüsü ise türkoloji idi (ilk edebiyat öğretmenim Nihad Sami Banarlı, babamın dayısı ise “Dağbaşını duman almış”ın söz yazarı Ali Ulvi Elöve idi). Ha, annem “tabii ki” tıp okumamı istedi, ısrarla. Ama adaylara da hep söylediğim gibi ailelerin tıp isteği çocukları için değil, kendileri içindir; ilerde kendilerine “bakarlar” diye. Okullarla dershaneler ise puanınızın “satın alacağı” en “gözde” disiplin ve üniversiteyi seçmenizi isterler, reklam olsun diye! Yıl 1956, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi sırf daha iyi öğrenci çekmek için fizik programını “fizik mühendisliği” olarak adlandırdı. Arkasından Hacettepe, derken diğerleri ve tabii ki İTÜ de bu “unvanlı” adı benimsedi. Bana göre eğitim açısından pek bir fark yaratmadıysa da ilgiyi artırmak bakımından ciddi bir katkı sağladığını söyleyebilirim. Benzeri durumlar yıllar içinde “matematik mühendisliği (geometriciliği!)”ne hatta işletme mühendisliğine kadar gitti; biz “unvan sever” bir milletiz (Öğreniminin beş yıl olduğu dönemlerde sonunda Yük. Müh. unvanıyla bitiren eski İTÜ’lü meslektaşlarım profesör de olsalar “Yük. Müh. Prof. Dr.” yazarlar adlarının önüne). deki sosyal sorunların yanlış olarak başında gelen bir olgudur” demişti. Ben bunu bir “sosyal sınıf atlama fırsatı” olarak da niteliyorum. Durum böyle olunca kim düzüne fizikçi, tarihçi, felsefeci, matematikçi olmak ister ki. Biyoloji genetik sayesinde azıcık daha şanslı duruma geldi; hatta akademik bir ünvan olmasa da “genetik mühendisliği” süreçleri biraz “hava” getirdi, biyoloji bölümünün adını “Moleküler Biyoloji” olarak değiştirdiğimizde program aynı kaldığı halde giriş puanları sıçrama yapmıştı. Ama tıp isteyenlere “çağın en heyecanlı disiplini, tıp yakında sırf buna ve biyomedikal mühendisliğine dayanacak” dediğimizde hep “ama ülkemizde iş olanağı yok” diyorlar. Yani açıkların bir diğer sebebi de gerek öğretmenlerin gerekse bu disiplinde eğitim görüp aynı doğrultuda ya da başka alanlarda çalışanların çalışma alanlarını yeterince tanıt(a)mamaları. Temel fen bilimlerinin, özellikle fizik ve matematiğin en önemli yararı “problem” çözmeyi öğretmesidir. Bu problemler genelde hazır değildir, önce doğada ya da çevrede tanınıp söze dökülmek gerekir –ki çoğu zaman en büyük zorluk bundadır– sonra da sonuç için yol aranır. Hatta birçok fizikçimühendis doktoralı öğrencim çeşitli borsalarda uzman olarak çalışmakta. “Temel bilim” programlarında kontenjan açığı yaşanmasının ilk sebebi kontenjanların gerçekçi olmaması, diğeri üniversite sayısının patlaması. İstek zaten sosyoekonomik sebeplerle kısıtlı iken bunların yenilerini açmak, açığı artırmaktan başka işe yaramazancak, bir ülkenin her alanda bilgili, kültürlü ve bilgikültür üretecek insanlara gereksinmesi var “çağdaş uygarlık” bu demektir. Ancak burada bir kısır döngüye giriyoruz. Ayrıca diğer “gözde” disiplinlerin temel servis ve destek dersleri için öğretim elemanı gerekir. Ama bu da yetersiz, çünkü bu tür dersler akademik niteliklerini zorlamaya yetmeyeceğinden öğretim elemanları doğal olarak doyumsuz ve verimsiz kalacaklar. Dahası genelde “gözde” disiplinlerin “sahipleri”, kendi işlevleri daha çok olsun diye programlarındaki derslerin çoğunun temel ve genel değil “meslek” dersi olmasını isterler. Bir üniversite mühendislik öğrencisinin temel matematik, fizik, kimya bilgisi ne denli derin ve geniş olursa mesleki becerileri o denli sağlam temele dayanacaktır. Daha önemlisi teknolojinin gelişmesi çok büyük ölçüde bu gibi temel fen bilimi araştırmalarıyla hızlanmakta, disiplinin dar konuları çok kısa sürede “demode” olabilmektedir. Mühendislerin temel fen birikiminin sağlamlığı uyarlanmalarını kolaylaştıracaktır. Ayrıca her türlü insanlık değerlerine yatkınlık ve toplum bilincinin gelişmesi tarih, felsefe, edebiyat gibi “kültür” dersleriyle sağlanabilir. Örneğin en öndeki ABD üniversitelerinin bile her programında derslerin üçtebiri kadarı bunlardan seçiliyor! Bir çare “çift anadal” programları açmak. Bu yıllardır BÜ’de yapılıyor. Ancak YÖK’ün getirdiği kurallar zorlaştırıcı. Oysa BÜ’nün başlattığı yükü makul olan programların, aslında bir temel bilim okumak istediği halde yukarıda değindiğim sosyoekonomik sebeplerle “meslek” nitelikli programları tercih eden öğrencilerin bu ilgilerini de karşıladı, hatta bunların ileride asıl ilgi alanlarına dönmelerine yol açabildi. İlginç bir önek: 1980’lerin başlarında ÖSS’nin ilk basamağında birinci olan öğrenciye gazeteciler soruyor “ne okuyacaksın?”, yanıt “Aslında fiziği çok seviyorum ama elektrik mühendisliği okuyacağım”. Bu kızımıza ÇAP programı çerçevesinde fizik ÇİFT DAL diploması da verdik. Bugün, BÜ fizik bölümü öğretim üyelerinin önemli bir kesri böyle. Yahut “B planı” olarak bu temel bilim programları içinde uygulamalı alanları işleyen “ders gurupları” oluşturularak programların çekiciliğini artırılabilir. Bunun da uygulaması yıllardır BÜ fizik bölümünde başarıyla yapılmakta. Aslında teknoloji ve toplumların çok hızlı değiştiği çağımızda üniversitelerin en azından ilk yılları için “esnek ve temel” programlar geliştirmeleri çok yerinde olur: Disiplinin temel derslerinde derinleşmek, kültür ağırlıklı dersler, disiplinin “meslek” derslerinde fazla ayrıntıya girmemek. Bunun ülkemizdeki tek (biraz zayıf olsa da) benzeri olarak Sabancı Üniversitesi’nin programları söylenebilir. Doğru çözümün başında liselerde öğretmenlerin kendi alanlarını iyi işleyip bunların yaşadıkları dünya ile her türlü ilişkisini vurgulayarak öğrencilerin yakın ilgilerini sağlaması, ayrıca tüm disiplinlerin ortak yanlarını ve birbirlerine desteklerini de iyi tanıtabilmesi gelir (RADİKAL09.02.2009, 15.07.2009). Oysa, YÖKÖSYM akademik danışmanı olan iki öğretim üyesi, resmi bir toplantıda “lise öğrenimi önemsizdir” demişlerdi. Ünlü fen bilimci Faraday, 19. yy’da elektromanyetik indüklemeyi bulduğunda görmeye gelen dönemin Britanya Başbakanı R. Peel, ne işe yaradığını sorar, yanıt: “Bilemem, ama eminin hükümetiniz bunu vergilendirmenin yolunu bulacaktır!” Elektrik üretiminde ve elektrikle çalışan her türlü aygıtta bu olgu en temel ögedir. “... Bilim ile teknoloji arasındaki ilişki, alet ile düşünce, fikir, ideoloji, teori arasındaki ilişkidir. Bilimsel düşünceyi ortadan kaldırdığınızda olduğu yerde dönüp duran, sayıklayan teknoloji ile baş başa kalırsınız. ...” (“Bilim ile Hurafenin Savaşı” Güray Öz, Cumhuriyet 09. 11.2011) Dünya Meteoroloji Günü ve hatırlattıkları Prof. Dr. Kasım Koçak İstanbul Teknik Üniversitesi, Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Meteoroloji Mühendisliği Bölümü, email: kkocak@itu.edu.tr İSMİ DEĞİŞİNCE TALEP ARTTI Rahmetli Altan Günalp ölmeden kısa bir süre önce Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada “Üniversiteye giriş, ülkemiz 23 Mart 2015, 55. Dünya Meteoroloji Günü olarak çeşitli bilimsel etkinliklerle kutlanıyor. Atmosferin siyasi sınırlar tanımayan niteliği, meteoroloji alanında uluslararası işbirliğinin zorunlu olduğu gerçeğini ortaya koydu ve 1873 yılında Uluslararası Meteoroloji Teşkilatı kuruldu. 23 Mart 1950’de Dünya Meteoroloji Konvansiyonu yürürlüğe girdi ve Uluslararası Meteoroloji Teşkilatının yerine, Birleşmiş Milletlere bağlı 16 uzmanlık kuruluşundan biri olan Dünya Meteoroloji Teşkilatı (WMO) kuruldu. Dünya genelinde WMO’ya üye 191 Ulusal Meteoroloji ve Hidrometeoroloji Servisi bulunmakta. 1961’den beri, Dünya Meteoroloji Teşkilatı Ana Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesinin yıldönümü olan 23 Mart günü, Dünya Meteoroloji günü olarak kutlanmakta. Yürütme Konseyi 2015 yılı Dünya Meteoroloji Gününde tartışılmak üzere “İklim Eylemi İçin İklim Bilgisi” konusunu seçti. Gezegenimizde 100 kilometre altımızda sıvı kayaçlardan olu şan kızgın bir cehennem kaynarken sadece 100 kilometre üzerimizde dondurucu bir uzay başlıyor. Bu gezegen üzerinde tek hücrelilerden insana kadar uzanan canlılar dünyası, adına biyosfer denilen incecik bir katmanda yaşamaktadır. Dünyamızın uzaydan bakınca ne kadar nazik ve kırılgan bir görünüşe sahip olduğunu Apollo astronotu James Irwin şöyle dile getirmekte: “Dünya uzayın karanlığına asılmış bir çam ağacı süsünü hatırlattı bize, bu sıcacık muhteşem cisim, sanki tek dokunuşta kırılacak gibiydi ”.