24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

www.iku.edu.tr BİLİM KÜLTÜR VE EĞİTİM Yoksulluk Üzerine Doç. Dr. Sinan Alçın İstanbul Kültür Üniversitesi, İktisat Bölümü Öğretim Üyesi İ ktisadın bir bilim alanı olarak kabul edilmesinin başlangıcı, Adam Smith’in 1776 tarihli Milletlerin Zenginliği kitabına dayandırılmaktadır. Aslında, Smith’in kitabında aradığı “zenginlik” sadece ona has değil, dönemin ekonomi politikçilerinin tamamının araştırdığı temel konudur. Ülkeler arasındaki gelişmişlik farkları nasıl ölçülecektir? Bu temel soru karşısında Merkantilistler, değerli madenleri işaret ederken, Fizyokratlar sahip olunan verimli araziler ve tahıl stoklarını temel alıyordu. Smith’in eserini yayımladığı dönem, İngiltere’de sanayi devriminin gelişmeye başladığı ve dolayısıyla kapitalist üretim biçiminin hızla yaygınlaştığı bir sürece denk düşmektedir. Kapitalist üretim tarzıyla birlikte ilk kez üretim, üretim için yapılmış, yani ihtiyacı aşan ölçüde sermaye birikimi için üretim gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Bunu olanaklı kılan yeni tekniklerin üretim alanında kullanılması ve makinelerin hızlı bir biçimde çalışanların yerini almaya başladığı fabrika tipi üretim düzenidir. “Aşırı üretim” sonucu gittikçe genişleyen ürünler, kapitalist ülkelerin de zenginliğinin yegâne belirleyicisi olmuştur. Manifaktur dönemin erkek atölye ustalarının yerine fabrikaların ilk işçileri çocuk ve kadınlardır. Üretim alanındaki bu alt üst oluş, üretim ilişkilerini de farklılaştırmış ve bir tarafta az sayıda fabrika sahibi (kapitalist) karşısında gittikçe artan sayıda işçi kitleleri oluşmuştur. İşçi (Labor) kelimesi, kapitalist üretime özgüdür. Kapitalizm öncesi çalışanlar (workers) çalışandır. İkisi arasında çalışma biçimi ve gelir yönünden farklılık vardır. İşçi işyerinde emekgücünü satarak ücret geliri elde eder. Ücret, işçinin iş için harcadığı emekzamanı üzerinden ödenir. Örneğin 5.000 işçinin çalıştığı fabrikada, fabrikatör için 5.000 işçinin isimleri, cinsiyetleri, yaşları, kişilik özellikleri, zevkleri değil üretimde geçen toplam emekzamanı belirleyicidir. Emekzamanının karşılığı olan ücret, işçinin toplam deneyimi veya becerilerini yansıtmaz, sadece üretim araçlarıyla geçirdiği çalışma zamanını kapsar. Bu işçi açısından bir değersizleşme ya da yarattığı değerin bir kısmının artıdeğer olarak kapitaliste transfer edildiği süreçtir. İşte bu nedenle kapitalist üretim bir taraftan zenginlik yaratırken, geniş kesimlerin yoksulluğunun da sebebidir. Artık, zenginliği anlamak için yoksulluğa, yoksulluğu anlamak için de zenginliğe bakabiliriz. Bu eşitsiz gelişim sadece ülke içinde değil, ülkeler arasında da varlık göstermektedir. Büyüme ve refah artışı dünya genelinde sanayi devrimi sonrasına denk gelir. Bu doğrudur. Ancak aşırı üretim refah artışı yaratabilirdi. Bunu geleneksel tarımsal üretim ya da zanaat sağlayamazdı. Fakat, sanayi kapitalizminin gelişmeye başladığı 18 yy. ile birlikte dönemin gelişmiş ekonomileriyle azgelişmiş ülkeler arasında refah farkı kapanmamış, aksine giderek artmıştır. Neticede hem ulusal hem de uluslararası ölçekte bir tarafta hızlı bir zenginleşme diğer tarafta ise yoksullaşma yaşanmaktadır. Kapitalizmin yarattığı bu eşitsiz gelişim sürdürülebilir midir? Bu soru da kapitalist sanayileşmenin başından itibaren sorulmaktadır. Çünkü bir yanda hızla artan üretim ama öte yanda üretilen malları satın alacak kesimlerin reel gelirlerinde sürekli olarak nispi azalma. Aşırı üretim sorunu, krizleri de kapitalizmin doğal ritmi haline getirmiştir. Marx, genişleyen üretimin kapitalist rekabeti artıracağını ve nihayetinde kapitalistleri maliyet düşürmek için daha fazla makineye yönelteceğini, bunun da sermayenin organik bileşimini artırarak kâr oranlarında düşme eğilimi yaratacağını öngörmüştür. Kondratiyeff ve onun takipçileri ise kapitalist üretimin dalgalı bir seyir içinde sürekli hareket edeceğini düşünmüşlerdir. Bu konudaki tartışmalar önemli bir literatür oluşturmaktadır. Bu yazının kapsamını da aşmaktadır. Daha güncele gelirsek, geçen yıl yayımladığı kitapla bir anda popüler hale gelen Thomas Piketty, “kapitalizmin sonu” tartışmalarını yeniden popüler hale getirdi. Piketty, bu popülerliğin bir kısmını elbette kitabının ismine (Kapital), Marx’ı eleştirip daha sonra verdiği bir mülakatta Marx’ı okumadığını söylemesine borçludur. Bu meselenin bir yönü ama Piketty’nin kitabının ABD’de best seller olmasını sağlayan aslında yine ABD’de 2 yıl önce yaşanan Occupy (işgal et) hareketinin önemli bir sloganına (yüzde 99’u) temel teşkil edecek ZENGİNLİĞİN İZDÜŞÜMÜ OLARAK YOKSULLUK sonuçlar içermesidir. Piketty kitabında –yine tartışmalı olan birçok tarihsel veri kullanarak gelir ve servetlerdeki değişimleri incelemiş ve sermayenin getiri oranının ekonominin büyüme hızını aştığını ve bunun da servetin giderek çok küçük bir azınlığın elinde toplandığını vurgulamıştır. Neticede bu durumun eşitsizliği artırdığı ve kapitalizmin geleceğini “tehlikeye attığını” söylemektedir Piketty. Çözüm olarak da servet vergisi önermektedir. İktisatçı gözüyle bakınca şu söylenebilir ki, Piketty’nin servet vurgusu önemlidir. Çünkü yoksulluk ve eşitsizlik tartışmalarında daha ziyade gelir dağılımına bakıyoruz. Oysa, gelir akım bir değişken olduğu için dönemlik değişimleri yanıltıcı olabiliyor. Oysa zenginlik ve kalıcı yoksulluk tıpkı servetin kendisi gibi stok kavramlardır. Türkiye üzerine konuşacak olursak nüfusun en zengin yüzde 10’luk kesimi yaratılan gelirin yaklaşık yüzde 34’ünü elde ediyor. Fakat servet üzerinden düşündüğümüzde durum çok daha çarpıcı: Nüfusun yüzde 1’lik kesimi ülkedeki toplam servetin yüzde 54’üne sahip! Bu özelliğiyle Türkiye dünyada ikinci sırada yer alıyor. Türkiye’deki servet eşitsizliğiyle ilgili bu önemli vurgu, 16 Aralık 2014’te İstanbul Kültür Üniversitesi, İktisat Bölümü olarak düzenlediğimiz “Yoksulluk Paneli”nde konuşan Prof. Dr. Ahmet Tonak’a ait. Ahmet Hoca, ayrıca konuşmasında 20002014 yıllarında yüzde 1’lik kesimin yüzde 43 zenginleşerek dünyada birinci olduğuna dikkat çekti. Zaten, geçen ay ülkemize gelen Piketty’de Türkiye’deki zengin sayısındaki hızlı artışa şaşırdığını söylemişti! verilerine göre) 2013 yılında yüzde 22,4. 015 yaş arası çocukların şiddetli maddi yoksunluk oranı ise, 2011 yılı verileriyle yüzde 63.5! Yani, yoksulluk en çok çocukları ve kadınları vuruyor. Zaten, Avrupa ülkelerinde yüzde 75’leri bulan kadınların işgücüne katılım oranının ülkemizde yüzde 32’de kalması da kadın yoksulluğunun temel sebeplerinden değil mi? Panelin bir diğer katılımcısı BETAM’dan Dr. Ayşenur Acar idi. Ayşenur Acar, Mutlak Yoksulluk ile Göreli Yoksulluk kavramlarını ve farklı yoksulluk ölçüm yöntemlerini anlattı. Çıkan sonuç şu ki, belki sokakta açlıktan ölen insan sayısı azalmakta ama göreli yoksulluk gün geçtikçe artmaktadır. Kredi kartı ve tüketici kredisi borçlarının 300 milyar TL’yi aştığı bir ülkede gelirlerin yeterli olduğunu söylemek pek akılcı olmayacaktır. Ki bu borçların önemli kısmını da gıda ve giyim oluşturmaktadır. Geniş halk kesimleri temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmaktadır. Pelin Ünker, geçenhafta Cumhuriyet gazetesinde bu konuyla ilgili bir haber de yapmıştı. O haberde de değinildiği gibi, Türkiye’de göreli gelir yoksulluğu (TÜİK ZENGİNLER HIZLA ZENGİNLEŞİRKEN YOKSULLUK ÇIĞ GİBİ BÜYÜYOR. Yoksulluk her toplum için çözülmesi gereken bir sorun. Sorun ama bu sorunun çözüm yöntemi mevcut yoksulluğun seyrini belirliyor. Burada iki önemli kavram çıkıyor karşımıza: Yoksulluğun Giderilmesi ve Yoksulluğun Yönetilmesi. Mevcut ekonomik yapı içerisinde yoksulluğun yönetilmeye çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Değil mi ki, “sosyal hak” kavramı yerini “sosyal yardım”a bırakmış, toplumdaki hızlı göreli yoksullaşma bir biat rejiminin harcı yapılmıştır. 2011 Yerel Seçimleri’nde İstanbul’un bir ilçesinde rekor düzeyde (120 bin civarı) oy alan belediye başkanına soruyordu haber spikeri “Sayın Başkan, bu kadar şaşırtıcı ölçüde oy almayı bekliyor muydunuz?” ve çiçeği burnunda belediye başkanı cevaplıyordu: “Aldığımız oya şaşırmanıza ben şaşırdım bizim zaten ilçemizde üye sayımız 80 bin civarında!”. Yoksulluğun çözümü için çok farklı öneriler bulunmaktadır. 2000 yılında 189 ülkenin katılımıyla düzenlenen Milenyum Kalkınma Hedefleri ağırlıklı olarak eğitim kalitesinin ve emek niteliğinin artırılması gereğine vurgu yapıp kayıt dışı ekonomiyle mücadele önerirken, Piketty ve yine diğer bazı iktisatçılar etkili bir servet vergisi önermektedirler. Yazıda bahsedilen panele katılan Prof. Dr. Ahmet Tonak ise “insanca yaşanır ücret” standardı getirilmesi ve günlük 7 saat işgünü uygulanarak istihdam potansiyelinin artırılmasını önermektedir. Maalesef ne işgücünün nitelik artışı, ne uygulanacak dönemsel servet vergisi yoksulluğu tamamen ortadan kaldırmaya yetmez. Mevcut ekonomik yapı sadece patolojik (hastalıklı) değil aynı zamanda patojenik (hastalık yaratan) niteliktedir. Üretimin yapısı ve bununla bağlantılı bölüşüm biçimi değişmedikçe, yoksulluğun çözümü konusu da sadece siyasi rant sağlayan bir politika aracı olmanın ötesine geçmez. Bu arada zenginlerimiz artmaya devam eder ama zenginliğimiz azalır! YOKSULLUĞUN GİDERİLMESİ Mİ, YOKSULLUĞUN YÖNETİLMESİ Mİ? “ALANTAR: SOYUT ÂLEMİ” Resim Sergisi ERDAL ALANTAR 11 Şubat 04 Mart 2015
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle