26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CBT 1495/13 Kasım 2015 KENT KÜLTÜRÜ VE ÖZGÜRLÜK DOĞAN KUBAN BOZKURT GÜVENÇ Bu çağda yaşamakla bu çağdan olmak başka... Türkiye’de kentleşememiş ya da yetersiz kentleşmiş bir toplumun, okumuş yazmışı da dahil, bilinçlendiremediği ciddi bir sorun var: Çağdaş kent yaşamı. Kentler kendilerini meydana getiren maddi kültür ve teknolojik araçlar kadar düşünsel yapı ve varlıklarıyla da yeterli bir düzeye ulaşmak zorundadırlar. Çağdaş bir kentin insanları çağdaş dünyanın da ortakları değilse, İstanbul’da ve başka kentlerde görüldüğü gibi, yaşamsal çelişkiler aşılamaz. Kullanılan teknoloji ile toplumun fertleri tarafından kavranan içerik arasında paralellik olmazsa, köyden gelenlere ne kadar görkemli gelse de, kentlerin, küçük veya büyük, çağdaş bir görünüme sahip olma ve çağdaş yaşama uygun bir ortam olma nitelikleri düşük olur. Bu çağda yaşamakla bu çağdan olmak arasında bir ilişki yoktur. Köpeğiniz de sizinle yaşar. İnsanoğlu da tasması ne kadar çağdaş hatta elektronik olsa da, çağdaş olmak için bir uygarlık eğitiminden geçmek zorundadır. Bu kaba benzetme rahatsız edici olmakla beraber büyük bir gerçeği anlatır. Hangi çağda olursa olsun, insanlar kullandıkları ile değil, kendi bilgileriyle ürettikleriyle varlıklarının düzeyini saptarlar. Sadece maddi üretimle de yetinilemez. Osmanlılar Fatih’ten başlayarak askeri donanımlarının çoğunu dışarıdan getirdiler, savaşları kazandılar. Sonra yavaş yavaş kaybettiler, sonunda da yok oldular. Eline silah geçiren bir serseri dünyanın en büyük bilim adamını öldürebilir. Bu acı benzetmeler dünya tarihinin değişmeyen bir gerçeğini açıklar. Katar, Kuveyt, Abu Dabi, Riyad, Karaşi, Lagos gibi kentlerde dünyanın en modern yapılarının inşasına olanak veren bir teknoloji ve ekspertiz ithal edebilirsiniz. Fakat o kentlerin insanları bundan dolayı çağdaş olmazlar. Bugün Türkiye’de de görülen bu çelişkidir. Kuşkusuz Türkiye bazı kesimleriyle bu sınıflamanın dışına çıkabilen sınırlı mutluluklara da sahip. Osmanlı döneminde kültür olarak görece çağdaşlaşmış kentler İstanbul ve bir iki liman kentinden ibaretti. Diğerleri geçmişin tortuları olarak yaşıyorlardı. Bugün kentlerimiz, imge ve teknoloji olarak iletişim ve ulaşım teknolojisinin verdiği olanaklarla, ülkenin her köşesinde çağdaş simgeler sunuyor. Bunları meydana getiren potansiyel, kullananların sahip oldukları dünya kültürü ile paralel değildir. Bunun acısını ülke, büyük kentlerindeki dengesizlikler, çelişkiler ve enerji kayıplarıyla ödüyor. Avrupa ile geri kalmış dediğimiz ülkeleri ayıran şey, teknolojinin varlığı ve satın alınabilirliği değil, toplum tarafından özümsenememesi ve üretilmemesidir. Bu üretim temelde bilimsel bir birikime oturur. Bu birikime oturmadığı zaman, dünya ekonomisinin bugünkü koşulları içinde, üreten ve tüketenler arasında satan ve alan ilişkisi kurulur. Müşteriler yarı sömürge insanlarıdır. Çağdaş sömürgecilikde bazen silah zoruyla olsa da, temelde ekonomik bir olgudur. Türkiye’de kent kültürü, üretici olmayan kültür birikimi yetersiz kültürdür. En büyük özelliği toplumsal olarak örgütlenememek ve üretime geçecek iradeyi gösterememektir. Bu bağlamda özgürlükten söz etmek çiçekçiden bir demek gül alıp gül bahçesinde yaşadığını zannetmek anlamına gelir. Çağdaşlık, özgürlükle, kentsel oluşumun birbirinden bağımsız var olduğu bir ortam değildir. Bu nedenle Türkiye gökdelen tüketen fakat gökdeleni amacına uygun olarak kullanmayan birikimsiz bir müşteri toplumu niteliği taşımaktadır. Bunun ekonomiyi batıran sonuçlarını da ülke her gün zorlaşan koşullarda yaşamaktadır. Özgürlük, özerklik ve kent kültürü Özgürlük denince akla önce düşünce özgürlüğü gelir. Düşünce ne kadar özgürdür? İnsanlar konuşmaya başladığından beri bir şeyler söylediğine göre, her sözün hür olduğu söylenebilir mi? Her söz düşünce olmadığı gibi, her düşüncenin de özgürce ifade edildiği söylenemez. Sorun düşünce değil ifade, yazma özgürlüğüdür. Düşünceler her yerde, her zaman söylenemez. Töreler, nezaket kuralları, yasalar, zorbalar gerçeklerin yazılmasına hatta söylenmesine izin vermez. Çoğunluk, kralın giyimini överken, kralın çıplak olduğunu söyleyen ya köyün delisi ya da çocuktur. Çocuklar bağışlanabilir de, deliler ya bir yere kapatılır ya da topluluğa kötü örnek olmamaları için cezalandırılır. Gerçekler sakıncalıdır. Gerçek olmayanlar ise pek ciddiye alınmaz hatta teşvik bile edilir. Asıl korkulan gerçeklerdir. Zira gerçekler kurum ve yöneticilerin yerini, gücünü veya itibarını sarsabilir. İnanç özgürlüğü evrenseldir ama doğaüstü bir yaratıcıya inanmamak özgürlüğü ancak son yüzyıllarda, demokratik bir hak sayılmıştır. Aristoteles, bu yüzden “siyasal hayvan” olarak tanımlar insanı. Osmanlı der ki: İnsan libası ile karşılanır lisanı ile uğurlanır; sözü sohbetiyle övülür de, doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulur; İnsan bile sözün demini, etmeye sözün kemini, vb. Yasal yaptırımlardan kaçan insanlar, “Dünya vatandaşlığı”na sığınır. Düşünce özgürlüğü, bu örneklerde görüldüğü gibi, bir “ifade özgürlüğü” sorunudur. Bilim ve eğitimde özerklik ise, düşünce ve ifade özgürlüğünün tüzel güvencesidir. Türkiye’de üniversite özerkliğini savunan Profesör Ernst Hirsch, “Devlet, kamusal kaynakları kullanan üniversiteyi denetler ama işine ve işlevine karışmaz,” diyor. Sonuç olarak, gücünü anayasadan almayan toplum, düşünce bakımından özgür sayılmaz. Sorun: “Ne kadar özgürlük” sorunudur. Günümüzde bir megakent egemenliği yaşanıyor. Uygarlık tarihine göre Tarım Devrimi’nde, 9 üretici, onuncuyu besleyecek kadar artı üretmeye başlayınca ilk kent devrimi yaşanmış, tüketiciler kentlere taşınmıştı. Bu kentler anlaşıp merkezi devletleri kurdular. Devletler, yasaların gücüyle toplumlara egemen oldu. Sanayi devriminde, az sayıda üretici çok sayıda tüketiciyi besleyecek güce kavuştu; Halk, toplum ve millet oldu. Sanayi ülkelerinde, 10 üretici, bol enerji tüketerek bilimsel tarımla 90 kentliyi besleyebiliyor. Egemenliğin nihai kaynağı halk ve toplum yani demokrasi ama, yasama ve uygulama erki kent devletinde. Sanayileşmekte gecikmiş ülkelerde üreticiler, toplumu besleyecek üretim gücüne ulaşmadan kentlere göçtüler. Kentleştiler ama kentlileşemediler. Dünya sermayesini yöneten vahşi kapitalizmin yarı sömürgesi oldular. Bu gerçekleri gizleyen çarpık sürecin adı, bir savaş alanına dönen “kentsel dönüşüm”dür. Neokon (Yeni muhafazakârlar), basın ve düşünce özgürlüğünü resmen savunur ama despotları fiilen destekler. Ulus devletlerin gelişmesi medyada böyle denetlenir. Küreselleşen dünya söylemiyle ulusal bağımsızlık özlemi böyle ertelenir. 10 Kasım’da andığımız Mustafa Kemal, tam bağımsızlıktan yana gerçek bir devrimciydi. Bütün mazlum ve masum toplumların kahramanı oldu. Batı, elini bükemediği için ona saygı sunuyor ama özgürlük, özerklik, laiklik ve bağımsızlık savaşçılarına göz açtırmıyor. Ulusal çıkarları bunu gerektiriyor. Gelişme yolundaki ülkelerin ulusal çıkarları şimdilik bekleyecek. Çünkü Gelişmiş Yirmiler (G 20’ler), global ekonomik büyümeyi sürdürerek, açları ve yoksulları besleyecekler! Çünkü günümüzde yasaların gücü değil, güçlünün yasaları egemendir. Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni bir İslam Cumhuriyeti’ne dönüştürülmesinin ardındaki BOPProjesi özetle budur. KENT KÜLTÜRÜ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle