24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

18 TartışmaEditöre Mektup CBT 1495 /13 Kasım 2015 BİLİM VE EĞİTİMİMİZ Bu eğitimden mükemmel bilimci çıkar mı? Adnan Erkuş adnanerkuspsi@gmail.com Yeniden Yeşil Gece Gürkan Yavaş Kocaeli Üniversitesi, gurkanyavas@ gmail.com D eğerli bilimci(miz) Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Nobel Ödülü almasıyla, zaten gündemden hiç düşmeyen eğitimimiz ve bilim eğitimimiz bu kez daha da tartışılır oldu. İyi de oldu. Ben de daha önce bu yönde bazı yayınlar yapmış (bkz. Kaynaklar) bir emekli akademisyen olarak, bu yayınlardan ve gözlemlerimden hareketle bazı şeyler belirtmek istiyorum, umarım bir katkım olur ve asıl önemlisi bunlar dikkate alınır da bir an önce harekete geçilir. 1 Bugünkü tarih itibarıyla hiçbir Tıp, Dişçilik, Eczacılık, Mühendislik ve hatta İktisat ve FenEdebiyat (fen bilimleri kısmında) Fakültemizin hiçbir bölümünde, Bilimsel Araştırma Yöntem ve Teknikleri konusunda hiçbir ders verilmemektedir. Tanık olduğum ve etkileşim içinde bulunduğum akademisyenler, bu durum dile getirildiğinde de “bizim her dersimizde zaten öğrencilerimiz araştırma yapıyor” yanıtı vermektedir. “Nasıl?” diye sorduğunuzda, deney tüpleri ve mikroskoptan bakmayı gerekçe olarak belirtiyorlar! 2 Yukarıdaki fakülteler ve bölümlerin bazılarında kısmen İstatistik dersleri mevcuttur; o da örneğin Tıp Fakültelerinin 6 yıllık eğitiminin 1.2. komitelerinde yer almaktadır. Ayrıca, zaten Bilimsel Araştırma Yöntem ve Teknikleri ile birlikte verilmeyen bir İstatistik dersini de öğrenci istenilen yere yerleştirememektedir. 2 a) Özellikle Tıp eğitiminde bildiğim ve tanık olduğum ise, çoğu dersin sorumlusunun bir Powerpoint sunusu (o da rehber olması amacıyla değil satır satır yazarak) hazırladığı sunudan yine satır satır okuyarak dersi “verdiği”dir. Derslerin 200300 öğrenciye verildiği de düşünülürse, eğitimin niteliği rahatlıkla görülebilir. b) Bir diğer konu, her komite sonunda, o komitedeki tüm derslerden aynı anda ve çoktan seçmeli bir test ile yapılan sınavlardır. Bu test içinde bazı dersler başına 1 soru bile düşmemektedir! Hem bilişsel geçiş hem 23 saatlik bir sınav oturumu hem de özellikle uygulamalı derslerde çoktan seçmeli sorular vb temelden ölçmedeğerlendirme ilke ve yöntemlerine uygun olmamaktadır. c) Staj uygulamaları ise içler acısıdır. Kliniklerde hekimin ardına sıralanan stajyerler sadece izleme yapabilmektedirler. Gelsin ezber! 3 Yukarıdakiler kısaca lisans eğitimine yönelik olarak aktardıklarımdır. Asıl önemlisi ise yüksek lisans ve doktora eğitimleri ile akademisyenlerin yayın yapma biçimleridir. Tıp ve mühendislik bazında belirtecek olursam, a) yüksek lisans ve doktora programların Erkuş, A. (1999) “Üç üniversitedeki lisansüstü tez çalışmalarının psikometrik açıdan durumu” IV. Ulusål Eğitim Bilimleri Kongresi Bildirileri 4, s: 7588; Eskişehir: Anadolu Üniv. Yayınları, No: 1076. Erkuş, A. (2004). Bazı tıp dergilerinin son sayılarındaki makalelerin yöntemsel ve istatistiksel açıdan incelenmesi. ME.Ü Tıp Fakültesi Dergisi, 5(2), 175181. Erkuş, A. (2013). Bilimsel Araştırma Süreci (Gözden geçirilmiş ve genişletilmiş 4. Baskı). Ankara: Seçkin Yayıncılık da da Araştırma Teknikleri ile İstatistik derleri bulunmamaktadır. Peki nasıl bir araştırma yürütülecek, tez yazılacak? “Dökme suyla!” Ya gidilecek, ne konuyu ne araştırma desenini ne de verilere hakim olan bir istatistikçiye para verilecek ya da Biyoistatistik bölümü asistanlarına “rütbe baskısıyla” ve üstelik “ben şöyle bir tabloya uygun analiz istiyorum” denilerek ne analizi olduğu bilinmeden analiz yaptırılacak! b) Özellikle Tıp Fakültesi akademisyenlerinin yayınlarına bakarsanız, hemen hemen ortalama 56 yazarlıdır. Neden? Çünkü yayın yapan düşük “rütbeli” bir öğrenci veya akademisyen o Abd başkanının hatta dekanın ismini o çalışmaya yazmak zorundadır! Etik çiğnenti (ihlal) mi arıyorsunuz, işte size etik çiğnenti. c) Ha bu arada salt istatistiğine danışman olduğu diye, Biyoistatistikteki akademisyenlerin çoğunun da kısa sürede “şişirme” yüzlerce yayınının olması da başka bir konu… Böyle bir tablodan bilimsel çalışma çıkabilir mi? Bilimin temel direği kullandığı yöntem ve tekniklerdir, istatistiktir; bu temel dersler verilmezse, o ülkeden doğru dürüst yayın çıkar mı, şöyle böyle çıkarsa da alana bir katkısı olabilir mi? Öte yandan, kör topal sosyal bilimlerde verilmekte olan ilgili derslere yönelik eğitim de son yıllarda ABD merkezli pompalanan “nitel” araştırma gibi zırvalıklarla büyük yaralar almaktadır. Tüm bunlara rağmen, kendini geliştiren ve nitelikli yayın yapan yok mu, elbette var; ancak önemli olan bu sorunu bireysel değil, kurumsal çözmek ve oturtmaktır. Ülkemizin akademisyenlerinin acilen, içinde Bilimsel Araştırma Teknikleri, İstatistik, Ölçme ve Değerlendirme, Bilim Felsefesi ve Tarihi derslerinin olduğu bir eğitimden geçirilmesi; bu bağlamda daha kalıcı olması amacıyla da birkaç üniversitemizde sağlam bir akademik kadroyla (hatta üniversiteler arası işbirliğiyle) yukarıdaki dersleri içeren Yöntem Bilim konusunda lisanüstü programlar açılıp, buradan mezun olanların da tüm üniversitelerde bu dersleri vermek üzere görevlendirilmesi gerekmektedir. Hiç değilse disiplinler arası çalışma yapılsa… Yoksa daha çok… Prof. Dr. Aziz Sancar’a tekrar saygıyla. Belirtilen Kaynaklar T ürkiye’de bilim ve akademi dünyasının sayılamayacak kadar çok sorunu var. Sosyal bilimler söz konusu olduğunda bu sorunların zaman zaman içerik değiştirdiğini ve daha da ağırlaştığını söyleyebiliriz. Bu alanda yüksek lisans ve/veya doktora çalışması yapmak isteyen bilimci adaylarının önüne öncelikle ‘konu’ sorunu çıkıyor; daha doğrusu çıkarılıyor. ‘Ne çalışacaksınız?’ türünden soruların anlamsız olduğunu söyleyecek değilim; ancak Türkiye’de bir zaman sonra bu sorunun her şeyden daha önemli bir hale geldiğini itiraf etmemiz lâzım. Örneğin araştırma yapmak istediğiniz bir konuda daha önce yayımlanmış bir kitap ya da yapılmış bir tez çalışması varsa, çoğunlukla bu durum bir ‘handikap’ olarak değerlendiriliyor ve “çalışılmış bir konunun yeniden çalışılmasının anlamsız olacağı” gibi kabul edilmesi zor gerekçeler ileri sürülebiliyor. Böyle olunca da ‘yöntem’, ‘bakış açısı farklılığı’ ve ‘eleştirel mesafe’ gibi, bilimsel bir çalışma için yaşamsal önem taşıyan sorunlara yeterli ölçüde ilgi gösteremiyorlar. Bu sorunu önemseyen bir akademisyen olarak Cumhuriyet Bilim Teknoloji’nin 9 Ekim 2015 tarihli sayısındaki “Yeşil Gece” başlıklı makaleyi ilgiyle okudum. Türkçe edebiyatın kanonik bir eseri olarak kabul edebileceğimiz ve yıllardır birçok çalışmada analizi yapılan Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece adlı romanı, bir kez daha ve ‘farklı’ bir bakış açısıyla ele alınmış olmalı ümidiyle yazıyı okudum. Makaleye ilişkin bazı saptama ve eleştirilerimi ise kısaca da olsa söyleme gereği hissettim. Osman Bahadır imzasını taşıyan makalenin ilk bölümünde, Batı dünyası ile Osmanlı’nın yaşadıkları “düşünsel evrim” süreçleri kısaca karşılaştırılıyor. Bilindiği gibi iki ayrı yapının bütünüyle farklı koşullar altında şekillenmeye başlayıp farklı tarihsel süreçler halinde gelişen düşünce dünyaları, tarihin bir döneminde kesişti ve bu karşılaşma etkisini hemen her alanda gösterdi. Osmanlı modernleşmesinin on dokuzuncu yüzyıl boyunca devam eden ve zaman zaman travmatik boyutlar kazanan macerası, düşünce dünyasından eğitime; siyaset sahnesinden edebiyata kadar her alanda kendisine geniş bir ifade alanı buldu. Reşat Nuri’nin, zamanında da çok tartışılmış Yeşil Gece romanı, sözünü ettiğimiz bu travmatik dönüşümü eğitim bağlamında ortaya koymak iddiasını taşıyan; deyim yerindeyse ‘angaje’ ve hatta ‘ideolojik’ nitelikli bir metin olarak seksen yılı aşkın bir zamandır Türk okuyucusunun önünde. Hemen belirtmek isterim ki bir romanın herhangi bir düşünceye angaje olması ya da belli bir ideolojiyi içselleştirmesi –benim açımdan öncelikli bir sorun olarak görülemez. Bir edebiyat okuru olarak benim önemsediğim nokta ve burada da Yeşil Gece bağlamında saptamak istediğim şey, edebiyat metninin angaje olduğu düşünceyi/ideolojiyi hangi estetik düzeyde ele aldığı, konuyu nasıl bir ‘iç düzen’ etrafında biçimlendirdiği ve nihayet okuyucusuna söylemek istediklerini nasıl bir ‘iç tutarlılık’ bağlamında söyleyebildiğidir. Osman Bahadır yazısında, Yeşil Gece romanının Osmanlı eğitim sisteminin çöküşünü anlatıyormuş gibi görünse de “gerçekte” İzmir’in Sarıova kasabasındaki “kültürel panorama”yı “çok büyük bir ustalık ve tüm karmaşıklığı” ile yansıtabildiğini söylüyor. Gerçekten de Reşat Nuri hemen her romanında yaptığına benzer biçimde, küçük bir Osmanlı kasabasından hareketle ‘büyük ve karmaşık’ yapıyı anlaşılır hale getirmeye çabalıyor. Ancak bana kalırsa yazarın bu çabasında başarılı olduğunu söylemek kolay değil; zira ‘Osmanlı kasabası’ adını verdiğimiz yapıyı birkaç yobaz din adamına ve halk düşmanı tabir edilebilecek eşraf takımına indirgerseniz konuyu basitleştirmekten öte karikatürize etmiş olursunuz. Çünkü önemli olan din adamlarının aydın ya da yobaz oluşundan çok, romanda bunlara karşılık kurgulanan figürlerin kendi iç tutarlılıklarını nasıl sağladıkları meselesidir. Edebiyat tarihi bize şunu öğretiyor ki roman adını verdiğimiz girift tür, karikatürden çok daha başka ve çok daha ötede konumlanan bir ‘şey’dir; dolayısıyla kendine ait bir evreni vardır ve okuyucu tarafından ciddi bir tutarlılık beklentisiyle okunur. KÜLTÜREL PANAROMA
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle