Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
TARTIŞMAEDİTÖRE MEKTUP Yanlış Bağdat’tan dönse ne olur? Televizyon Çoğu atasözü ve deyimin olur olmaz durumlarda kullanılmasının nasıl bir kültürün göstergesi olduğunu bilmiyorum. Ama özellikle son yıllarda giderek yaygınlaşan bu tutumun çoğu kez “yanlışın yanlışla yıkanmasına” yol açtığını düşünüyorum. Yücel Çağlar, oduncugil@yahoo.com dizileri ve devlet Ö CBT 1378 18 / 16 Ağustos 2013 rneğin; “Yanlış hesap Bağdat’tan döner/döndü/dönüyor” atasözü, en azından günümüzde artık pek geçerli değil. Çoğu yanlışın ayırdına Bağdat’a gitmeden de, çok çabuk varılabiliyor çünkü. Ne var ki, iyimser bir değerlendirmeyle bilgi eksikliğinden, bakış açısındaki yanlışlıklardan kaynaklandığı söylenebilecek bu tutumu sürdürenlerin sayısı hiç de azımsanabilecek gibi değil. Ekolojik temelli sorun alanlarında çokça tanık olunan bu tutumun çarpıcı örnekleri, sözgelimi “İstanbul Bölgesi 3. Havalimanı Nihai ÇED Raporu”nda da çokça sergileniyor. İşte birkaç örnek: “Gen bankasında saklanması gereken türlerin isimleri ve lokaliteleri belirtilerek, ilgili Tohum Gen Bankaları’nda saklanması sağlanacaktır. Tohumların bir kısmı ilgili Tohum Gen Bankalarına ulaştırılacaktır. Yöreye özgü hassas türler tohum ya da fide olarak ekolojik özellikleri yakın olan alan dışı habitatlara taşınarak (ExSitu) yeni popülasyonlar oluşturulacaktır.”(Sayfa 152); “Kuşları çeken yiyecek, içecek, vb. kaynaklar ortadan kaldırılmalıdır. • Kuşların; fare, köstebek, solucan, örümcek ve her çeşit böcekle beslendiği dikkate alınarak, hava alanı sahalarında otla mücadele ve temizlik faaliyetleri … titizlikle yürütülmelidir.(Safta 164).”Kuşların barınma ve yuva yapabilecekleri yerler tespit edilmeli, yuvalanmaya müsait eski terk edilmiş bina ve kalıntılar kaldırılmalıdır (Sayfa 165); “Proje için seçilen alan 76.500.000 m2 olup bu ala nın yaklaşık 61.720.000 m2’si orman alanıdır. …Proje alanındaki tüm ağaçların orman emvaline kazandırılması (kesilmesi YÇ), taşıma ve benzeri işlemleri kamulaştırma kapsamında deplase yapılacaktır…Alandaki ağaçlar … belediyelerin ağaç talepleri dikkate alınarak söz konusu ağaçların bir kısmının taşınması sağlanabilecektir” (Sayfa 171); “İnşaat aşamasından önce proje alanı içinde bulunan hareketli fauna (!) elemanları rahatsız edilerek bölgeden göçü sağlanacaktır… bu türlerin kendiliğinden kaçmalarına izin verilecektir.” (Sayfa 242). Bu türden örnekler karşısında kalkıp da “Bu da insanlığa sığar mı?” denmemeli; böyle bir insanlığa(!) sığar. Ekolojik etki değerlendirmelerinde “tek ağacın yanı sıra ormanın da görülmesi” gerekiyor: Bu yalın gerçeği azıcık ekolojik bilgisi olan herkesin bilebileceği varsayılır. Ancak, bu varsayım pek de gerçekçi değildir. Doğrusu, ülkemizde çevre/doğa duyarlılığı içinde olan kişi ve kuruluşların çoğunun benzer yanılgılar içinde olduğunu söyleyebilirim. Çoğunlukla, dert edindikleri sorunu, sorunun gündeme geldiği alanla sınırlandırıyorlar sözgelimi. Bir tasarıma ya da uygulamaya karşıtlıklarını yalnızca bu tasarım ya da uygulamanın gerçekleştirileceği alandaki kesilecek ağaçların, zarar görebilecek yabanıl bitki ya da hayvan sayısına indirgiyorlar. “İstanbul bölgesi 3. havalimanı” vb. daha birçok tasarım ve uygulamada da böyle yapılıyor çoğunlukla. Açıktır ki, böylesi yaklaşımlar söz konusu tasarım ya da yatırım sahiplerinin savunmalarını güçlendiriyor. Görkemli Gezi Parkı Direnişleri karşısında ilgili bakan ve Başbakan, Ankara’da Belediye Başkanı İ. Melik Gökçek vb. hep bu kolaylıklardan yararlanmaya kalkışmadı mı; bu türden yıkımlara yol açabileceğinden kaygı duyulduğunda, başka yerlere daha fazla sayıda ağaç dikileceği ya da dikildiği, ağaçların kesilmeyeceği ama taşınacağı öne sürülmedi mi, sürülmüyor mu? 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu’nun 2008 yılında çıkarılan 5761 sayılı yasayla değiştirilen 8. maddesinde; turizm yatırımlarına tahsis edilecek orman sayılan yerlerle ilgili olarak: “Turizme tahsis edilecek alan, il genelindeki toplam orman sayılan yerlerin binde 5’ini geçemez ” ve “Turizm yatırımı için tahsis edilen orman alanının üç katı kadar alanın ağaçlandırma bedeli ve ağaçlandırılan bu alanın üç yıllık bakım bedeli, yatırımcı tarafından Orman Genel Müdürlüğü hesabına, doğrudan belirtilen ağaçlandırma ve bakım işlerinde kullanılmak şartıyla gelir olarak kaydedilir.” kurallarına da yer verilmedi mi? Ünlü “2B” uygulaması yapılırken “orman vasfını yitirmiş” durumu belirlenirken “orman bütünlüğünü bozmama” kuralı da aranıyordu. Ancak, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesi 1986 yılında değiştirilirken bu kural da kaldırılmadı mı? Oysa hangi ekosistem söz konusu olursa olsun, yapılacak dışsal etkiler yalnızca o ekosistemi etkilemez. Yandaki fotoğrafta da sergilendiği gibi, bir yerde herhangi bir ekosistem varsa ancak çevresindeki ekosistemlerle birlikte vardır ve bu ekosistemlerin tüm öğeleri birbiriyle etkileşim içindedir. Dolayısıyla; yapılacak etki değerlendirmeleri kapsamında ekosistemin içsel etkileşimlerinin yanı sıra ekosistemler arası etkileşimlerin de olabildiğince bütünsellik içinde sorgulanması gerekir. Ülkemizde, sözgelimi, “çevresel etki değerlendirmesi” (ÇED) çalışmalarında bu gerek yeterince getirilmiyor ya gerekli olduğu düşünülmüyor ya da işin kolayına kaçılıyor yahut böylesi bir sorgulama göze alınamıyor. *** Kısacası İstanbul bölgesi 3. havalimanı, 3. Boğaz köprüsü, Kanal İstanbul, kentsel dönüşüm, dahası, Gezi Parkı’ndaki kışla yapımı vb. büyük ölçekli (“uçuk kaçık mı” deseydim acaba?) tasarım ve uygulamalarda yapılması gereken ÇED’lerin, deyim yerindeyse, “ben yaptım oldu” denebilecek türden çalışmalar olmaması gerekir. Geçiştirilmemesi, geçiştirildiği düşünülüyor ise “tek ağacın yanı sıra ormanın da görülmesinin” yöntemsel bir zorunluluk olduğu kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır. Öte yandan, bilindiği gibi, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 2006 yılında değiştirilen 2. maddesine göre, “Onaya tabi plan ya da programın onayından önce plânlama veya programlama sürecinin başlangıcından itibaren, çevresel değerlerin plan ve programa entegre edilmesini sağlamak, plan ya da programın olası çevresel etkilerini en aza indirmek ve karar vericilere yardımcı olmak üzere katılımcı bir yaklaşımla sürdürülen ve yazılı bir raporu da içeren çevresel değerlendirme çalışmaları…” olarak tanımlanan “Stratejik Çevresel Değerlendirme” çalışmaların yapılması gerekmektedir. Ancak, yasanın 10 maddesinde yer verilen “…Stratejik Çevresel Değerlendirmeye tabi plan ve programlar ve konuya ilişkin usul ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmeliklerle belirlenir” kuralına karşın uygulama yönetmeliği henüz çıkarılmamıştır. Dolayısıyla, özellikle örneklenen türden büyük ölçekli projelerde yapılabilecek yanlışların “Bağdat’tan dönebilmesi” de olanaksızdır. Söz konusu olan ekolojik etkiler ise eğer, “Bağdat’tan dönülse” de, deyim yerindeyse, ne yazar… R. Ömür Akyüz, Em. Öğretim Üyesi “67 Eylül Olayları”nı, on üç yaşında olduğum için yeterince değer lendirememiştim. Yıllar sonraYılmaz Karakoyunlu’nun “Güz Sancısı” adlı romanını okuduktan ve ondan uyarlanan aynı adı taşıyan filmi izledikten sonra bunun dehşetini yaşadım. On dokuz yaşımda dinlediğim Yassıada duruşmalarından aklımda kalanlar, daha çok “köpekbebek” davaları ve “Başkan” Salim Başol’un savunma yapan sanıklara –sanki Silivri yargıçları ona özenmişler– “FAHİŞ HATA! FAHİŞ HATA!” diye kaba bir sesle savcının bile yapmaması gereken bir tarzda seslenişi olmuşken bu dehşet bana idamların hiç de haksız olmadığını hissettirdi. Derken “anıtmezar” yaptık, adına üniversite kurduk vb. ... Yıllar önce KanalD televizyonunda “Sağır Oda (adı belki yanlış hatırlıyorum)” adıyla bir dizi vardı, “Susurluk Olayı”nı kurcalayan bir gelişme izliyordu. Birden bire bitti ya da durduruldu. Aradan birkaç ay geçti azıcık değişik bir adla yeniden başladı, ama birkaç bölüm sonra gene aynı akıbet. Geçen aylarda gene aynı kanalda uzun zamandır süren “Öyle Bir Geçer Zaman ki” adlı dizi geçen günlerde bitti. Bir “dönem” öyküsü olarak da oldukça cesur denebilecek bu dizinin ilk kısmında Osman karakterini canlandıran bir küçük erkek çocuk ile ikinci kısmında Deniz karakterini canlandıran küçük kız çocuğun olağanüstü başarılı ve inandırıcı oyunları çok dikkat çekiciydi. Birinci kısımda 1970’lerin sıkıntıları arasında geçen öykü ikinci kısmında “13” Eylül’ü olağanüstü bir açıklıkla ele almaktaydı. Her iki kısımda ve değindiğim kimi diğer dizide –şimdilerde pek de öyle kalma gereksinimi duymayan– “derin ve yarı derin devlet”in ve koşullanmış yargının etkileri vurgulanıyordu. İçimde bir his var, acaba bu dizi de “erken” mi bitti? İçimde bir his daha var, ne dersiniz acaba ileride “birileri” için daha “anıt mezar” yapılır mı?