26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TARTIŞMAEDİTÖRE MEKTUP Yavaş Bilim bildirgesine ilişkin bir çözümleme Ayhan Ural ,Ph.D., [email protected] Bu çalışmayla 2010 yılında Almanya’nın Berlin kentinde kurulan Yavaş Bilim Akademisi’nin paylaştığı yavaş bilim manifestosunun çözümlenmesi amaçlanıyor. Almanya’nın Berlin kentinde kurulan Yavaş Bilim Akademisi Slow Science Academy 2010 yılında Yavaş Bilim Bildirgesi The Slow Science Manifesto adıyla kısa bir bildirge yayımladı. Bildirge kısa olmakla birlikte bilimcilerin ve dolayısıyla bilimin karşı karşıya geldiği getirildiği yaşamsal bir sorunu ortaya koyuyor. Her dönemde gözlenen ancak 20. yüzyıldan itibaren karşı konulamaz bir şekilde gerçekleşen bilime ve bilimciye yönelen dışsal baskı, bilimcileri haklı bir dayanışma alanı oluşturmaya zorlamıştır. Bildirge, bilim ve bilimcinin temel yaşam alanı olan üniversitenin dönüştürülmesi çalışmalarına bir başkaldırı niteliği taşımakta. Oldukça yalın bir dille kaleme alınan bildirgeyle bilimin ve bilimcinin üzerindeki baskı açık bir şekilde anlatılarak geniş bir kamuoyu oluşturmak amaçlandı. Bildirgenin adında yavaş bilim kavramına yer verilerek, bilime ve bilimciye yönelen tehdide dikkat çekilmiştir. Bildirgede dikkat çekilen bu tehdit hızdır. Hız, nasıl olur da bilim ve bilimciyi tehdit edebilir? Bilimciyi yavaş bilim istemeye yönelten gerekçe nedir acaba? Bu sorulara yanıt verebilmek için bildirgeye genel olarak göz atmak yeterli olur. http://slowscience.org/ Bildirgede, bilim ve bilimcinin zamana gereksinim duyduğuna dikkat çekilerek, düşünmenin, hata yapabilmenin, okumanın ve yazmanın ancak böyle mümkün olabileceği hatırlatılıyor. Ayrıca, bilimcinin kendine zaman tanımasına, toplumun da düşünmeye ve hazmetmeye gereksinimi olan bilimciye gereksinim duyduğu zamanı sunması gerektiğine vurgu yapılıyor. Bildirgeyi hazırlayan bilimciler, biz düşünürken bize katlanın diyerek bilimin piyasa mekanizmasının kapsama alanı dışında kalabilmesi için toplumsal destek arıyor. Bildirgede, bilime ve bilimciye yönelen dışsal baskıya ise size sürekli olarak bilimin ne anlama geldiğini ve neye yaradığını söyleyemeyiz çünkü biz bile bunun henüz anlamış değiliz ifadesiyle yanıt veriliyor. Sonuç olarak yukarıda kısaca özetlenen yavaş bilim bildirgesi, bilime ve bilimciye yönelen açık ve çok yönlü saldırıların sonucu üretilmiştir. Açık bir şekilde görülmektedir ki üniversiteye yönelen faydacı yaklaşım, üniversitenin piyasalaştırılmasına ve kamusal sahipliğinin değiştirilmesine yol açtı. Bu durumun sonucu olarak piyasa ilişkisinin içine sürüklenen üniversite, karşı karşıya geldiği maliyet fayda sorgulamasından sorunsuz çıkabilmek için rekabetçi bir nitelik kazanmaya zorlandı. Kârlı bir üretim alanına dönüştürülmek istenen dönüştürülenyeni üniversite, bilim ve bilimcinin gereksinim duyacağı zamanı, bir maliyet unsuru olması nedeniyle yeterince sağlamayacak. Böylece bilimin taşıdığı toplumsal nitelik, üniversitenin özelleştirilmesiyle ortadan kaldırılmış olacak. Özelleştirilmiş üniversitenin içinde yer alan bilim ve bilimci ise yeni sahibin kullanıma terk edilecek. Böyle bir ticari yapılanmanın içerisinde yok edilen bilim ve bilimci, yavaş bilimi istemek, aramak ve yeniden üretmekle bilimin doğasına dönebilmeyi amaçlamaktadır. Bilimci olalım, olmayalım bilimin toplumsal niteliğini yaşatabilmek için yavaş bilim eylemin içinde yer alıp, başarıya ulaşmasını sağlamalıyız. Buna bilimin, bilimcinin ve hepimizin gereksinimi var, hem de ivedi bir şekilde. Descartes’ın gösterisi ve halkın ilgisi Derin Orhon, Bilim Akademisi ([email protected]) Descartes gravürü, özellikle 1600’lı yıllarda halkın Avrupa’da bir matematik problemini açıklayan sokak gösterisine ilgisini yansıtması bakımından çok düşüncürücüdür. Bu ilgi daha sonra günümüzün gelişmiş Avrupa toplumunu oluşturacaktır. Bu yazıda, aziz dostum ve okul arkadaşım Rüna Sontaş’ın bana uzun süre önce vermiş olduğu bir 19. yüzyıl gravürünü sizlerle paylaşmak istedim. Gravür Descartes’ın dönemin tanınmış bilgin ve matematikçisi Isaac Beeckman ile Breda’da bir sokak panosu önünde tanışmasını resmediyor. Gravürün ilginç yönü, sokak panosunda bir matematik probleminin 1630’lu yıllarda konuyu ilgi ile izleyen bir halk grubuna anlatılması... Bilindiği gibi, Descartes köklü bir eğitim ile 1616 yılında Poitiers’de hukuk tahsilini tamamlar. Daha sonra 1618’de Hollanda’ya giderek Maurice de Nassau’nun protestan ordusuna katılır. Garnizon hayatının onu fena halde sıktığı ve bezdirdiği söylenir. Daha sonra, Beeckman ile tanışması ve aralarında yeşeren büyük dostluk ona matematiği sevdirir; böylece, Descartes tüm zamanların en önemli matematikçi ve düşünürlerinden biri olarak gelişir. Stephan Hawking The Grand Design kitabında Descartes’ın doğa kanunları ile ilgili kavramları açık ve doğru bir biçimde tanımlayabilen ilk bilgin olduğunu ifade etmektedir (*). Descartes günümüzde başlangıç koşulları olarak bildiğimiz kavramın önemini ortaya koymuş ve doğa olaylarını doğru bir biçimde başlangıç koşullarına göre yorumlamayı başarmıştır. Gravür, özellikle 1600’lı yıllarda halkın Avrupa’da bir matematik problemini açıklayan sokak gösterisine ilgisini yansıtması bakımından çok düşüncürücüdür. Bu ilgi daha sonra günümüzün gelişmiş Avrupa toplumunu oluşturacaktır. O dönemde Osmanlı ne yaptı? 1977’de Tophane sırtlarında, dönemin en önemli gökbilimcilerinden biri olan Takiyüddin tarafından bir rasathane kurulmasına izin verdi. Ancak, aynı yıl bir kuyrukluyıldızın görülmesi, 1578’de veba salgınının başlaması ve Uluğ Bey’in ölümü bahane edilerek başlatılan baskılar sonucu, padişahın fermanı ile Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa rasathaneyi 1580 yılında, bir gecede yerle bir etti. Böylece, Osmanlı’daki tüm bilim umutları İstanbul rasathanesi ile birlikte yok oldu... Descartes’in sokak gösterisi acaba günümüzde Türkiye’de yapılsa idi ne olurdu?. Muhtemelen Descartes gözaltına alınır ve yabancı bir ajan olma şüphesi ile sınır dışı edilirdi. Gösteriyi seyreden halk, muhtemelen biber gazı ile dağıtılırdı. Sokak panosuna eğer üzerindeki matematik problemi basınçlı su ile silinmemiş ise – muhtemelen delil olarak el konurdu!.. Muhtemelen bunların hiçbiri olmayabilirdi ama, yine de gösterinwwin yaklaşık 400 yıl önce Avrupa’da yapılmış olmasına Descartes ve bilim camiası adına sevinmek gerek. (*) S. Hawking & L. Mlodinow (2010) The Grand Design, Bantham Press, London. Temel Sosyal Bilimler Tartışması Prof. Dr. Örsan Ö. Akbulut1 , [email protected]> CBT’nin (1370/21 Haziran 2013) tarihli sayısında yayınlanan “Temel Sosyal Bilimler Önerisi” başlıklı yazım hakkında, değerli hocam Bozkurt Güvenç, CBT’de (1371/28 Haziran 2013) bir değerlendirme yazısı kaleme aldı. Öncelikle hocamın önerileri ve değerlendirmelerinden çok yararlandığımı ve yol gösterici olduğunu belirtmem gerekir. Fakat bazı konularda ek açıklama yapmam bir zorunlu. Yazımda mevcut sosyal bilim paradigmasının eleştirisini, toplumsal eylemin bütüncüllüğünün göz ardı edilmesindeki ideolojik konumlanış kapsamına oturtmuştum. Aynı ideolojik içeriğin, toplumsalın2 salt kültürel bir içeriğinin olduğunu savunan yaklaşımların da temel bir özelliği olduğunu iddia ettim. Ancak kastettiğim kültürellik, Alman kültürbilim geleneği kapsamında yer alan ve beşeri bilimler olarak da adlandırılan, büyük ölçüde kökenini hermeneutic yaklaşımdan alan postmodern paradigmalardı. Toplumsalın nesnel koşullar zeminindeki oluşumsallığının tamamen reddedildiği bu yaklaşımlarda, nesnel koşullar karşısında yöntemsel olarak öznelci, ontolojik olarak ise, kültürkimlik eksenli ideolojik içeriğin; küresel dönemde var olan bağlamın niteliği gereği, hermeneutic’in dayandığı geleneksel toplum temeli yerine, üstü örtük hatta kimi durumlarda açık olarak kapitalist toplumsal gerçekliğin küresel kapitalizm kapsamındaki yeni görünümü olan parçacı “toplumtopluluk”siyaset ekseni üzerinden yapılandırıldığını iddia etmekteyim. Bu kapsamda olmak üzere, değerli hocamın çalışma alanını oluşturan kültürün bu paradigmalarla denk düşmediğini düşünmekteyim. Dolayısıyla, hermeneutic temelli paradig CBT 1373 18 / 12 Temmuz 2013 malardan farklı olarak ve benim de benimsediğim kapsamda kültür, üretim etkinliği temelinde tarihsel olarak oluşturulan yaşamsallığın bir boyutunu oluşturmaktadır. Ayrıca hocam, “kültürel indirgemecilik” saptamamı da etik bulmamaktadır. Belirttiğim içerikteki kültürel incelemelerin bir indirgemecilik eleştirisine zaten konu oluşturmayacağı açıktır. Ancak, Marksizmin ana akım paradigmalarda sürekli olarak ekonomik indirgemecilik biçimindeki eleştirisini (aslında saldırı!) anımsamak gerekir. Bu eleştirilerin ise, etik olmamaktan çok, basit bir mantığı yansıttığını saptamak daha doğru görünmektedir. Ayrıca belirtmem gerekir ki, tarihiktisatsosyoloji/siyaset bilimini temel sosyal bilim olarak önermem, diğer disiplinlerin reddi anlamını taşımamaktadır. Bu üç temel alanın diğer disiplinlere meşru bir zemin oluşturacağı ve bu alanlar hariç tüm diğer disiplinlerin, bu alanlar üzerine kurulması gerekliliği, toplumsal eylemin bütünselliğinin bir sonucudur. Yaptığım öneri farklı içeriklerde, I. Wallerstein gibi yazarlar tarafından da ele alınmış, Gulbenkian Komisyonu raporu olarak yayımlanmıştır. Bununla birlikte, önerimin gerçek temeli hocamın da belirttiği gibi Marx’a dayanmaktadır. Marx’ın önerisini bazı değişikliklerle birlikte yinelememdeki amaç Marx’ın toplumsala ilişkin saptamalarının güncelliğini koruduğunu ortaya koymaktır. “Sallıselli” kavramlarla “sallanan” jargonumla ilgili olarak ise A. Tarkovski’nin bir saptamasının gerekli açıklayıcılığı içerdiğini düşünmekteyim: İyi yazı yazmaya başlamadan önce tüm gramer kurallarını unutmak gerekir. 1 Siyaset Bilimi. 2 Toplumsal olanı ve bu kapsamda olmak üzere kültüreli, üretim etkinliği temelinde ele almaktayım.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle