Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
HUKUK POLİTİKASI İstismar: Medeniyetlerin itici gücü İnsanın, oluşturduğu çeşitli büyüklükteki kümelenmelerin ve doğanın çeşitli yol ve acımasızlık düzeylerindeki istismarı, insan türünün geliştirmekle övünç duyduğu medeniyetlerin başlıca iticisi olageldi; binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca değişen, sadece istismarın boyutları ve gizlemek için geliştirilen kamuflaj araçları oldu. Tınaz Titiz Hayrettin Ökçesiz okcesizhayrettin@gmail.com http://okcesizhayrettin.blogspot.com Facebook’ta geçenlerde yeniden karşılaştım: orta yerde uzunlamasına bir rakam, iki başında iki adam ve başlarının üstünde birer balon… Birbirlerine bas bas bağırıyorlar Altı! Hayır dokuz! Dokuz! Hayır, altı! Doğrusu ben de çözemedim. B aşlıca bileşeni istismar olan medeniyetin bir diğer bileşeni, bu istismar süreçleriyle taban tabana zıt, kendini, çevresini ve olayları var eden nedenleri anlama yoluyla mutlu olma süreçleri. O süreçlerin yan ürünleri ise medeniyet adına övündüğümüz “kültürsanat birikimleri”. İstismar, tarih boyunca milyarlarca insanın acı çekmesine yol açtı, bundan korunmak isteyenler ise çoklukla karşıistismar yolunu seçerek yeni melanet yolları keşfettiler. Yıkılıp kurulan imparatorluklar, fetihler, işgaller, göçler aslında bu çatışmanın diğer yüzü değil mi? Günümüzde küresel ölçekte giderek artan çatışmalar ve bunların doğal sonucu olan düşmanlıklar istismar ve karşıistismar süreçleri değil mi? İstismar (sömürü, exploitation) ince bir iştir! İnsanlar ya da insan toplulukları arasındaki ilişkiler temelde birer değer değişimi (takas) sürecidirler. Bu süreçlerde değişen değerler tam eşit olmayabilir. Eğer bu eşitsizlik sürekli olarak taraflardan birisi lehine oluşuyorsa orada bir istismardan söz edilebilir. Buna göre ticaret, istismarın söz konusu olabileceği alanlardan birisidir. İkinci ve daha dikkat edilmesi gereken alana, “sorunlar yoluyla istismar” denilebilir. Bu durumda ya taraflardan birinin sorunlu bir alanı bulunup istismar gerçekleştirilir ya da önce bir yapay sorun yaratılıp sonra da o sorun istismar edilir; ince istismar budur. Bir de “en ince” denilebilecek istismar türü vardır ki, tek tek sorun yaratmakla uğraşılmaz, bir toplumun sorun çözme kabiliyeti zayıflatılarak sürekli olarak bizzat kendisinin istismara açık alanlar hazırlaması sağlanır. Peki bu yıkıcı eğilimin temelinde ne yatıyor; nedir istismarı tetikleyen, iten? Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin her bir basamağında yer alan fizyolojik, güvenlik, sevme/sevilme, onaylanma/saygı görme ve potansiyellerini gerçekleştirebilme’nin, ancak enerjinin çeşitli yoğunluktaki formları (1)ile mümkün olabileceği; daha basit deyişle, tüm ihtiyaçlarımızın bütünüyle enerji demek olduğu kolayca görülebilir (http://bit.ly/11soDcV). Dünyadaki yerel, bölgesel ya da küresel ölçekli İSTİSMAR, İNCE İŞ çatışmalara bu gözle bakıldığından, hemen hepsinin ardında, refah ihtiyaçlarını istismar yoluyla karşılamayı seçenlerle, onları karşı istismar yoluyla dengelemeye çalışanlar ile söylem temelli düşmanlıklar yoluyla kuzu kuzu sömürülen kitleler olduğu görülecektir. Türkiye bu ikinci gruba dahildir. Bu bağlamda sorun, bu kaçınılmaz ihtiyacın tartışılması, hattâ ihtiyacın karşılanma yollarının ahlaki olup olmadığı değil, kullanılan “istismar karşı istismar” sarmalı sonunda ortaya çıkan “düşmanlık” olgusunun insan da dahil tüm türlerin en temel güdüsü olan “türünün devamını sürdürme”ye uygun olup olmadığıdır (http://bit.ly/11sswhW). İnsan dışındaki türlerin bu konuda duyarlı oldukları görülüyor (2). Tüm türlerin aksine, dış görünüşleri birbirine benzeyen tüm insanları tek tür olarak kabul eden insan ise bu konuda benzer duyarlığa sahip olmadığı için istismarı, ihtiyaç tatmininde başlıca araç olarak kullanmaktan çekinmiyor. Düşmanlık, istismarın kullanabileceği araçlar içinde en kaba olanı ve de en son kullanılanıdır. Ondan önce, bilgisizlikten yararlama, kandırma, koz kullanma, tehdit ve şantaj gibi daha ince metotlar kullanılır; bunların işe yaramadığı yerde ise iş kaba kuvvete kadar götürülür; yeter ki istismar edilecek olanın sorun çözme kabiliyeti düşük olsun ya da düşük hale getirilebilsin. Türünün devamını tehlikeye atmaksızın ihtiyaçları tatmin etmenin, aynı zamanda istismar yoluyla ihtiyaçlarını tatmin etmeye çalışanlara karşı koyabilmenin yolu, sorun çözme kabiliyeti’ni artırmaktan ibarettir. Olup bitenleri “düşmanlar”ımızın niyetleriyle açıklayanlara ilanen duyurulur. Sorun Çözme Kabiliyeti düşük olanlara herkes düşmandır. (1) En az yoğun enerji formu güneşin ışımasıdır (http://bit.ly/MOeKO4). Güneş kolektörleri bir derece daha yoğun enerji üreteçleriyken, fotosentez yoluyla oluşan bitkiler güneş ışımasının biraz daha yoğunlaşmış formu, enerji yoluyla kurutularak odun haline getirilen bitkiler daha da yoğun, toprak altında karbonlaşan bitkiler daha yoğun, canlılar daha yoğun, onların ürettikleri bilgiler en yoğun enerji formlarıdır. (2) Örneğin Komodo Ejderi olarak bilenen yırtıcı, aynı türden bir diğeri ile mücadelesinde ona asgari zarar vermeye özen gösteriyor (bkz. http://bit.ly/YAMnYg) Pelin Kesebir Colorado Üniversitesi Psikoloji bölümünde doktora sonrası araştırma görevlisi. Selin Kesebir ise London Business School’da Örgütsel Davranış bölümünde öğretim görevlisi. Çıktı: Engin Topuzkanamış, Hukuk ve Disiplin. Modern Toplumda Hukuka Uymanın Dayanakları, İstanbul 2013 CBT 1367/ 19 / 31 Mayıs 2013 ve yanlışı tartmak için farkında olsalar da, olmasalar da daha sağlam bir teorik çerçevenin bulunması demek. Örneğin Amerikalı bir takım sosyologlar gençlerle ahlaki meseleler konusunda mülakat yaptıklarında şaşırtıcı bir muhakeme eksikliği gözlemliyorlar. Bu gençler bir sınavda kopya çekmek ya da hırsızlık yapmak gibi konulardaki fikirleri sorulduğunda sıklıkla “ben yapmazdım, ama yapanı da yargılamak istemem, sonuçta herkesin ahlakı kendine” gibi ahlaki davranışı kişisel bir tercih, bir “zevkler ve renkler” meselesi şeklinde algıladıklarını gösteren oldukça tuhaf cevaplar veriyorlar. Ahlak ve erdeme dair kavramların daha göz önünde olduğu bir kültürel ortamda belki bu tarz kafa karışıklıkları daha ender görülürdü. Ancak şunu da belirtelim: Bir kültürde ahlaktan sıklıkla bahsedilmesi illaki sağlıklı bir sosyopsikolojik ortamın varlığına işaret etmez. Örneğin toplumdaki bir grup kendi ahlak tanımını bir diğer gruba dayatmaya çalışıyor ya da ahlakı kısıtlı, şekilci, kuralcı bir biçimde algılıyorsa... Fakültedeki odamın kapısına bir fotokopisini yapıştırdım, belki bir bilen olur, geçerken söyler diye… Küçük oğlum Ertan görünce, “o rakamı oraya koyana sorsunlar”, deyiverdi. Biz buna hukuk metodolojisinde “sübjektif teleolojik yorum” adını veriyoruz: Yasayı yapanın hangi amaçla yaptığını yasanın gerekçesine, görüşme tutanaklarına vb. bakarak anlamaya çalışmaktır bu. Ama bu yöntem bizim bu karikatürdeki kavgamızı bitirmeye yetmiyor. Çünkü bu iki adam içtenlikle öyle gördüklerini söylüyorlar. Onlara oraya bu rakamı koyanın altı ya da dokuz diye koyduğunu söylersek, onlar da bunun aksine altı ya da dokuz gördüklerini ve şimdi ancak bunun doğru olduğunu söylerlerse yanlış mı olur? Elbette, hayır. Biz buna da hukuk metodolojisinde “objektif teleolojik yorum” diyoruz. Savigny’den beri de biliyoruz ki, hukukta yorum yöntemleri arasında bir hiyerarşi söz konusu değil. Bu yöntemler kabaca “Normun sözü, yasanın bağlamı, normun düzenlenme amacı, tarihsel yasakoyucunun amaçları ve kural tasarımları, objektifteleolojik ölçütler ile anayasaya uyumlu yorum buyruğu…” oluyor (K. Larenz). Bu iki adam birbirlerine karşı, bu yöntemlerden birine ya da birkaçına dayanarak gördüklerinin altı ya da dokuz olduğunu söylemekte ısrar ediyorlarsa, ne yapacağız? Daha da ilginci, Siz gerçekten biliyor musunuz hangisinin doğru olduğunu? Kendinizi sola ya da sağa koyduğunuzda, elbette biliyor olacaksınız. Her birinin yerine koyduğunuzdaysa, buyursun Hoca Nasreddin Efendi! Facebook’un okur yorumcularına bir bakayım dedim. Kırk altı bin kez paylaşılmış, yüzlerce kez çözülmüş! Amacımız tartışmayı ortadan kaldırmak olmamalı. Yoksa, yaşam söner. Ama her bir çekişmeye de barış getirmeliyiz. Bu barışı getirsin diye J. Habermas’ın “ideal Diskurs”unu, A. Kaufmann’ın “real Diskurs”unu, tüm temellendirme yapılarıyla, süreçsel adalet kuramlarının tanıtlarını, yukarıdaki yorum yöntemlerini de kullanarak dantela gibi örebiliriz. İnsanlığın tüm düşünsel yaşamı ve macerası böyle bir mecra da akıp gidiyor: Doğru olan yanlışlanıyor, yanlış olduğu kanıtlanana sonradan itibarı iade ediliyor vs. Bizim karikatürümüz, bir yanıyla bunun karikatürüdür. Siyasal karar alanındaysa durum biraz farklı… Burada kararın doğru değil, geçerli olması gerekiyor. Yani çoğunluk ne derse o oluyor. Bu seçimin aynı zamanda doğru olmasını bekleyemiyoruz. Çoğulcu, katılımcı, doğrudan da desek, demokrasiden en sonunda alacağımız şey budur. Hakikatin bilgisi değil, bir sorunun süreçsel siyasal geçerli çözümü… Hukuksal yargı alanında sorunu, hukuku telaffuz etmeyi kendisine görev ve yetki olarak yüklediğimiz bağımsız ve tarafsız kişinin, yani yargıcın iradesine bırakarak çözüyoruz. Yani yargıç ne derse, o oluyor. Yargıçsa ne diyeceğini yukarıdaki kozanın içerisinde; hukuk alt sisteminin verdiği eğitim ve öğretimle, meslekte öğrendiği görüş ve bilgilerle kurabiliyor. Özellikle buradaki sorunda o bize yalnızca (adil olması imkânsız) bir “karar” verebileceğini çok iyi biliyor. 6 versus 9 tartışması şu halde siyasetçilerin ve yargıçların değil, bunları (içtenlikle) savunanların ciddiye aldıkları bir sorun. Bizim içinse bir pat durumu. Evde, dostluklarda, düşmanlıklarda bu tartışmayı “pekâlâ, senin dediğin gibi olsun” tanıtıyla çözüyoruz. Burada sevginin gücü ya da gücün hıncı hüküm sürüyor. Galiba çözdük sorunu. Flu(x)us’tan bir söz: “insan sevdiğinde, canını bile verebiliyor. Ama biz birbirimizin canını alıyorsak... Demek ki, her şey insanı sevmekle başlayacak!” Bir Karikatür