Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Teknolojinin verdiği zararların sorumlusu Marx mıdır? Özgür Karaçam, Psikiyatr, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, ozkaracam@yahoo.com Sayın Celal Şengör, Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi’nin 14 Aralık 2012 tarihli sayısında Rousseau’yu eleştirirken şöyle yazıyor: “Rousseau’nun düşünceleri bana Marx’ın Feuerbach hakkındaki bir tezini hatırlatıyor: ‘Filozoflar bugüne kadar dünyayı anlamaya çalıştılar, halbuki esas olan onu değiştirmektir’. (…) Bu benim entelektüel tarih içinde bildiğim en akılsızca edilmiş laflardan biridir ve bunun böyle olduğu, Marx daha meşhur tezini yayımlamadan bir yüzyıl önce başlayan Sanayi Devrimi boyunca insanların çevrelerine yaptıklarının sonuçlarında çok güzel görülmektedir. (…) Biz iki buçuk yüzyıldır dünyamızın hammadde ve enerji kaynaklarını bilgisizce kullanarak dünyayı değiştirdik. Bu değişim şimdi o raddeye geldi ki, iklim değişmeleriyle varlığımızı tehdit etmektedir. Şimdi değiştirdiğimiz dünyayı nasıl değiştirdiğimizi anlamaya çalışıyoruz, ama şimdiye kadar yapılan modeller ne yazık ki başarısız oldu. Dünyanın bizim müdahalemize tepkisi herkesin sandığından çok daha hızlı olmakta. Bu beladan kurtulabileceksek, bunun tek yolu bilimdir.” Ben de diyorum ki, Marx’ın söz konusu tezini bu kadar yanlış anlayan ve yanlış yönlere çeken bir değerlendirmeye rastlamamıştım. Değerli bilim felsefecimiz Prof. Dr. Cemal Yıldırım, 100 Soruda Evrim Kuramı ve Bağnazlık kitabında 1930’lu40’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nde Lisenkoculuk’un yaptığı bilim düşmanlığından uzun uzadıya söz eder, aslında bu olayın Evrim Kuramı’na düşmanlık ile fazla bir ilgisi olmamasına rağmen. Yıldırım’a göre, Marksizm “dünyayı değiştirmek” ülküsüyle hareket ettiği için Mendel genetiği bir kenara atılmıştı. Açıkçası bu görüş, çok da tutarsız bir görüş değildir, fakat “Reel Sosyalizm” diye adlandırılan dönemde yapılmış tüm uygulamaların Marx’ın görüşlerine harfiyen uyduğu şeklindeki varsayımdan hareket eder. Bu varsayım ne derece doğrudur, felsefe tarihçileri ve sosyalizm tarihinin uzmanları bunu daha iyi değerlendirir. Gerçek şu ki, bu tür uygulamalar Marksist disiplinin içinde yer alan pek çok kuramcı tarafından da eleştirilmiştir. Yani, Marksist olmak, bunları eleştirmeye engel değildir. (Editör notu0 Ayrıca Sayın Şengör diyor ki, “insanların çevrelerine yaptıkları, Marx’ın ünlü tezini yayımlamasından yüz yıl önce başlamış.” Çok doğru. Peki, o zaman Marx neden zaten başlamış olan bir fiiliyat için ayrıca “start verme” gereğini duymuş? Kastettiği şey, Sayın Şengör’ün anladığından farklı bir şey olmasın? Teknoloji, kuramsal bilimlerdeki gelişmeler sayesinde ilerler. Antikçağ’da Arkhimedes’i bir tarafa bırakacak olursak, bilim adamları aynı zamanda filozof idiler, bilimler felsefeden tam anlamıyla bağımsızlaşmamıştı. Bunun için 16. Yüzyıl’daki Kopernik Devrimi’ni beklemek gerekecekti. O tarihe kadar “filozoflar”ın geliştirdiği bilim de, zaten teknoloji için dişe dokunur bir katkıda bulunmuş değildi. Gelişen, daha çok kuramsal bilimlerdi. Bilim, felsefeden bağımsızlaşma süreciyle birlikte teknolojinin gelişimini de hızlandırmıştır. Yani, dünyayı değiştirmeye ancak o zaman başlamıştır. Bunun nedenleri ayrıca tartışılabilir. Marx’ın “dünyayı değiştirmek”ten kastettiği şey, “toplumsal düzen”i değiştirmektir. Yani, insanın insanı sömürmesi üzerine kurulu olan sınıflı toplum düzeninin ortadan kaldırılmasıdır. Marx’ın “fen bilimleri”nin getirdiği değişikliklerden çok, insanlar arası ilişkiler üzerine yoğunlaşması da gayet doğaldır, çünkü o bir “toplum filozofu”dur. Ontoloji (varlık felsefesi), epistemoloji (bilgi felsefesi) gibi konularda çok yoğunlaşmamış, Hegel felsefesine materyalist bir yorum getirmekle yetinmiştir. Filozoflar Marx’ın dönemine kadar gerçekten de “sadece dünyayı anlamaya çalışmışlardı”, sınıflı toplumların ister yanında, isterse karşısında konumlansınlar. Thomas Müntzer, François Noel Babeuf gibi protokomünist fikir önderleri, daha çok eylem adamı idiler. Marx, tarihte ilk kez sistematik düşünceyi, bu mücadelelerin hizmetine vermiştir. Ona karşı bitmek tükenmek bilmeyen düşmanlığın kökeninde de bu vardır. Teknolojinin çevreye verdiği zararın sorumlusu o değil, onun kıyasıya eleştirdiği vahşi kapitalizmdir. Bilimi yeniden düşünürken Ahmet Kocaman, Ufuk Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Çağdaş dünyanın temelinde bilim var; özellikle dinsel dogmalardan kendilerini kurtarabilmiş bütün uluslar bilim için yarışıyor ancak bu yarışın insanlığa kimi zaman yıkım getirdiği de görmezlikten gelinemez. Özellikle İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında nükleer gücün yanlış kullanılmasının acıları bütün insanlığın belleğindedir. Bilimin kötüye kullanımının en güncel örneği ise besinlerimize yansıyan çürümüşlük ve yapaylıktır; kazanç için doğaldan, doğadan uzaklaşmadır. Günümüzde doğal ürün peşinde koşuyorsak bu bilimin bulgularını çarpıtarak doğanın yıkımına neden olan sömürgenler yüzündendir. B. Russell ‘Bilim ve değerler’ başlıklı yazısında, ‘Bilim başlangıçta dünyayı sevenlerin işi oldu’ der (Russell 1962, 25) Ne yazık ki günümüzde bu noktadan uzaklaşıyoruz. Sağlık konularında bile öncelik parasal getirisi yüksek araştırmalardadır. Açıkçası, bilim kapitalizmin buyruğunda bir güç alanı olarak kullanılmaya başlamıştır. En temel değerin insan yaşamı ve insanın mutluluğu olduğunu düşünüyorsak buna karşı çıkmak bilim insanlarının sorumluluğudur. Neler yapılabilir? Bilgi paradan daha güçlüdür. İnsanın ve insanlığın mutluluğuna odaklanmış bilginin aşamayacağı engel yoktur. Bunun için bilim insanlarının kişisel hırslarını bir yana bırakarak bütünleşik bir güç oluşturmaları önem taşımaktadır. Güçlükler olsa da, 1983 öncesi TDK ve geçtiğimiz günlerdeki TÜBA örneğinde olduğu gibi, çağdaş bilimcilerin özerk bir yapıda güçlerini birleştirme leri önemli bir ilk adımdır. Kuramsal bilimcilerin ‘bilgi için bilgi’ ilkesine bağlı kalmaları ne ölçüde önemliyse, uygulamalı bilimcilerin de bilimsel buluşları ‘insan değerlerini’ temel alan bir yaklaşımla ele almaları o ölçüde vazgeçilmezdir; uygulamada gözetilecek ilkeler kuramsal bilim bulgularının sömürülmesine kesinlikle olanak tanımamalıdır. Bu bağlamda bütün insan bilimlerine özellikle felsefeye önemli görevler düşmektedir. Bilimin, bilginin yaygınlaşması ve anlaşılır olması bilim dilinin saydamlaşması ile sağlanabilir; bu nedenle bilim insanlarının 1983 öncesi TDK ilkeleri doğrultusunda, anlaşılır bir bilim dilinin gelişmesi için daha çok çaba göstermeleri gerekecektir. Cumhuriyet Bilim Teknoloji dergisinin bu konudaki çabalarını titizlikle sürdürmesi önem taşır. Bilim kişisel ve toplumsal sorumluluk yüklenmeyi gerektirir. Bu bakımdan üniversitelerdeki öğretim elemanlarının şu ya da bu yönetimini değil bilimsel doğruların hizmetinde olmaları temeldir. Siyaset geçici, bilim kalıcıdır. Açıkçası kişisellikten, yetkeden bağımsız tek dayanağımız bilimsel bilgidir; bu bilginin en güvenilir yanı sürekli sorgulanabilir olmasıdır. Böyle bir anlayışın temelinde para ya da güç yerine insan değerleri öncelikli olduğunda bilime olan güven daha da artacaktır. İnsanın en büyük gücü özgürlüğüdür; özgürlük ise en kalıcı biçimde bilime sağlanabilir. Kaynak: B. Russell Dünyamızın Sorunları’ (çev. S. Eyüboğlu, V. Günyol ) Çan Y., İstanbul, 1962. santralları kadar yüksek olabiliyor. Tarımsal üretim için gereken suya bağlı olarak mısırdan etanol elde etmenin “su ayak izi” oldukça büyük. Ancak selülozik biyoetanol veya atıklardan biyoyakıt üretilirse bu durumun değişmesi söz konusu. ABD’de ileri soğutma teknolojilerine yönelik ArGe konuları arasında, bacadan atılan atık gazların içindeki ve soğutma kulelerinde kaybedilen su buharının tutularak sistemde kullanılması gibi seçenekler de yer alıyor. Ülkemizde de suyun kullanımı konusunda enerji üreticileri ile halk arasında kimi kamuoyuna yansıyan kimi ise yerel düzeyde kalan gerilimler yaşanıyor. TUBİTAK tarafından hazırlanan Aralık 2011 tarihli “Ulusal Su ArGe ve Yenilik Stratejisi” nde su azlığı yaşayan bir ülke olduğumuz belirtiliyor. İklim Değişikliği Eylem Planı’nda da iklim değişikliği sonucunda artan yaz sıcaklıkları, azalan kış yağışları, yüzey sularında azalma, sıklaşan kurak mevsimler gibi olasılıkların su kaynakları için risk oluşturacağından söz ediliyor. Bir yandan elektrik ihtiyacının hızla arttığı ve santralların işletme ömrünün uzunluğu, diğer yandan ülkemizdeki “su azlığı” göz önünde bulundurulduğunda, proje bazında su ihtiyacının temin edildiği kaynağın alternatif kullanım alanlarının değerlendirmeye alınması, santralın su ihtiyacının en aza indirilmesi veya santral verimi de dikkate alınarak koşulların optimize edilmesi gerekli. Genelde ise toplam kurulu gücü oluşturan enerji kaynakları ve teknolojilerinin dağılımı önemli. Öte yandan suyu pompalamak, arıtmak gibi işlemler için de enerjiye ihtiyacımız var. Piyasa temelli, parçacı bir anlayışın hâkim olduğu günümüzde enerji ve su meselelerinin, (gıda, halk sağlığı boyutlarıyla birlikte) iklim değişikliği bağlamında bütünlüklü ve toplumsal bir bakış açısıyla ele alınması gerekli görünüyor. Enerji üretiminin su ayak izi önem kazanıyor Nilgün Ercan, Kimya Mühendisi Sayın Baha Kuban’ın 26 Ekim 2012 tarihli CBT’de yayımlanan yazısında yer verdiği gibi, enerji üretiminde artık karbon yoğunluğunun yanı sıra su kullanımı da önemli bir unsur haline geliyor. Union of Concerned Scientists ve bir grup bağımsız uzmanın ABD’deki santralların verilerine dayanarak 2011 yılında hazırladıkları çalışmaya göre, birim elektrik üretimi başına en fazla su nükleer santrallar ile kömür santrallarında kullanılıyor. Doğal gaz kombine çevrim santrallarının su ihtiyacı ise santral veriminin yüksekliği nedeniyle onlara göre oldukça düşük. Karbon salımını azaltmak amacıyla geliştirilen Karbon Tutma ve Depolama teknolojisinin kullanılması halinde su ihtiyacı daha da artacak. (http://www.ucsusa.org/assets/documents/cleanenergy/e w3/ew3freshwaterusebyuspowerplants.pdf) Santralların su ihtiyacı soğutma suyu sistemine göre de değişiyor. Soğutma suyunu taze bir su kaynağından çekip daha yüksek sıcaklıkta geri veren açık çevrim sistemlerle, suyu santral içinde sirküle etmekle birlikte bir kısmını soğutma kulesinde buharlaşma yoluyla kaybeden yaş soğutma kulelerinin dezavantajlarının önüne “Kuru tip soğutma kuleleri” ve “Hibrid sistemler” kullanılarak geçiliyor. Ancak kuru sistemlerde yatırım maliyetlerinin artması, santral veriminin düşmesi ve sıcak günlerde santralın kurulu kapasitesine erişilememesi söz konusu. Bu arada atık ya da niteliği düşük suların arıtılarak soğutma suyu olarak kullanılması da gündemde. Rüzgâr ve fotovoltaik güneş enerjisi sistemleri su yoğunluğu açısından temize çıkıyor; buna karşılık yoğunlaştırılmış güneş enerjisi sistemlerinin su ihtiyacı kömür CBT 1349/19 25 Ocak 2013