23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

POLİTİK BİLİM Aykut Göker http:/www.ınovasyon.org;hagoker@ttmail.com Son yıllarda Eskişehir üzerine yazılanlara benzemeyen bir şeyler yazdığımın farkındayım. Ama hem bu güzel kentimiz hem de ülkemizin geleceği için bunları da bilmek gerek... CBT 1329/8 7 Eylül 2012 Genç Cumhuriyet’in sanayi atılımında önemli roller üstlenen, Eskişehir’deki üç sanayi tesisinden; Cer Atölyesi, Hava İkmal Bakım Merkezi ve Şeker Fabrikası’ndan söz ediyorduk. Bunlardan ilk ikisinin 1940’lı yılların sonlarından başlayarak misyonlarını yitirdiklerine değinmiş; Çünkü zaman Marshall Plabunun nedenini anlatmak için de kısaca ‘Ç nı zamanı[ydı]...’ demiştim. Devamını yazmak için bu yazdıklarıma göz attığımda, birden, okuyucularımın içinde gençlerin de olduğu ve ‘Marshall Planı zamanı’ ifadesiyle tam olarak neyi anlatmak istediğimi çıkaramayabilecekleri aklıma geldi. Bu hem onlar için bir açıklama, hem de eksik bıraktığımı fark ettiğim bir noktayı tamamlama yazısı: 1940’lı yılların ikinci yarısındayız. II. Dünya Savaşı sona ermiştir. Avrupa büyük bir yıkıma uğramıştır. Amerikan Maliye Bakanı George C. Marshall 5 Haziran 1947’de Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada, Avrupa’nın tekrar kendi ayakları üzerinde durabilmesi için Amerika’nın yardım etmesi gerektiğini söyler ve öngördüğü yardım planını açıklar. Bu plan, 3 Nisan 1948’de ABD Kongresi’nce yasalaştırılacak ve daha sonra ‘Marshall Planı’ olarak anılacaktır. Plan elbette ABD’nin de çıkarınadır. Çünkü yapılan yardım Amerikan mallarının satın alınmasında kullanılacak ve bu mallar Avrupa’ya Amerikan gemilerince taşınacaktır. Böylece, savaş sırasında, ‘savaş makinaları’nın ve gerekli mühimmatın üretimine yönelerek, önemli bir imalât kapasitesi yaratmış olan Amerikan sanayii, savaşın sona ermesiyle boşta kalan bu kapasiteyi ‘barış makinaları’nın (yol ve inşaat makinaları, tarım makinaları, sınaî üretim makineleri vb.) üretimine yönelterek değerlendirme imkânını bulacaktır. Türkiye, savaşa girmeyerek Avrupa’dakine benzer bir yıkımdan kurtulmuştur ama, o da, geri kalmış ekonomisi ve savaş süresince yapmak zorunda kaldığı olağanüstü askeri harcamaları nedeniyle bu tür yardımlara muhtaç durumdadır. Bununla birlikte, Türkiye’nin asıl derdi bu değildir. Türkiye, savaş sonrasının yeni dünya düzeninde, ABD’nin başını çektiği tarafta yer almak kararındadır. İşte asıl derdi de yaptığı bu siyasi seçimi, savaşın sıcak döneminde yanlarında yer almadığı ABD ve müttefiklerine kabul ettirmektir. Türkiye, Marshall Planı’nın kapsamına alınmayı, ABD ve müttefikleri nezdinde kabul edilebilirliğini sağlamanın bir adımı olarak görmüş ve bu yardımı kendisi ısrarla talep etmiştir. Bu ısrar o mertebededir ki, İlhan Tekeli ve Selim İlkin’in belirttikleri gibi, 1947’de artık Marshall Yardımı’ndan yararlanabilmek için kalkınma planı yapan bir Türkiye vardır ve “Hazırlanan planın, ülke kalkınması için temel olarak seçtiği sektör tarımdır.” (Tekeli ve İlkin [2009], Savaş Sonrası Ortamında 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı.) Sonuçta Türkiye 4 Temmuz 1948’de ABD ile imzaladığı Ekonomik İşbirliği Anlaşması’yla bu yardımı sağlamış ve başta tarım ve karayolu ulaşımının geliştirilmesi olmak üzere, karşı tarafın onayladığı faaliyet alanlarında kullanmıştır. Cer Atölyesi’nin misyon yitirmesine yol açan, bu anlaşmadır. Aslında Türkiye, o kabul edilme arayışı içinde, bu anlaşmadan önce, 12 Temmuz 1947’de ABD’yle imzaladığı anlaşmayla, ‘Truman Doktrini’ çerçevesinde (Truman’ın, Yunanistan ve Türkiye’nin yardım taleplerinin karşılanması için 12 Mart 1947’de Kongre’de yaptığı konuşmada dayandığı gerekçeler böyle anılmakta) ABD’den askeri yardım almaya başlamıştı. Türkiye’ye askeri uzman(!) gönderilmesi gibi konuları da kapsayan bu anlaşma, daha sonra, ABD ile Türkiye arasında imzalanacak ünlü İkili Anlaşmalar’a da kapıyı açan anlaşmadır. Hava İkmal Bakım Merkezi’ndeki tezgâhların üzerine branda çektiren de yine bu anlaşma ve ardıllarıdır. Silâhı, mühimmatı ABD veriyordu; biz niçin üretecektik ki! Bakın bu kez de gençlerin yüzünden, yine, asıl yazacaklarım ve soracağım sorular haftaya kaldı. Eskişehir Yazılarının Anımsattığı Sorular (2) GDO konusunda yaşadıklarımızda bir gariplik yok mu? Son iki yıldır medyada Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) konusunda basında haber çıkmayan bir gün olmadı. Tarlasera Dergisi’nde yer alan değerlendirmeye göre, 28 Aralık 2010 ile 3 Ocak 2012 tarihleri arasında, yazılı basında “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’’ konusunda 156 adedi ilk sayfa veya kapakta olmak üzere 1839 haber, köşe yazısı ve makale çıkmış. Bunların tümünde de GDO’ların olumsuz yönleri öne çıkartılmış. Özellikle de sağlığa zararlı oldukları vurgulanmış. Prof. Dr. Ali Esat Karakaya. Uluslararası Toksikoloji Birliği (IUTOX) Eski Başkanı, karakaya@gazi.edu.tr BİLİM SUSUYOR, GERÇEKLER KONUŞMUYOR, MEDYA YILDIZLARI SAHNEDE B u haberler siyasi yelpazenin en sağından en soluna kadar tüm kesimlerine hitap eden yayın organlarında yer alıyor. Bugüne kadar Türkiye’de herhangi bir konuda böyle bir söz birliğine rastlanmadığı rahatlıkla söylenebilir. Bunun sonucu olarak da Türkiye/Greenpeace’in yaptığı ankete göre Türk toplumunun %79.1’i “GDO kötü bir şeydir” diyor. Yine bu araştırmada “halkımızın %82 gibi çok büyük bir çoğunluğu GDO’nun ne olduğunu gayet iyi biliyor” ifadesi yer alıyor. Eğer durum böyle ise bilgi düzeyi olarak dünyada öğünülecek durumdayız. Çünkü ABEurobarometer sonuçlarına göre AB ortalaması olarak “Geleneksel ürünün DNA’sı yoktur. GD ürünün DNA’sı vardır” diyenlerin oranı % 41, “GD gıda yiyenlerin genetiği değişebilir” diyenlerin oranı ise % 54. Bugüne kadar yediklerimizden genetiğimiz değişmediğine göre bu inanıştan asırlardır insan etiyle beslendiğimiz sonucu çıkıyor. İşin daha da garip yanı ülkemizde bütün bu tartışmalar olurken üniversiteler, araştırma kuruluşları, TÜBİTAK, TÜBA gibi bilim kuruluşları başvurulara rağmen bu konuda görüş bildirmiyorlar. Bu kuruluşlarca topluma verilmeyen bilginin yarattığı boşluk, sayıları 34’ü geçmeyen, konunun uzmanı olmayan akademisyenlerce sıklıkla çıktıkları TV programlarında ve yazılı basındaki beyanları ile dolduruluyor. Bu akademisyenler içinde toplumun en fazla tanıdığı ve bu konuda kitap da yazarak GD gıdaların sağlığa zararlı etkileri konusunda toplumu yönlendiren bir cerrahi profesörünün akademik performansına “web of science” verilerinden bir göz atalım. Bu akademisyenin tümü cerrahi alanındaki makale sayısı 16. Bu çok yazarlı makalelerin 15’i 1990 öncesi yayınlanmış. Bu makalelerin aldığı toplam sitasyon sayısı 4, h sayısı 1. Kısacası Türkiye’yi GDO‘nun zararları konusunda yönlendiren kişi, biyoteknoloji ya da güvenlik testleri alanında tek bir çalışmaya sahip olmadığı gibi, kendi alanı olan cerrahide de son derece zayıf akademik performansa sahip. Burada yadırganan, bu akademisyenin fırsatları kullanarak kendince görüşler açıklaması değil, tüm ülkeyi ilgilendiren sağlıktan ekonomiye kadar çok yönlü boyutları olan bir konuda bilim kuruluşlarının sessiz kalmasıdır. Toplum olarak GD gıdaların başta kanser olmak üzere, alerji ve çeşitli organ hasarlarına neden olduğuna inancımız tam. BİLİM KURULUŞLARI SESSİZ; Peki bu inanç aşağıda belirtilenlerle çelişmiyor mu? GD gıdalar tüm dünyada kullanılmaktadır. ABD, Kanada gibi ülkelerde ambalajda hiçbir etiket olmadan, AB ülkelerinde etiketle, birçok ülkede de bilmeden kullanılmaktadır. ABD ve Kanada’da işlenmiş gıdaların % 8085’inin içeriğinde GD ürünler vardır ve bu ülkelerde yaşayan tüm insanlar tarafından tüketilmektedirler. Bu durumda ABD ve Kanada gibi ülkeleri GD gıdaların sağlığa zararları konunda uyarmamız bir insanlık görevi değil mi? Niçin bunu ihmal ediyoruz? İlk GD tohumun 1996 yılında ABD’de ekilmesinden bu yana dünyada biyoteknoloji ürünü bitkilerin ekim alanları devamlı olarak artmaktadır. 1996 yılında 1.7 milyon hektar olan üretim alanları 2011 yılında 160 milyon hektara yükselmiştir. 29 ülkede ekim yapılmaktadır. GDO ekili alanlar her yıl % 810 artmaktadır. Biz “Türk’ün Türk’e propagandası” tarzında GD gıdayı mikropla eşdeğer tutarken dünyadaki gelişmeye nasıl mani olacağız? Toplumuzda bu inancın pekişmesine neden olanlar görüşlerinin bilimsel verilere dayandığını söylüyorlar; acaba öyle mi? Bu konuyu, bilimin örgütlenmesine ait, bilimin hiyerarşisi olarak da adlandırabileceğimiz aşağıdaki şemayı inceleyerek başlayalım. En üstte milyonlarca bilim insanı ve akademisyenler yer alır. Her akademisyenin bilim insanı sayılamayacağı İNANÇLAR VE GERÇEKLER gerçeğini not ederek devam edelim. En çok sayıda bilim insanı ve akademisyenin çalıştığı kurumlar, üniversitelerdir. Bunu, bizdeki TÜBİTAKMarmara Araştırma Merkezi örneğinde olduğu gibi araştırma kuruluşları takip eder. Gelişmiş ülkelerde bunların sayıları yüzlercedir. Diğer bir kurumsal yapı, regülasyondan sorumlu otoritelerin bilim kurullarıdır. Bu üç kuruluştan seçilen en
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle