23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Toplumsal gelişim zorunluluğu ve bir öneri Bekir Onur* Prof.Dr. Ankara Üniversitesi (E) bekironur44@hotmail.com TOPLUMSAL GELİŞİM PLATFORMU Rousseau ve Aydınlanmanın Kararması Boswell: Gerçekten Rousseau’nun kötü bir adam olduğunu mu düşünüyorsunuz? Samuel Johnson: Efendim bunu eğer bir şaka olarak soruyorsanız, sizinle konuşamam. Yok eğer ciddi olarak soruyorsanız, kanımca o en kötü insanlardan biridir. Toplumun dışına itilmesi gereken bir alçaktır ki zaten itilmiştir. Dört ülkeden üçü onu kovmuştur ve bu ülkede korunuyor olması bir utanç vesilesidir. Boswell: Bunu inkâr etmiyorum, .. ama niyeti iyiydi sanırım. Samuel Johnson: Böyle olmaz efendim. Biz kimsenin niyetinin kötü olduğunu ispat edemeyiz. Siz bir insanı kafasından vurup, esas niyetinizin onu ıskalamak olduğunu söyleseniz bile yargıç sizi cinayetten asar. Bir kötülük yapıldığı zaman, kötü bir niyet olmadığı iddiası bir mahkemede geçersizdir. Rousseau çok kötü bir insandır. Boswell, Life of Samuel Johnson1 Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’nin geçen sayısında, bir önceki sayıda Rousseau hakkında yazdığım yazıyı eleştirenlerin söylediklerini, inanın, dehşete düşerek okudum. Bir insan ve fikirleri bu kadar mı yanlış değerlendirilebilir? Sanki iki değişik Rousseau’dan bahsediyoruz. Ama bu çarpık değerlendirmelerin sebebi açıktır: Ülkemizde, bilim geleneği olmadığı için ne Rousseau, ne de bir başka düşünür veya bilim insanı adam gibi öğretilebilmiş, adam gibi tartışılabilmiştir. Türkiye’nin entelektüel geleneklerinin kökü, Mustafa Reşit Paşa zamanındaki kısa bir İngiliz hayranlığını müteakip, Fransız hayranlığının ve Fransızca dilinin egemenliğindeki mini mini bir İstanbul ve Selânik elitine uzanır. Yıllarca sahaflarda dolaşmış bir insan olarak yabancı dilde Türkiye’de satın alınmış eserlerin yüzde doksanının Fransızca olduğunu gördüm. Daha önce gene bu dergide yazdığım gibi, bu eserler arasında bilim ile ilgili olanlar pek azdır. Ama tarih, felsefe, edebiyat egemenliğindeki kitaplar arasında bu konuların temel eserleri ise hemen hemen yok gibidir. Osmanlı ve onu müteakiben Türk entelektüeli yüzeysel kalmıştır. Fransız etkisiyle beraber ülkemize, insanlığın başına gelmiş en büyük felâketlerden biri olarak gördüğüm Fransız İhtilâline hayranlık duygusu da ithal edilmiştir. Bu barbar bir harekete duyulan ve bence anlaşılması güç olan hayranlık bugün de bilhassa solcularımız arasında pek yaygındır. Bu ihtilâlin ürünü olan ve adı tarihte “Terör” olarak geçen dönem, yedi ay gibi kısa bir sürede 16.594 insanın bizim bugün ülkemizde gördüğümüz bazı “mahkemelerin” benzerlerince (Fransız mahkemelerinin tek üstünlüğü bir günde karar vermeleriydi!) giyotine yollandığı, toplam 25.000 insanın katledildiği dönemdir. Katledilenler arasında Bailly, Bochard de Saron, Dietrich, Lavoisier, La Rochefoucauld, Condorcet gibi büyük bilim insanları, insan bilgisine kuantum sıçramaları yaptırtmış büyük A. M. Celâl Şengör E konomik kalkınmanın bireysel ve toplumsal gelişme anlamına gelmediği artık açıkça görülmektedir. Gelir dağılımında uçurum, eğitimde eşitsizlik, çocuk yoksulluğu, kadının aşağı konumu bu toplumsal kültürel geri bırakılmışlığın göstergeleridir. Ekonomi liberalleşirken o da kuşkulu ya! toplumun ve bireyin tutuculaştırılması, toplumun ekonomik birikiminin okul yerine camiye yatırılması, eğitimin dinselleştirilmesi, kitle iletişim araçlarının hurafeyle doldurulması, bilimsel bilginin geniş kitlelere ulaştırılmasının engellenmesi güncel tablonun dikkati çeken ayrıntılarıdır. Toplumsal gelişimi fazla nüfus, büyük cami, dindar gençlik, tesettürlü kadın, heykelsiz toplum sanan zihniyetin egemenliği söz konusudur. Öyleyse ne yapmalı? Gelişmiş hatta gelişmekte olan ülkeler benzer sorunlar karşısında ne yapıyorsa onu… Başka bir deyişle, devletin görmezden geldiği sorunları toplumun gücüyle yani sivil toplum örgütleri/ hareketleri eliyle çözmeye çalışmak. Bunun dünyada sayısız örnekleri var. Önemli bir örnek olarak Kanada’daki “Kanada Toplumsal Gelişim Konseyi”ni (CCSD) inceleyebiliriz. Kuruluş kendini şöyle anlatıyor: “Kanada Toplumsal Gelişim Konseyi (CCSD), 1920’de kurulmuş, hükümet dışı, kâr amacı gütmeyen bir kuruluştur. Misyonumuz; sosyal adalet, eşitlik ve bireylerin ve toplulukların güçlendirilmesi hedefinden esinlenen ilerleyici sosyal politikalar geliştirmek ve desteklemektir. Bunu; araştırma, danışma, toplum eğitimi ve destekleme aracılığıyla yapıyoruz. Başlıca ürünümüz bilgidir. Mali kaynaklarımız araştırma sözleşmeleri, yayın satışı, üyelik ve bağışlardır.” Vizyon ise, kısaca, “Herkes için eşitlik ve fırsat” olarak tanımlanmıştır (kaynak:www.ccsd.ca). CCSD; başta yoksulluğun azaltılması olmak üzere, sürekli eğitim, kadınların eğitimi, çocuk ve gençlerin ruh sağlığı, gelişimsel yetersizliği olan gençler ve yetişkinler gibi sorunlara yönelik projeler yapıyor ve benzer konularda çalışan diğer kuruluşlarla işbirliği kuruyor. “Yoksulluğu Azaltma Politikaları ve Programları” Kanada’da yoksullukla savaşmada önemli bir adım oluşturuyor. Aynı şekilde, “Kanada’da, Birleşik Devletler’de ve Meksika’da Çocukların Ekonomik Refahı” başlıklı araştırma raporu bu üç ülkedeki ailelerin ve çocukların ekonomik durumunu ve sorunlarını ortaya koyuyor. CCSD’nin bazı yayınları şu başlıkları taşıyor: İşyerinde Kuşaklararasında Köprüler Kurmak; Kanada Yoksulluk Dosyası 2000; Kanada, Birleşik Devletler ve Meksika’da Çocuk Sağlığı ve Güvenliği; Özel Gereksinmeleri olan Çocuklar ve Gençler; Çocuklar, Okullar ve Yoksulluk; Değişen Bir Ekonomide İstihdam ve Sosyal Gelişme; Güvensiz Zamanlarda Aile Güvenliği; Ataerkil Bir Kültürde Aile Şiddeti; Kanada’da Çalışan Gençlik; Kanada’da Göçmen Genç lik; Kanada Çocuklarının İlerlemesi; Kanada’nın Sosyal Programlarının Geleceği. Bu tür kuruluşlar birçok ülkede var; kimini dinsel vakıflar destekliyor, kiminin örtülü siyasal niyetleri var, kimi devlet güdümünde, kimi tamamen akademik. ABD’de 2007’de kurulmuş olan Toplumsal Gelişim Enstitüsü (SDI); etnik ve etik ilişkileri geliştirme, Amerika’da ve diğer ülkelerde toplumun güvencesiz kesimlerine yardım etme, gençliğin topluma katılımını sağlama, hümanizme ve özsaygıya dayanan olumlu bir dünya görüşü ve kişisel sorumluluk algısı geliştirme yolunda toplumsal, kültürel ve eğitsel süreçleri desteklemeyi amaçlıyor (programlarının UkraynalıAmerikalı gençliğe yönelik olması dikkati çekiyor) (kaynak: Social Development Institute, Inc.). Hindistan bu tür kuruluşlar açısından zengin. Hint Toplum Enstitüsü (1951), Toplumsal ve Ekonomik Değişim Enstitüsü (1972), Gujarat Gelişim Araştırmaları Enstitüsü (1970), Toplumsal Gelişim Enstitüsü, Damien Toplumsal Gelişim Enstitüsü, vb. İngiltere’de Gelişim Çalışmaları Enstitüsü (IDS) “Küresel Değişim İçin Küresel Bilgi” sloganıyla 1966’da kurulmuş. Dünyadaki bütün bu kuruluşların üstünde/ötesinde Birleşmiş Milletler’in 1963’te kurduğu Toplumsal Gelişim Araştırmaları Enstitüsü var. (Ankara Üniversitesi’nde “Çocuk Bilimleri Enstitüsü” adıyla yukarıda belirtilen işlevleri üstlenebilecek bir enstitü kurma girişimi Yök’ün uyduruk bir gerekçesiyle başarısız oldu). Sanırım Türkiye’nin sosyal demokrat, ilerici, laik, geniş düşünebilen, ileriyi görebilen bilim ve fikir adamları, aydınlarının bir araya gelip sonra derneğe de dönüşebilecek bir “Toplumsal Gelişim Platformu” oluşturması yararlı olacaktır. Eğer bir sakınca yoksa aklıma hemen gelen birkaç ismi sayabilirim (bir kısmının ortak özelliği geçmişte ya da şimdi bu gazeteye/dergiye yazı vermesi): Doğan Kuban, Celal Şengör, Tınaz Titiz, Çiğdem Kağıtçıbaşı, Talat Halman, Bozkurt Güvenç, Ayşe Buğra, Yakın Ertürk, İlhan Tekeli, Namık K. Pak, Yücel Kanbolat, Orhan Öztürk, Orhan Bursalı ve diğerleri. Elbette gönüllülük esastır. Kanımca platformun/ konseyin alt komisyonlarından biri “Bilim ve Toplum” başlıklı olmalı ve Türk toplumunun bilim karşısındaki tavrını, bilimsel bilgiyle alışverişini araştırmalı, bulguların ışığında nasıl bir “bilimle kaynaşma” programı geliştirileceğini belirlemeli. TÜBA’nın geçmiş çalışmaları ve deneyimleri bu konuda önemli bir kaynak oluşturacaktır. Kuşkusuz bu platformun da başlıca ürünü çağdaş bilimsel bilgi olmalıdır. Not. Yapılaşmaya kadar ilk çalışmaların bu dergi çevresinde ve Orhan Bursalı’nın eşgüdümlemesinde yapılması düşünülebilir mi? PEKİ BİZ NE YAPMALIYIZ? CBT 1329/18 7 Eylül 2012 araştırıcılar vardı ve bunların tek suçları özel mülkiyet sahibi olmaları veya olanlara yakın bulunmalarıydı. Bu insanlar “Cumhuriyetin bilginlere ihtiyacı yoktur!” nâraları arasında giyotine yollandılar. Aynen Jane Goodall’un şempanzelerin kendi arkadaşlarını linç etmesi olayını belgelediği durumdaki gibi. “Doğayı” aynen kopyalamış olan bu olaylar hayatta olsaydı muhakkkak Rousseau’yu pek mutlu ederdi: Düşünün: Hem “doğaya dönülüyor” hem de ahlâksızlık kaynağı olarak gördüğü bilimin yaratıcıları ortadan kaldırılıyor. Böyle bir felâket Fransız tarihinde bir kere daha, o da Rousseau’nun sıkı savunucusu olduğu dinlerin çarpıştığı ve La nuit de la SaintBarthélemy (Aziz Bartelemeos Gecesi) veya Massacre de la SaintBarthélemy ‘(Aziz Bartelemeos Katliamı) denen o korkunç olay esnasında yaşanmış, 24 Ağustos 1572’yi izleyen birkaç günde Fransa’da Katolikler sayıları 7000 ile 30,000 arasında tahmin edilebilen Protestanı öldürmüşlerdir. Fransız ihtilâline alkış tutanları Hitler’in katliamının şoke etmesi anlayabileceğim bir tutum değildir. Bunu anlayabilmek için herhalde Marx’ın diyalektiğini benimsemek gerekiyor. Evet Rousseau şüphesiz Fransız ihtilâlinin fikir babaları arasındadır, ama aydınlanmanın değil. Rousseau zaman olarak Aydınlanma döneminde faaliyet göstermiş, ama bu dönemin aydınlanma ideallerine karşı çıkmıştır. Fransız İhtilâli romantiklerin Aydınlanma ideallerine ihanet ettikleri en büyük harekettir ve sonu Napolyon felâketiyle bitmiş, eninde sonunda kral geri çağırılarak restorasyon başlamıştır. Ama Fransız toplum yaşamı, İngilizlerinkinin tersine, ondan sonra dikiş tutmamış, halk sürekli olarak ikiye bölünmüş, numaralı cumhuriyetler dönemi açılmıştır. Collège de France’da açış dersimi hazırlarken, dinleri mitoloji olarak betimlememe (dindarları üzeceği nedeniyle) mâni olunduğunu hatırlarım. (Dikkatinizi çekerim Fransa’dan bahsediyorum, AKP Türkiye’sinden değil). İşte bu Rousseau’nun “demokrasisinin”mirasıdır. Meselâ böyle bir şey Royal Society’de düşünülemez bile. Rousseau’yu Aydınlanma teorisyenleri arasına koymak, Hitler’i insan hakları teorisyenlerinden saymaya benzer. Robert Academy’deki İngilizce hocam Mr. Lovett’ın “Voltaire hayatta olsaydı, Fransız ihtilâli yapılamazdı” dediğini hatırlarım. Aydınlanma, bilimin ürünü olan bir harekettir ve özellikle dine olan düşmanlığı ile tanınır. Rousseau ise bilime karşı olduğu gibi dinin de savunucusudur (kendisi dini ciddiye almadığı ve menfaatine uygun düştüğü an din değiştirdiği halde). Aydınlanmanın parolası, “aude sapere” (bilmekten korkma) fikridir. Horace tarafından ilk kez dile getirilen ve büyük Alman filozofu Emmanuel Kant’ın “Was ist Aufklärung?” (Aydınlanma nedir?) adlı eseriyle yaygın olarak tanınan ve tüm aydınlanmanın bayrak vecizesi olan bu fikir, Rousseau’nun tavsiyesinin tam tersini temsil eder. Aydınlanmayı, romantizm yıkmıştır. Rousseau ise onun
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle