24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

POLİTİK BİLİM Aykut Göker http:/www.ınovasyon.org;hagoker@ttmail.com Bugünlere gelinmesinde sorumluluğumuz var ya da yok; ama olanları gördükçe yüreğimizde bir sızı duyuyorsak eğer yapmamız gereken bir şeyler de var demektir... BİLİM, İNSAN ÖMRÜNÜ UZATMAK İÇİN ŞU SORUNUN YANITINI ARIYOR: Ülke Yörüngeden Çıkmak Üzere... “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” ilkesi aslında, Atatürk’ün ‘kültürde yörünge değiştirme’ olarak tanımlanabilecek köktenci atılımını simgeleyen bir ifadedir. Osmanlı’nın düşünce dünyası din merkezli bir yörünge çizer. Atatürk bu ilkeyle merkeze bilimiaklı oturtmak istemiştir. Bu, Aristoteles’in yer merkezli kozmoloji sistemi yerine Copernicus’un güneş merkezli sistemini geçirmek kadar zor bir işti. Atatürk’ün ‘devrim’ ya da ‘inkılâp’ olarak nitelenen, siyasal ve toplumsal alanlardaki köktenci müdahaleleri bu zor işi başarmak içindir. Devlet yönetiminin / kamu yönetiminin, özellikle eğitim ve hukuk sisteminin laik bir temele oturtulması ve bu bağlamda halifeliğin ve şer’iyye mahkemelerinin kaldırılması (1924), eğitimöğretim birliğinin (tevhidi tedrisat) sağlanması ve medreselerin kapatılması (1924), tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması (1925), Türk Medeni Kanunu’nun kabulü (1926) ve bu kanun çerçevesinde özellikle kadınlara tanınan medeni haklar, “Devletin dini İslâmdır.” ibaresinin anayasadan çıkarılması (1928), bütün bunlar, kültürde yörünge değiştirebilmeyi mümkün kılmak içindi. Hicri ve Rumi takvim yerine Milâdi Takvim’in, alaturka saat yerine de uluslararası saat sisteminin uygulamaya konması ve ölçülerde değişiklik yapılması (1925), kıyafetle ilgili düzenlemeler (1925), uluslararası rakamlar (beynelmilel erkam) ve Arap harflerinin yerine Latin alfabesi esasına dayanan Türk alfabesinin kabulü (1928), hafta sonu tatilinin cuma günü yerine pazar gününe alınması (1935) ve kadınların siyasi haklarının tanınması da (1930, 1933 ve 1934), kültürde yörünge değiştirebilmeyi destekleyecek ve yeni yörüngeden ileride sapma olmamasını güvence altına alacak köktenci düzenlemler olarak yorumlanabilir. Ne var ki, bütün bu köktenci düzenlemelere rağmen, 1940’lı yılların ikinci yarısında yörüngeden sapma başlamıştır. Bunun ilk işareti, 1930’lu yıllarda faşizmin karanlığından kaçıp Cumhuriyet’in aydınlığına sığınan 200’den fazla bilim insanının, sığındıkları ülkenin karanlık güçlerince geri püskürtülmeleri ve onlarla aynı dönemde Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu, Behice Boran, Nabi Dinçer, İlhan Başgöz, Mübeccel Kıray, Azra Erhat, Agop Dilaçar gibi bilim insanlarının üniversiteden uzaklaştırılmalarıdır. Bu, “üniversitenin üzerine çöken 1940’ların karanlığıdır.” Ardından gelen 50’lerin karanlığındaysa, dışlananların yerini, Nazizmle uyum sağlamış, hatta Nazi Partisi’ne üye olmuş Alman bilim adamları almıştır. (Güney Gönenç, Karanlık Zamanların Şarkısı.) O karanlık, ülkenin temel eğitim kurumlarının üzerine de çökmüştür. Cumhuriyet Türkiyesi Osmanlı İmparatorluğu’ndan kara cehaletin kol gezdiği bir toplum devralmıştı. Nüfusunun ezici çoğunluğu köyde yaşayan genç Cumhuriyetin, eğitimdeki bir avuç öncü kadrosu, bunun içindir ki, cehaletin kırsal kesimden başlayarak üstesinden gelinebilmesini sağlayacak özgün bir eğitim kurumu yaratmıştı: Köy Enstitüleri... Köy Enstitüleri’nde yakılan ışıklar da, 40’ların karanlığında köreltilmiş ve 50’lerin karanlığında bütünüyle söndürülmüştür. Eğitimde dinsel dogmayı esas alan bir okullaşma sürecinin ilk tohumları da yine 40’lı yıllarda atılmıştır. Bu süreç, sonraki yıllarda giderek hızlanmış, özellikle de 12 Eylül generallerinin karanlığında ve devamındaki Özal döneminde tırmanışa geçmiş; sonuçta bugünlere gelinmiştir. 2002 Kasımına gelinceye dek, bu süreç, merkez sağ iktidarlarca, dayandıkları oy tabanını denetimleri altında tutabilmenin, dolayısıyla da mevcut iktisadi sistemi sürdürebilmenin güvencesi olarak görülmüştü. Partilerinin tarihinde 40’lı yılların da yer aldığı günümüz CHP’sine çıkan yolda yürüyenlerin de olup bitenlerde sorumlulukları vardır. Ama şimdi önemli olan, din esasına göre yetiştirilenlerin ülkeyi 1920’li, 30’lu yıllarda oturduğu yörüngeden çıkarmak üzere olduklarının farkına varılmasıdır. Bilmem anlatabiliyor muyum? İnsanlar yaşlandığı için mi ölüyor, yoksa hastalandığı için mi? İnsan yaşamını uzatmaya yönelik son yıllarda ortaya atılan iki yaklaşım, ortalama insan ömrünü yüz yıl ve üzerine çıkartmayı hedefliyor. Yaklaşımlardan biri hastalıkların tedavisine ve kök hücre yardımıyla hasarlı organların yenilenmesine odaklanırken, diğeri ise yaşlanma sürecinin hücresel ve moleküler bazda yavaşlatılabileceğini ileri sürüyor. Y üz yıl önce doğan bir Amerikalının ortalama yaşam süresi 54 yıldı. O dönemlerde bebek ölümleri çok yaygın olduğu gibi, kadınların doğum sırasında yaşamını yitirmesi de en sık görülen ölüm nedenlerinden biriydi. Fakat aşılar, antibiyotikler, hijyen ve gelişmiş anaçocuk bakımı sayesinde bugün daha uzun yıllar yaşayabiliyoruz. Bugün doğan bir bebeğin 78. doğum gününü görmesi çok büyük bir olasılık. İnsanlar yaşlandıkça insan ömrünün sınırlarını zorlayan iki önemli etmenle mücadele etmek zorunda kalıyor. Bir kere, ömrümüze ilave olan her yaş, vücudumuzdaki hücre ve organların bir yıl daha eskimesi anlamına geliyor. İkinci olarak kanser, kalp hastalıkları ve Alzheimer gibi bilimin görece olarak çaresiz kaldığı bazı ölümcül hastalıklara yakalanma riski yaş ile birlikte artıyor. İnsan ömrünün üst sınırını zorlayan bilim insanları, aslında şu sorunun yanıtını arıyor: “İnsan ömrünü uzatmak için bu iki etmenden hangisine yatırım yaparsak daha iyi sonuç alırız? Yaşlanma sürecini yavaşlatmaya çalışmak mı daha etkili olur, yoksa hastalıkların tedavisini bulmak mı? Başka bir deyişle yaşlandığımız için mi ölüyoruz, yoksa hastalandığımız için mi?” İNSANI NE ÖLDÜRÜYOR? rontoloji: yaşlanma ve yaşlılık bilimi) Sarah Harper, “Belli başlı ölüm nedenlerine odaklanırsak (kanser, kalp/damar hastalıkları) ve bu hastalıkları yenebilirsek ve aşınan vücut parçalarını yenileyebilirsek, yaşam beklentisini büyük ölçüde yükseltebiliriz” diyor. Harper, kanser ve kalp hastalıklarına çözüm bulabilirsek ve kök hücre teknolojilerini geliştirebilirsek 100 yaşına hatta 120 yaşına kadar sağlıklı bir yaşam sürdürebileceğimize inanıyor. Ve bunun da çok ileri bir gelecekte değil, yakında gerçekleşeceğini düşünüyor. Bu modeli uygulayarak, aktif ve uzun bir yaşam süresine kavuşmak için önce vücudun doğal olarak eskiyen parçalarının nasıl tamir olacağını keşfet CBT 1331/8 21 Eylül 2012 Hastalıklarla mücadeleye odaklanma yolunu seçen bilim insanları, hastalıkların tek tek tedavi edilmesiyle insan ömrünün ortalama olarak yüz yılı geçebileceğini ileri sürüyor. İngiltere’deki Oxford Nüfus Yaşlanma Enstitüsü’nden gerontolog (Ge BİRİNCİ YAKLAŞIM: HASTALIKLARIN TEDAVİSİ memiz gerekiyor. Bilim insanları şimdiden kök hücrelerden yararlanarak nefes borusu ve çene kemiği üretmeyi başardılar. Eğer araştırmalar bu hızla devam ederse, Harper ve kendisi ile benzer görüşte olanlar, aksayan, hasar gören dokuların, organların ve kemiklerin yerine yenilerinin üretilmesinin artık bir bilim kurgu olmayacağını düşünüyor. Harper, “Kök hücre ve genetik bilimi teknolojilerinde bugün kaydettiğimiz küçük ilerlemeler, insan ömrünü uzatma yolunda atılmış büyük adımlardır” diyor. Diğer yaklaşımı benimseyen bilim insanları ise yaşlanma süreci ile mücadelenin daha etkili olacağını düşünüyor. Illinois Üniversitesi’nden S. Jay İKİNCİ YAKLAŞIM: YAŞLANMA SÜRECİNİ YAVAŞLATMAK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle