Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Uygarlık ve JeanJacques Rousseau Seyhan Uygur Onbaşıoğlu, İTÜ Makine Fakültesi, suonbasioglu@gmail.com JeanJacques Rousseau ile ilgili olarak CBT’de yapılan tartışma, aslında, bugün gelinen ve çıkmaz gibi görünen yolun farklı açılardan ele alınmasıdır. İnsanın doğaya olan egemenliğinin nereye kadar olması gerektiğinden çok, bu egemenliğin getirdiği tükenmişliğin kökeni araştırılmalıdır. Hayat, insan doğayı değiştirmeye çalıştığı için mi çekilmez oldu; yoksa, insan doğayı “diğer”lerinden esirgediği için mi, tükenmekte? Bir anlamda “uygarlık, nereye kadar?...” diye sormak yerine, “uygarlık, bu mu?...” üzerinde düşünmek gerekiyor. Jean Jacques Rousseau’nun, bilim ve sanat ile erdem arasındaki bağlantıyı kurarken, vardığı olumsuz sonuç, gördüğü eşitsizliğin açıklanmasına olan gereksinmeydi. O zaman bakılan yerden, “uygarlık”, “mülkiyet”in yerine geçiyordu. “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu” [1], derken Rousseau’nun olumsuzladığı mülkiyet idi. Kurduğu yanlış çıkarsama ise, doğada olmayan eşitsizliğin kaynağını, insan aklının ilerlemesinden aldığı idi. Oysa, insan aklının ilerlemesi, mülkiyeti yerleştirmiş değildi. Mülkiyetin yerleşmesi, insan aklının ilerlemesini farklı yönlendirmiştir. Tüm bilimlerdeki önemli dönüm noktalarının birçoğu, mülkiyet ilişkilerinin daha da güçlendirilmesi ya da bu ilişkileri tehdit etmeye başlayan “zayıf” kesimlerin hayatta kalabilmeleri için mülke egemen olanların teşvikleri ile sağlanmıştır. (En azından Makine Mühendisliği’nin temel bilimleri olan Termodinamik ve Akışkanlar Mekaniği’ndeki birçok gelişmenin hikâyesi böyledir.) Ancak; bilimin özgürleşmesi, doğadaki eşitliği, insanlar arasında da sağlayabilirdi. Olmadı… Düşünürün, “…açlık içerisindeki çoğunluk gerekli ihtiyaç maddelerinden yoksun yaşarken bir avuç insanın gereksiz şeyler bolluğu içinde yüzmesi doğa kanununa açıkça aykırıdır” [1] sözünü, herhalde bugün yaşasaydı söylemesine gerek kalmazdı, diyemeyiz!. Öte yandan, Jean Jacques Rousseau’nun, “uygarlık” diye adlandırılan sistemin temeli olarak görüp olumsuzladığı “mülkiyet”; günümüzde, Batı uygarlığının dünyaya egemen olmasındaki en önemli etkenlerden biri olarak görülmekte, hatta Avrupa’dan Amerika kıtasına gelen işgalcilerin kıtanın güneyinde değil de, kuzeyinde “gelişmiş bir toplum“ kurmalarının nedeni olarak görülüp olumlulanmaktadır [2]. Yaşlı kıtada kurulan mülkiyete dayalı sistem; “zayıf” halkalarına (işsiz ve aç yığınlarına) yeni toprak mülkiyeti sağlamak ve kendi mülkiyetini sağlamlaştırmak için yeni kıtalar aramakta, bu arayışın temelinde olması gereken bilimleri desteklemekteydi. Mülkiyetin toplumsallaştırılmadığı Doğu uygarlıkları ise buna gerek duymayarak treni kaçırmışlardı. Fakat; Rousseau’nun toplumsal eşitsizlik ile bilim arasında kurmuş olduğu yanlış çıkarsama kadar, getirdiği çözüm, sanırım, geldiğimiz noktadaki koşullarla uyuşmamakta: Genel iradeye boyun eğilmesi. Rousseau’nun dönemine göre eşitlik, özgürlükten önemli idi ve genel irade ile sağlanırdı. Ama aradan geçen yıllarda düşünürün doğru değerlendiremediği bilim ve mülkiyet ilişkileri öyle bir hale geldi ki genel irade ne kadar egemen olsa da özgürlüğün kısıtlandığı ortamda eşitliği de olanaksızlaştırmakta. Sonuç olarak, Rousseau, öne çıkardığı eşitlik kavramı ile, insanlığın kurtuluşu için umut ışığını günümüze kadar yaymış; ancak, bilim ile egemen sınıf arasında o dönemin koşullarında görülmesi olası olmayan bağlantıyı kuramadığından, “sömürü aracı”nı, “bilim ve sanatla”, eşitliği “genel irade” ile özdeşleştirme yanılgısına düşmüştür. Özel hayatındaki ayrıntılara gelince, ilk modern entelektüel olarak kabul edilen JeanJacques Rousseau’nun “erdem” kavramına aykırı olarak görülen davranışları ve onun yeteneklerine sahip olmayan biri için “trajedi” kabul edilebilecek olan hikâyesi, bir açıdan onun “dahi”liği ile özdeşleştirilse de, özellikle çocuklarına karşı olan ilgisizliği, mülkiyet ve aile kavramları arasında kurduğu bağlantıdan ve çocukların aile değil, devlet tarafından yetiştirilmesi gerektiği görüşünden dolayı kendisi açısından çelişkili değildir [3]. Yine de kendi düşünce sistemi içerisinde uyumlu olsun ya da olmasın, özel hayatının o dönemin koşullarında, “deha”sından bağımsız olarak değerlendirilmesi gerekir görüşündeyim. [1] İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Rasih Nuriİleri çevirisi, Say yayınları, 2002. [2] Uygarlık, Batı ve Ötekiler, Niall Ferguson, Nurettin Elhüseyni çevirisi, Yapı Kredi Yayınları, 2012. [3] Intellectuals, Paul Johnson, Phoenix, Orion Books Ltd., 2005. Türkçe Sözcükler /m/ ile başlar mı başlamaz mı? Çağdaş dilbilimin ışığında, Türk dili araştırmalarına çok önemli katkılarda bulunan Prof Dr. Ömer Demircan’ın 11 Mayıs 2012 tarihli Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji dergisinde yer alan yazısından “Türkçede /m/ ile sözcük başlamaz” konusunda bir tartışmanın başladığını öğrenmiştik. 25 Mayıs 2012 tarihli CBT’de yer alan yazısıyla bu tartışmaya değerli araştırmacı Yıldız Cıbıroğlu da katıldı. Nurettin Koç Talat Tekin’in hiç de hoş olmayan suçlamasıyla Ömer Demircan’ın “uydurma, yalan” tepkisini bir yana bırakırsak, üç bilim insanımızın da hem haklı hem de haksız olduğunu söyleyebiliriz. T. Tekin haklıdır; çünkü gerek bilimsel nitelikli dilbilgisi kitaplarında gerekse ders kitaplarında kimi sesbirimlerin sözcük başında yer almadığı belirtilir. Bu sesbirimlerden biri de /m/ sesbirimidir. Ö. Demircan ile Y. Cıbıroğlu da haklı sayılabilir; çünkü, çok az sayıda da olsa, /m/ ile başlayan sözcüklerimiz de bulunmaktadır. Ö. Demircan’ın görüşünü savunmak için verdiği örneklerden yalnızca yansıma sözcük örnekleri doğru örneklerdir. Demircan’ın ikilemelerden aktardığı örneklerse kabul edilemez; çünkü bu ikilemelerde (ip mip, top mop…) bir anlamlı bir de anlamsız birim vardır. Bu anlamsız birim tek başına bir işlev yüklenemez. Anlamsız birimin tek işlevi, kendinden önceki sözcüğün anlamını pekiştirmektir: Bu birim, bu işlevi nedeniyle bir pekiştirme eki niteliği taşımaktadır. Demircan’ın son maddede verdiği örneklerse, konumuzla ilgili olmasa gerek. Sayın Y. Cıbıroğlu, /m/ sesbirimiyle başlayan Türkçe sözcüklere örnek vermediği için söylenebilecek tek söz şudur: Vurgulayarak belirttiği “Türklerin geldiği Asya topraklarından getirdiği” /m/ ile başlayan sözcüklerin tümü Türkçe değildir; “Altayca ve Uygurca sözlüklerde” yer alan sözcüklerin tümü de Türkçe değildir. Türkçeye başka dillerden girerek Türkçeleşmiş sözcüklerse konumunuzun dışında kalmaktadır. Tartışılması gereken konu şudur: Türkçe olduğu kuşku götürmeyen Türkçe sözcükler, kimi sesbirimlerle başlamaz. Bu sesbirimlerden biri de /m/ sesbirimidir. Ben, Yeni Dilbilgisi adlı kitabımın üçüncü baskısında, Türkçenin özelliklerini belirlerken bu konuya şu tümceyle değinmiştim: “Türkçede bazı istisnalar ve yansımalar dışında, f, h, j, l, m, n, r, z sesleriyle sözcük başlamaz; c, p, ş sesleriyle başlayan sözcük sayısıysa pek azdır” (Koç, 1996: 52). Bu savımı burada örneklendirmeye çalışayım: Türk dilinin en eski yazılı belgeleri, çeşitli yazıtlardır. Bu yazıtlardan yüksek sanat değeri de bulunan Kül Tiğin, Bilge Kağan ve Tonyukuk yazıtlarının içinde f, h, j, l, n, r ve z sesbirimleriyle başlayan Türkçe sözcük bulunmaz. Tartışma konusu olan /m/ ise yalnızca şu Türkçe sözcükte dikkati çeker: men. Bu sözcük, sonradan /m/ sesbiriminin /b/ sesbirimine dönüşmesiyle ben olmuştur. Bilindiği üzere, Hüseyin Namık Orkun’un Eski Türk Yazıtları adlı yapıtı çok fazla sayıda yazıtı içermektedir. Bu kapsamlı yapıtın sonunda yer alan 171 sayfalık “Sözlük” bölümünde de f, h, j, l, n, r, z sesleriyle başlayan Türkçe sözcük yoktur. Buna karşılık, /m/ ile başlayan 19 sözcük yer almaktadır. Bunlardan beşi Farsça, biri Süryanice, beşi de başındaki /m/ sesbirimi Türkiye Türkçesinde /b/ sesbirimine dönüşmüş sözcüktür. Orkun, geriye kalan bu sekiz sözcüğü Türkçe saymamaktadır (Orkun 1994: 209). Ne var ki gerek Uygurcadaki gerek Divanü Lügati’tTürk’teki gerekse Türkiye Türkçesindeki kimi sözcüklerden anlaşılıyor ki Türkçede yansıma sözcüklerlerin dışında da /m/ ile başlayan sözcüklerimiz bulunmaktadır. İstisna ya da kural dışı sayılacak bu sözcüklere Türkiye Türkçesinden birkaç örnek: ma, me: Gerek Uygurcada gerekse Divanü Lügati’tTürk’te yer alan bu sözcük ‘al’, ‘işte’ anlamlarına gelmektedir. Divan’da mah, meh biçimlerine de rastladığımız bu sözcük, Tanıklarıyla Taram Sözlüğü’nde de yer aldığına göre, Anadolu’ya değin gelmiştir. malak: Manda yavrusu anlamı taşıyan bu sözcüğün eski biçimi balak’tır. Balak (bala+k) yerine Anadolu’da bugün bile malak biçiminin kullanılması ilginç bir gelişmedir. malaklamak: (manda) yavrulamak. maya: dişi deve. maya: Bir tür türkü. minder: Çuvaşçada minter biçiminde yer alan bu gözcüğün min ‘binmek’ kökünden geldiği belirtilmektedir (Eren, 1999: 296). Türkiye Türkçesinin kurallarına göre binder olması gereken sözcük, az çaba (moins effort) kuralına uygun olarak minder olmuştur. mor: Bu sözcüğün kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte, boz sözcüğünden geldiğinde görüş birliği oluşmuş gibidir (Eren, age). morsağı: morumsu muştu: Müjde. Mutucu: müjdeci. Muştulamak: Müjdelemek. Belki birkaç örnek daha bulunabilir. Ancak köken araştırılması yapılmamış Türkçe oldukları kesin olarak bilinmeyen sözcükleri Türkçe saymaktan çekinilmelidir. Demek ki Türkçede, yansıma sözcükler dışında, /m/ sesbirimiyle başlayan çok az sayıda sözcük de bulunmaktadır. Ne var ki bunlar, belirtildiği üzere, “istisna” sayılması gereken sözcüklerdir ve “Türkçede /m/ ile sözcük başlamaz” kuralını değiştiremez. Bu açıklamalar ışığında, yapılacak tek şey, belki de banim kitabımda yazdığım gibi “Kimi istisnalar ve yansımalar dışında, Türkçede /m/ ile sözcük başlamaz” görüşünde birleşmektir. KAYNAKÇA: Atalay, Besim (1948) Divanü Lügati’tTürk, TDK, Ankara. Caferoğlu, Ahmet (1968) Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, Edebiyat Fakültesi, İstanbul. Eren, Hasan (1999) Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Bizim Büro Basın Evi, Ankara. Ergin, Muharrem (1970) Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul. Koç, Nurettin (1996) Yeni Dilbilgisi, İnkılap yayınevi, İstanbul. Orkun, H. Namık (1994) Eski Türk Yazıtları, TDK, Ankara. YANLIŞ ÇIKARSAMA ESKİ YAZILI BELGELER CBT 1331/18 21 Eylül 2012