23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Koşullanmama Hakkı... Tinaz Titiz, tinaztitiz@gmail.com Bu konuda yazdığım birkaç yazı nedeniyle bildiğim, “koşullanma” denilince birçok kimseden geleceği garanti olan “koşullandırma olmadan eğitim olmaz” itirazıdır. Eğitim’in koşullandırma ile özdeş sayıldığı uzun yıllar boyunca sadece ülkemizde değil hemen tüm toplumlarda eğitim, egemen kesimlerin değerlerinin koşullandırma yoluyla zihinlere kazınması, bunun yanısıra, o kesimlerin ihtiyaç duydukları insan profilinin yetiştirilmesi anlamına geldi; halen de gelmekte. Bu müşterek kabul görmüş sürecin temelini de, insanoğlunun bir beyaz sayfa (tabula rasa) olarak dünyaya geldiği ve kendi haline bırakılırsa yanlışakötüyeçirkine yöneleceği varsayımı oluşturuyor. Öyle ya, küçücük bir çocuk eğer koşullandırılmaz ise nasıl bir kişilik oluşturur ve gereksinimi olan bilgibeceritutumdavranışları (BBTD) nasıl kazanabilir? Birileri (aile ve okul), bu ihtiyaçları çocuğun zihnine silinmeyecek şekilde kazımalıdırlar! Anlaşmazlığa yol açan kritik nokta burasıdır: Zihne kazımak! Çocuğun dünyaya geldiği hatta muhtemelen ana rahmine düştüğü andan itibaren, organik ve sosyal yaşamını sürdürebilmesi için gereksindiği BBTD’lar olduğu bellidir. Mesele bunların edinilmesi sürecinin “zihne kazıma” yoluyla mı yoksa bir başka yolla mı yapılması gerektiğidir. Geleneksel anlayış birincisinden yana olup, bu anlayışın uygulama aracı da “tekrar” denilen usuldür. Bunun alternatifi ise, kişinin (çocuk ve/ya erişkin) Zengin Öğrenme Ortamları (http://tinaztitiz.com/3163/domuzgribibiratinfirsat/) içinde bulunmasına ve bu ortamlarda doğru rol modelleriyle karşılaşmasına özen gösterilmesinden ibarettir. Koşullanmama hakkı ilk anda kuşkuyla karşılanabilen bir kavram olabilir. Eğer, bu kavramdan değil de şu ilkeden hareket edilirse, bu hakkın ne denli temel bir insan hakkı olduğu kolayca görülecektir: Her insan, öğrenmek isteyeceklerinin kaynağını özgürce seçebilmelidir. İnsan fıtraten öğrenme eğilimlidir. İhtiyaçlarının gerektirdiği BBTD’ları doğal bir kolaylıkla öğrenir. Bunu da içinde bulunduğu Zengin Öğrenme Ortamları içindeki doğru rol modelleri aracılığıyla yapar. Eğer bu sürecin içine herhangi bir nedenle ideolojik, dini, siyasal, kişisel vbg kişinin ihtiyaçları dışındaki farklı ihtiyaçlara ilişkin müdahaleler girerse, doğal öğrenme sürecinin sihiri bir anda bozulur ve eğitim bu defa bir melanet üretme sürecine dönüşür. İnsanlarımızı koşullandırmaktan vazgeçelim. Eğitim kadrolarına, zihinsel taciz sayılabilecek “zihnine kazıma” yönteminin tehlikelerini farkettirelim. Unutulmasın ki, zihne kazınmış BBTD’lar kolayca üzerine kazınacak yenilerine zemin hazırlar. Bunun insan dahil hiçbir canlıya yapılmaması gerekir.. Rektör olmak ya da olmamak! Prof.Dr.Erdener Özer, Öğretim Üyesi B DÜNYA GÖSTERGELERİ Ülkelerin Barış Karnesi Barışı sayısal olarak ifade etmeye çalışmak mutluluğun nasıl koktuğunu tanımlamaya benzer. İnsanlar barışı ancak karşılaştıkları zaman tanırlar; bu da ileri araştırma yapma gereksinimini otomatikman ortadan kaldırır. Ancak bu durum Ekonomi ve Barış Enstitüsü (Institute for Economics and Peace) adı verilen uluslararası bir düşünce kuruluşunun küresel bir barış endeksi hazırlamasını engellemedi. Enstitü bu endeksi The Economist dergisinin bir yan kuruluşu olan Economist Intelligence Unit ile birlikte hazırladı. Bu yıl 12 Haziran tarihinde yayımlanan endeks, cinayet oranlarından silah ithalatına kadar 23 göstergenin değerlendirilmesi sonucu oluşturuldu. Aşağıdaki iki harita, dünyanın 2007 ve 2012 yıllarına ait barış endekslerini gösteriyor. İlginç olan 2007 yılında Çin’in ABD’ye kıyasla daha barışçıl bir ülke olması. Bazı ülkelerin beklentilerin dışında farklı bir renge bürünmüş olmasının altında yatan nedenleri araştırmak isteyen okuyucular, hangi göstergeye ne kadar ağırlık verildiği ile ilgili ayrıntılı bilgiye şu adresten ulaşabilirler: http://www.visionofhumanity.org/gpidata/#/2007/OVER/ u başlığa bakınca, “atanmak mı, atanmamak mı” demek daha doğru mu olurdu acaba? Zira bilindiği üzere, rektör olmak için seçilmek değil de, atanmak gerekiyor öncelikle. Biraz açacak olursak: Öğretim üyeleri dört yılda bir gün sandığa gider, rektör adaylarından altı tanesi listeye girer ve cümbür cemaat beklenmeye başlanır. Ta ki bu altı adaydan biri, önce YÖK Genel Kurulu tarafından belirlenen üç kişilik listeye girene ve sonra Cumhurbaşkanı tarafından atanana kadar. Elbette ki bu dişlinin çarkını ülke siyaseti döndürür. Bu yılın kıyamet yılı olduğu söylenmekte kimileri tarafından. Kimileri ise beklentilerini, yeni dünya düzeninin ortaya çıkacağı bir yıl olarak oluşturmuş durumda. Bu yıl, acaba akademik dünyamıza ne getirecek? Gündemde olan yeni anayasa yapma sürecinden nasıl bir yüksek öğretim çıkacak? Kendine özgü bir dinamiği olan akademik dünyanın temel öğesi olan üniversitelerin yönetim biçimi, toplumsal olaylardan oldukça etkilenir tarih boyunca. İsterseniz batının ya da Cumhuriyetimiz üniversitelerinin tarihlerine bakın, bu siyasi etkiyi rahatça gözlemek mümkündür. Rektör seçimi sürecine dönecek olursak, karşımıza dört alternatif model çıkmaktadır. Rektörler; •Üniversitenin tüm bileşenlerini (öğretim elemanları, öğrenci, personel vb) temsil eden konseyler tarafından, •Önceden demokratik olarak oluşturulan senato gibi alt kurumlar tarafından, •Üniversite mütevveli heyeti tarafından yapılan mülakat sonucunda, Önceki iki seçeneğin iki aşamalı olarak uygulanması sonrası seçilirler. •Bütün bu modeller yanı sıra, Türkiye gibi bazı ülkelerde uygulanan, rektör seçiminin dış validasyon (onama) süreci vardır. Bu süreç ülkemizde Cumhurbaşkanı tarafından yapılan rektör atama süreci olarak gerçekleşmektedir. Gelin işin pratiğine bakalım. Bizdeki şekli ile rektörlük seçimleri(!) seslendirildiği gibi, gerçekten bir demokrasi ya da özerklik kriteri midir? Avrupa Üniversiteleri Birliği’nin sıraladığı yönetimsel özerklik kriterlerine göre, rektörün seçim ile göreve gelmesi, olmaz ise olmaz olarak görülmüyor aslında. Aksi olsa bile, ülkemizde oy hakkının sadece öğretim üyelerine verilmesi gibi seçkinci bir tutum ne ölçüde demokrasi ile bağdaşmaktadır? Sadece öğretim üyelerin oyları; üniversite içerisinde diğer çalışanları, yani öğrenci, araştırma ve öğretim görevlisi, idari personel ve işçileri ne kadar temsil edebilir? Zaten pekçok evrensel özerklik kriterleri açısından sınıfta kalan üniversitelerimiz için, tüm akademik enerjimizi ve ilgimizi bir dört yıl daha tüketme lüksümüz var mı? George Clemenceau şöyle der: “Seçim öncesi, av sonrası ve savaş dönemi en çok yalan söylenen zamanlardır”. Rektörlük seçimi (!) süreci ile ilgili ne söylense, mızrak çuvala sığmıyor. Üstelik Avrupa’da bir iki örneği kalmış bu anlamsız seçim süreci, bu haliyle hangi üniversitemiz için bugüne kadar herhangi bir yarar getirmiştir? Oy deposu hesabıyla şişen kadrolar, ocu bucu şeklinde ötekileştirmelere karşı artan oranda yıldırma (“mobbing”) ve daha nice olumsuzluklar… Kısa bir süre önce pek çok üniversitemizde rektör adayları belirleme seçimi yapıldı. Anlaşılan öğretim üyeleri üniversitenin gelişiminden ve değişiminden çok, kişisel kazanımlarından yana tercih yapıyor. Ne diyelim insanımızın mayası aynı. Şimdi ise sırada rektör atanma süreci var. Belleğimizdeki örnek olaylardan kaynaklanan kaygılı öngörümüz var elbette. Yine de üniversitesinin akademik kültürünü evrensel liyakat kritelerleri ve ilkeler yönünde değiştirecek ve dönüştürecek, ortak yaşama ve çalışma anlayışını getirecek, üniversitenin yüzünü topluma döndürecek ve finansörü olan otoriteye karşı boyun eğmeyecek devrimci rektörlerin atanmasını umut edebilir miyiz acaba? CBT 1320/18 6 Temmuz 2012
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle