Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Tasarım eylemi üzerine Erdal Günel, Makine Yüksek Mühendisi, merguntas@gmail.com ‘‘Tasarım eylemi’’ sözcüğü ile karşılaştığımızda, bu sözcük herhangi bir kavramsal veya fiziksel ürünün akıl ortamında oluşturulması olarak algılanabilir. Yani “tasarım eylemi’’ özünde tamamen zihinsel bir faaliyettir. Ancak, sözcüğün anlamı bunlarla tam olarak açıklanamaz. “Tasarım eylemi’’ için tek bir karşılık aransa, bence bu karşılık ‘’yaratmak’’ eylemidir. Yaratmak nedir? Yaratmak; önceden var olmayan bir kavramı / nesneyi yoktan oluşturmaktır. Aslında, tasarım süreci sonunda yapılan da aynı şeydir. Burada, kuşkusuz, zihinsel bir yaratma eyleminden söz ediyoruz. ‘“Tasarım eylemi’’ nasıl gerçekleşir? Örneğin bir ‘’mühendislik tasarımı’’ sürecinde neler olur? Sürecin başlangıç noktasında, oluşturulacak (hedef) ürünün tanımlanması gerekir: “Ne yapmak istiyoruz?’’ sorusunun cevapları tüm ayrıntılarıyla belirlenir. Örneğin; ray üzerinde hareket eden, en çok 1000 kg toplam ağırlıkta, her birisi 10 cm çapında ve en çok 3000 C sıcaklıktaki çelik bilyelerin taşınması için kullanılacak, uzaktan kumanda edilebilen, kendinden tahrikli bir araba istendiğini varsayalım. Araba yatay düzlemde, ileri ve geri hareket edebilecek, en düşük 1,5 m/san, en yüksek 2,0 m/san hızla yol alabilecek, kalkış ve duruş yumuşak bir şekilde olacak (a ? 0,5 / san2) vb. gibi. Sonra sınırlamalar belirtilir. Örneğin; aracın ray üzerinden olan yüksekliği 3,0 m.’den, eni 1.2 m.’den fazla olamaz, aracın birim maliyeti 50 000 TL’den yüksek olamaz, vb. gibi. Mühendislik tasarımı eylemi başlatılır. Eylem süresince, yüzlerce belki binlerce (boyutlar, malzemeler, tahrik türü, kumanda türü, üretim olanakları, vb.) karar verilir. Bu karar ve seçimlerin birbirleriyle etkileşimleri yüzünden, yüzlerce kez geri dönüşler yapılır, her yeni dönüşte karar ve seçimler yeniden düzenlenir, tasarım mantığına uymayan kararlar elenir, yeni kararlar verilmesi gerekir. Benzer döngüler, tasarım için ayrılan zamanın ve bütçenin elverdiği ölçüde, onlarca kere yaşandıktan sonra sonuca ulaşılabilir. Sonuç, buradaki örnekte ray üzerinde hareket edebilen, başlangıçta belirlenmiş olan istekleri karşılayan, bildirilen sınırlar içinde kalan bir aracın kâğıt üzerindeki çizimleri veya bilgisayar ortamındaki görünüşleri veya küçük ölçekteki fiziksel bir modelidir. Genel anlamda, süreç sonunda ortaya çıkan şey yukarıdaki örnekte olduğu gibi özgün bir ürün olabileceği gibi, özgün bir sanat eseri veya özgün bir düşünce de olabilir. Burada önemle vurgulamak istediğimiz; tasarım süreci sonunda oluşan çıktının “özgün’’ olmasıdır. “Özgün olmak’’ niteliği, kısaca daha önce benzerinin yapılmamış olması diye açıklanabilir. Daha önce oluşturulmuş bir ürünün bazı ufak tefek değişikliklerle revize edilmesi ve bunun sonucu ortaya çıkan ‘’taklit’’ özgün sayılamaz. Doğal olarak bu tür bir süreç de ‘’tasarım eylemi’’ olarak tanımlanamaz. İşte tam bu noktada önemle belirtmeliyiz ki; yukarıda özetlenerek tanımlanan gerçek tasarım eylemi çok üst düzeyde zihinsel kapasite ve çaba gerektirir. Bulunduğumuz zaman diliminde ve uzay boyutunda bilinen varlıklar içinde en gelişmiş akla sahip olduğu kabul edilebilen insanın yapabildiği en üst düzeydeki faaliyettir. Elde edilen ürün (çıktı) bir sanat yapıtı ise evrende sanat ortamında yeni bir düzlem, bazen bundan da ötede yeni çıkarımlar için bir platform oluşturur. Bu endüstriyel bir ürün ise, örneğin elektriğin insanın kullanımına sunulmasındaki gibi, tüm insanlığın refah düzeyini pek çok kolaylık getirerek yükseltebilir. Bazen, antibiyotik ve bilgisayar örneklerinde olduğu gibi, bütün insanlığın (en azından) sağlık koşullarını iyileştirir ve teknolojik gelişimine ivme kazandırır. Eğer son ürün, sosyal bir modelse, örneğin demokratik bir yönetim sistemini tanımlıyorsa, çağlar boyu o toplumun hatta bütün toplumların gelişimini ve mutluluğunu da sağlayabilir. Bu tür örnekler arttırılabilir. Tasarım yapma yeteneğine sahip toplumlar, öncelikle kendi gereksinimlerine uygun ürünler geliştirebilirler, böylece hem maddi düzlemde, hem de entelektüel düzlemde kendi bireylerinin düzeylerini yükseltebilirler ve olumlu yöndeki gelişimlerini sürdürebilirler. Bu nitelikten yoksun olanlar ise ancak ileri toplumların taklitçileri olabilirler, kendi gereksinimlerine tam olarak uymayan ürünleri kullanmak zorunda kalırlar ve bu durumun doğal sonucu olarak, en iyi olasılıkla onlardan hep belli bir zaman dilimi kadar geride kalırlar. Ülkemizde, yabancı ulusların insanları tarafından tasarlanmış otomobillere binip, onlar tarafından tasarlanmış cep telefonlarını, vb. lerini kullanıp, televizyonlarda bile yabancı orijinallerinin taklitleri olan dizileri, yarışma programlarını, vb.’lerini izleyip, giderek kendi toplumumuza ve kendimize yabancılaşıyoruz. Son derece önemli bir gelişme / yücelme aracı olan ‘“asarım eylemi’’ nin hayata uygulanması, yaygınlaştırılması, bu yönde örnekler, yöntemler ve gelenek yaratılması, her disiplinde bu eylemin teşvik edilmesi tek çaredir. Bunun için, toplum içindeki (şu anda çoğu boşa harcanan) üst entelektüel kapasiteli bireyler seçilmeli, bunlar tasarımcılığa yönlendirilmeli, eğitim sistemi yaratıcılığı destekler hale getirilmeli, taklitçiezberci eğitim biçiminden artık vazgeçilmelidir. (*) Bu yazı aşağıdaki kaynağın sonuç bölümündeki, aynı kişi tarafından yazılmış olan “Son Söz’’ başlıklı yazının yeniden düzenlenmesiyle oluşturuldu. Mühendislikte Tasarım, ODTÜ Mezunları Derneği Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 2006 4+4+4 neden başarısız bir eğitim reformudur? Arş.Gör.Ercan Tatlı, Marmara Üniversitesi, www.ercantatli.com ercan.tatli@marmara.edu.tr 30 Mart 2012 tarihinde TBMM’de yapılan oylama sonucunda 8+4 yıl olan eğitim sistemi 4+4+4 yıl olarak değiştirildi. Yasa, beraberinde bir dizi değişiklik getirmekle beraber birçok noktada eksik, dayanaksız ve çeklişkili bir yapı arz etmektedir. Eğitimde yapılan değişikliğe dair göze batan temel aksaklıklar şöyle sıralanabilir: Psikolojik ve sosyolojik dayanaklar yönünden eksik, eğitimle ilgili bilimsel temellerden yoksun, literatürde yer alan gerçeklerle çelişen, konu ile ilgili kurumların fikirlerinden kopuk, öğrenmenin doğasında yer alan ilkelerle uyumlu olamayan bir tasarıdır. Eğitimde yapılan bu köklü değişiklik, üniversitelerin, eğitim sendikalarının, öğretmenlerin, konunun uzmanı araştırmacıların veya uluslararası eğitim komisyonlarının fikirlerine başvurulmadan ve herhangi bir pilot uygulama yapılamadan gerçekleştirilmiştir. Kısacası, eğitim reformu, ülkenin gündelik siyasi tartışmalarına kurban edilmiştir. Değişikliğin katılımcı ve ortak aklın ürünü olan bir sürecin ürünü olmaması sistemin tamamını sorunlu kılmaktadır. Temel eğitim, dört işlemden iletişim becerilerine; evrensel ahlak ilkelerinden analitik ve eleştirel düşünme becerilerine kadar birçok niteliğin kazandırıldığı bir süreçtir. Bu nedenle temel eğitimin, örgün eğitim kurumlarında kesintisiz olarak verilmesi yapılabilecek en doğru uygulamadır. Okulöncesi eğitim, temel eğitime geçişi ve uyumu kolaylaştıran çok önemli bir eğitim adımı olmasına rağmen, yapılan reformda okulöncesi eğitimin zorunlu olmasına yönelik bir vurgu yapılmadığı gibi bu eğitime yönelik bir düzenlemeye gidilmemiştir. İlköğretime zorunlu başlama yaşı 6 yaş(72 ay) olarak belirlenmiştir. Düzenleme ile 60 ile 72 ay arasındaki çocuklar da ilköğretime başlayabilecekler. Ancak 5 ile 6 yaş arasında sadece 1 yıl fark olmasına rağmen zihinsel olarak çok büyük farklar vardır ve bu iki ayrı yaş grubunun birlikte eğitim alması oldukça sorunlu sonuçlar doğurabilir. 5 yaş zihinsel ve psikomotor gelişim olarak temel eğitime başlamak için erken bir dönem olup öğrencilerin kalem tutma, yazı yazma gibi kas hareketlerini gerçekleştiremeyecekleri, başarısızlıklar karşısında kalıcı izli korku, soğuma ve özgüven sorunları yaşayacakları bir dönemdir. Daha önce 19831985 eğitimöğretim yıllarında denenmiş bu uygulama başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Eğitim ve öğretim sistemimizin kanayan yarası olan ezberci sisteme ve seçmeli/yerleştirmeli/belirlemeli sınavlarla örülü düzenine herhangi bir çözüm getirmediği gibi kesintili olması nedeniyle muhtemelen her geçiş basamağında yeni bir sınav uygulaması getirecektir. Bu durumda öğrenciler 4. sınıfta SBS tarzı bir sınava girecek ve dershanelerle 3. sınıftan itibaren tanışacak. Bu durumda, öğrenciler arasındaki sosyoekonomik farklılıklar yeni bir eğitim eşitsizliğine neden olacak. Öğrenciler, meslek seçimlerini erken yaşta (4. sınıftan sonra) yapmak zorunda kalacak ve bu durum ciddi sorunlara neden olacaktır. 10 yaşındaki bir çocuğun mesleğe yönelendirilmesinin hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı gibi çocukların gelişim özelliklerine de uygun değildir. Çünkü bireylerin yeteneklerini, eğilimlerini, becerilerini ve kişilk özelliklerini keşfederek hangi mesleğin kendilerine uygun olabileceğine dair fikir sahibi olmaları 14 yaşından sonra; sağlıklı karar vermeleri ise ancak ortaöğretimin son yıllarında (1617 yaş) gerçekleşebilmektedir. Eğitim sisteminde yapılacak değişikliklerden sonra okulların hangi kademelerinde hangi eğitimci kadrosunun nasıl bir eğitim vereceğine dair herhangi bir ön hazırlık bulunmamaktadır. Yeni sistem için hazırlanmış eğitim araçgereçleri ve kitaplar da hazır değil. Eğitim sistemimizin öncelikleri düşünüldüğünde yapılan değişikliklerin çözümlenmesi gereken sorunlara herhangi bir çözüm getirmediği gibi yeni sorunlar doğuracağı görülmektedir. Eğitim gibi bir ülkenin varlığını ve geleceğini belirleyecek kadar önemli bir sisteme dair değişiklikler yapılırken çok daha akılcı ve bilimsel yöntemlerin izlenmesi gerektiği unutulmamalıdır. Kaynaklar: Hacettepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Fakülte Kurulu’nun görüşü. Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, 27.2.2012. Eğitim Reformu Girişimi, Radikal, 31 Mart 2012 Üyeleri tutuklu bir parlamento, yasallığını yitirir Sekiz üyesinin çalışmalarına katılamadığı bir mec bay’ın yapacağı bir konuşmanın tüm meclis üyelerinin dülisin yasama faaliyetleri yasal sayılabilir mi? Osman şüncelerini etkileyerek yasa teklifini değişikliğe uğratmayaBahadır bahadirosman@hotmail.com Tutuklu milletvekillerinin durumu, çok ilginçtir ki, tutuklu dernek üyeleri sorunu gibi ele alınmaktadır. Çok büyük hukukçular yetiştirmiş bir ülkede bu sorunun gerçek hukuksal zemini ve mantığı içinde ele alınamamış ve çözülememiş olması artık büyük bir umut kırıklığına yol açmıştır. Hükümet tarafından hazırlanmış ve parlamentoya sunulmuş bir yasa teklifi, sekiz veya daha az farkla kabul edildiğinde, yasal bir nitelik kazanmış sayılabilir mi? Henüz öyle bir durumun olmadığı ve hükümet yasa tekliflerinin daha büyük oy farklarıyla yasalaştığı ileri sürülebilir. Fakat bu görüşün hiçbir önemi ve değeri yoktur. Çünkü sorun sadece oy verme sorunu da değildir. Meclis üyelerinin tamamının özgür iradelerini ortaya koyabilmesi ve yasaların da tüm üyelerin iradesine sunulması sorunudur. Sekiz üyesinin kendi iradeleri dışında Meclis çalışmalarına katılamadığı bir meclis yasal bir meclis değildir. Sorun sekiz oy meselesinin ötesinde, demokrasinin ve ulusal iradenin tam olarak gerçekleşmesi meselesidir. Bir yasa teklifi görüşülürken, örneğin, Mustafa Balcağını kim söyleyebilir? Burada AKP’den veya daha başka bir partiden Meclis’e girmiş üyelerin Mustafa Balbay’ın konuşmasından etkilenmeyeceği iddiasının da hiçbir hukuki değeri yoktur. Çünkü burada sistemin böyle olması ve kabul edilmesi gerektiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Seçildikten sonra her milletvekili, partisinin değil, milletin vekilidir. Kuramsal olarak Mustafa Balbay’ın veya başka bir tutuklu milletvekilinin meclis karşısındaki pozisyonu ve Meclis’in çalışma sistemi budur. Bugünkü aşamada parlamento, tutuklu milletvekillerinin Meclis çalışmalarına katılmasını derhal sağlamadıkça yasama çalışmalarını sürdürmemelidir. Aksi takdirde çıkartılan yasalar hukuki değerlerini kaybederler. Bu gerçeği her şeyden önce iktidar partisi görmeli ve düşünmelidir. Cumhuriyet Halk Partisi ise bu konuda yeterli çabayı gösterememiş ve sorunun çözümünde çok geç kalmıştır. Bugün yapacağı tek şey, konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürmektir. Anayasa Mahkemesi’nden olumlu sonuç alınamadığı takdirde AİHM’ye başvurulmalıdır. TBMM’nin yasal pozisyonunu kaybetmemesi, tüm partilerin ve tüm Meclis üyelerinin endişe kaynağı olmalıdır. CBT 1315/ 19 1 Haziran 2012