Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Celal Şengör Ortaçağı Akın’ın Ortaçağ görüşleri tartışıyor ve “karanlık” üzerine Ortaçağ hakkında eser vermiş olan Haydar Akın Bey’in bir cümleme bakarak benim Ortaçağ tahsilimin eksik olduğuna hükmetmesi doğaldır. Belki de benim Jean Buridan, Roger Bacon, Büyük Albert (doctor universalis) ve Saksonyalı Albert hakkında yazdıklarımı okuma imkânını bulamamıştır. Kaldı ki kimin hangi konuda bilgi birikimi «tam» olabilir? Yazısından anladığım kadarıyla, Haydar Bey iki konuya parmak basıyor: 1) Ortaçağ’ın kendi içinden kaynaklanan dinamikleri vardır. 2) Ortaçağ eskiden sanıldığı kadar da karanlık değildi. Bu her iki öneri de doğrudur, ama bu yeni Avrupa’nın bilim temelli yeniden doğuşunu Antik Yunan’a borçlu olduğu gerçeğini ve Ortaçağ’ın İlkçağ’ın Yunan ve Roma’sına kıyasla çok daha karanlık bir çağ olduğu hakikatini değiştirmez. Büyük fizikçi Pierre Duhem de dev eseri Le System du Monde’da Haydar Bey’inkilere benzer tezleri savunmuş, Ortaçağ’ın bilim konusunda elde ettiği başarıları anlatmıştı. Ancak bunların hiçbiri Avrupa Ortaçağ’ının insanlık için yüz karası bir dönem olduğu gerçeğini gizlemez. Filhakika, Haydar Bey’in okumamı tavsiye ettiği yazarlar arasında iklimle ilgli eserlerinin hepsi kütüphanemde bulunan Le Roy Ladurie, güney Fransa’nın Languedoc bölgesindeki köylülerin yaşamını anlattığı eserinde, burada gelişme olmamasını tamamen kültüre bağlamıştır. Ortaçağ bu fecî durumdan Karolingiyen Rönesansı denilen ve 9. yüzyılda Şarlman’ın başlattığı harekete rağmen ancak 11 ve 12. yüzyılda meydana gelen ve Manastır reformlarıyla başlayan Rö Avrupa Ortaçağı, bazı tüm başarılarına rağmen insanlığın yüz karasıdır ve oradan kurtuluş antik Yunan’in keşfi ile başlamıştır. A. M. C. Şengör nesansı ile kurtulmaya başlamıştır. Haydar Bey’in üzerine kitap yazdığı çok yönlü, bilgin ve müzisyen Azize Bingen’li Hildegard de 12. yüzyılın bir ürünüdür. Her Avrupa rönesansında «yeniden doğan şey», yani kaynak, Antik Yunan’dır. Ancak bu rönesansları yapanların Hristiyan olmaları ve bilimle Hristiyanlığı harmanlama çabaları, yer yer bu etkinin iyi farkedilmemesine neden olmuştur. Ortaçağ Avrupasını şekillendiren dört önemli etken vardır: 1) Hristiyanlık denen Ortadoğu masalının düşüncelere egemen olması ve uygar düşünceyi tehdit etmesi, 2) Cermen kabilelerinin Roma’nın zaten içten çökmekte olan Yunan temelli uygarlığını yok etmeleri, 3) Bizans’tan gelen esintiler, 4) Müslüman dünyasının doğuşu, gelişmesi ve üç koldan Avrupa üzerine etki yapması: a) İberya, b) Sicilya ve Kalabriya, c) Konstantinopolis. Bu dört etkiden ilk ikisi yıkıcı, son ikisi de yapıcı olmuştur. Yapıcı etkilerin her ikisinin de kökünde Antik Yunan vardır. Antik Yunan’ın mirasını koruyup hem Avrupa’ya hem de Müslümanlara öğreten ise Bizans olmuştur. Bugünkü Avrupa’nın olumlu yüzü olan bilim ve eleştirel düşünce tamamen Antik Yunan’dan tevarüs edilen mirastır. Bu konuda Haydar Bey’e bilhassa daha bu yıl yayımlanan büyük Alman tarihçi Christian Meyer‘in Kultur um der Freiheit Willen: Griechische AnfängeAnfang Europas (Özgürlük aşkına kültür: Yunan başlangıçları Avrupa’nın başlangıcı) adlı eserine bakmasını tavsiye ederim. Avrupa’nın çirkin yüzü olan ırkçılık ve yobazlık ise Hristiyanlığın mirasıdır. Bilhassa son otuz yıl içinde tarihçiler arasında gelişen Ortaçağ rönesansı, yani «canım eskiden denildiği kadar da fena değildi» rüzgârları, romantik bir modadır ve bilgimize kattığı pek çok önemli veri ve bakış açısına rağmen geçecektir. Veli Vural Uslu, veliuslu@gmail.com Sayın Haydar Akın, CBT 4 Mayıs 2012 tarihli Editör’e Mektup köşesinde Ortaçağ Avrupasında diğer tarihi çağlara nazaran çok daha nadir gerçekleşmiş teknik gelişmeleri göz önünde bulundurarak skolastik düşüncenin Avrupa Ortaçağını karanlığa gömdüğünü söylemenin ‘absürd’ olduğunu çok değerli referanslarla belirtti. Ancak Akın’ın ve bir çok tarihçinin tarihi çağları keskin dönemler içinde tanımlaması, bir zamanlar Avrupa’da ve uzun zamandır değişik coğrafyalarda ortaya çıkan doğayı bilimsel bakış açısıyla anlama anlayışının yoksunluğunu, Sayın Celal Şengör’ün aksine, nedenselleştirememekte.Tarihi çağların başlangıcı ve bitişi tarih kitaplarında net tarihlerle aktarılır. Ancak çağlar arasında her zaman uzun süren geçiş dönemleri şeklinde yaşandı. Yazının bulunması bir anda dünyayı sarmadığı gibi, Fransız ihtilalinin etkileri 200 yıl geçmiş olmasına rağmen hala pekçok coğrafyaya uzaktır. Avrupa’da etkisi azalan skolastik düşünce, varlığını tüm şiddetiyle Orta Doğu topraklarında hükmünü sürmüştür. Bu farklılıklar sadece uzak coğrafyalarda değil, örnek olarak İtalyan yarımadası içinde bile aynı anda farklı çağlar yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Krallar döneminin hakim olduğu 13.yy’da Magna Carta‘nın imzalanması, antlaşmanın imzalandığı şartlar göz önüne alınınca, evrensel demokratik bir hareketin habercisi olmadığı görülecektir*. Sırf bu anlaşmaya bakarak da 13.yy’ın aslında dünyada mutlakiyet yönetiminin hakim olmadığını söylemek hata olur. Aynı şekilde Avrupa Ortaçağında toplumun köklerine işleyen derebeylik yönetimi ve dini düşünce, her ne kadar insanları doğayı bilim dışı yöntemlerle açıklamaya yönelttiyse de (ki karanlık denilen kavram tam olarak budur), bu dönemde dönemin tüm izlerini taşımayan Dominican ve Franciscan gibi mezheplerin de ortaya çıkması, bu ve benzeri mehzeplere bağlı bireylerin Arap ve Antik Yunan dünyasından çeviriler yapması (ki bunlar bile, Ortaçağın sonlarına doğru gerçekleşmiştir), bir kısmı işkence aletleri, toplar, gözlük gibi mühendislik ürünleri geliştirmeleri, içinde bulundukları dönemin karanlık olarak anılmasını absürd kılmaz. Yukarıda bahsettiğim durumun en güzel örneklerinden biri de, Ortaçağ Arap dünyasındaki gelişmelerdir. Bilimsel düşüncenin hakim olmadığı bir coğrafya’da Mutezile Mezhebi “akıl ile bilinmesi imkânsız olan konular dışında aklî hükümlere dayanmak**” suretiyle antik Yunan eserlerinin çevirisini yapmış, matematik, astronomi gibi konularda çığır açmıştır. Ancak akli hükümlere dayanma dönemi çok uzun sürmemiş ve yakın coğrafyaya yayılmamıştır. Akabinde etkin olan dini hükümlerin, akli hükümlere tercih edilmesiyle ‘karanlık’ devirler Ortaçağ’ın ortasında tekrar başlamıştır. Biliyoruz ki şu anda kullandığımız teknolojik aletler, evren ve atom hakkındaki, canlılar hakkındaki geçerli, kullanılabilir, test edilmiş, aktarılabilir, tekrar yapıldığında aynı sonuçları veren bilginin dini hükümlerden değil, bilimsel yöntemle elde edilmiştir. Gregor Mendel örneğinden yola çıkarak manastır eğitimi bilimin önünü açmıştır diyemeyiz. Bilimi yapan kişi koyu bir din taraftarı dahi olsa, ürettiği bilginin kaynağı kendi dini görüşleri değil, takip ettiği bilimsel yöntemler ve bakış açısıdır. Cadı avlarının 16.yy’da yaşanmış olması, hatta bazı ülkelerin şu anki adalet sistemlerinin 10.yy’dan da geri olması, Ortaçağ’ı olduğundan daha aydınlık yapmamaktadır. Tarihsel ve coğrafi sınırlarının çizmenin mümkün olmadığı bu ortaçağ Avrupasının karanlığı, tabiatı deney, gözlem yoluyla anlama, sorgulama ve bu yöntemin toplumda yayılmaya, kabul görmeye başladığını gösteren hareketlerin eksikliğidir. Bütün bunların ışığında Ortaçağ’da teknik gelişmeler olmasına rağmen Dr.Sengör‘ün ilgili yazısında belirttiği gibi, Avrupanın dinin peşinden gittiği bu dönemde sorunlarla boğuştuğu ve bunlara bilimsel düşünce ışığında hiç bir çözüm üretemediği gerçeğini görmemek mümkün değil. *A.E Dick Howard(Magna Carta: Text and Commentary, Revised Ed.) **http://tr.wikipedia.org/wiki/Mutezile Ref.4 Ortaçağ karanlığı: Üçüncü boyut İsmet Taşkale, ismettaskale@gmail.com Sayın A. M. Celal Şengör CBT 20 Nisan 2012 günlü makalesinde, “Eski Yunan’ın akıllı adamları bu gerçeği görerek bilimi icat etmişlerdir. Onun izinden giden Avrupa bu nedenle en müreffeh toplum olmuştur (dinin peşinden gittiği Ortaçağda ise kelimenin tam anlamıyla sürünmüştür).” tespitinde bulundu Sayın Haydar Akın’da bu tespite karşı çıkarak, CBT 4 Mayıs 2012 tarihli eleştirisinde, “Avrupa Yunan düşünce sistemini Arap dünyası aracılığıyla başlayan bir çeviri faaliyetinin sonunda anımsamaya, giderek yeniden keşfetmeye başlamıştır. Bu bağlamda Ortaçağda üretilen tüm değerler özgündür ve anılan dönem çok az Antik Yunan ve Roma etkisi taşır.” demektedir. Fakat 20. yüzyılda Cengiz Han (11621227) hakkında yapılan araştırmalar bu iki görüşün tersine işaret etmektedir. Örneğin, altı yıl boyunca Cengiz Han’ın ayak bastığı yerleri ziyaret eden, buralardaki kaynakları araştıran ve oralardaki bilim insanları ile konuyu tartışan Jack Weatherford, GENGHIS KHAN and the Making of the MODERN WORLD isimli yapıtında şu tarihi gerçeklerin altını çizmektedir: “Rus, Japon, Çin, İran, Hint ve Avrupalıların ortaçağda yaşadıkları başarısızlıkların, beceriksizliklerin, ilkelliklerin ve fakirliklerinin nedeni olarak Moğalları görmekteler, oysa Batı uygarlığının gerçek yaratıcısı Moğallardır ve üstelik onların etkileri bugün de varlığını sürdürmektedir. Çünkü Cengiz Han, tarihte ilk kez soy ve sülaleye dayalı feodal düzeni yıktı, bunun yerine bireyin erdemi ve başarısına dayalı eşsiz bir sistem kurdu. Dünyada yapılan ilk düzenli nüfus sayımı ile uluslararası posta sistemi onun eseridir. O hazinesini düşünen bir imparator değildi. Savaşlarda elde edilen ganimetin herkese eşit dağıtılmasını sağladı. Uluslararası bir hukuk geliştirdi, bunun üstünlüğünü tanıdı, buna yurttaşların uymasını sağlayarak yasa önünde herkesin eşit olduğu anlayışını yerleştirdi. Ülkesinde herkes ama herkes dinini özgürce yaşadı. İşkencenin kökünü kazıdı. Rehin almaları, yol kesen haydutları, terörist cinayetleri bitirmek üzere özel yöntemler geliştirdi. Savaş halindeki ülkelerin elçileri dahil tüm elçile CBT 1312/ 19 11 Mayıs 2012 re diplomatik dokunulmazlıklar sağladı. Cengiz Han döneminde kadın erkek eşitliği ve laik yaşam tarzı en yüksek düzeye ulaştı. Tüm dillerin ifade edilebileceği bir alfabe geliştirdi. Torunu Kubilay döneminde de piyasaya kağıt para çıkarıldı, takvim geliştirildi ve ilköğretim okulları açıldı. Cengiz Han kesinlikle uygar biriydi. Ticarete, iletişime ve laik hukuka dayalı modern dünyanın kuruluşunun önünü açtı, tüm Asya ile Doğu Avrupa’yı tek bayrak altında birleştirerek buralardaki kültürlerin birbirleriyle kaynaşmasını sağladı. Güvenliğini sağladığı ipek yolu sayesinde Doğunun üstün uygarlığını Batıya taşımak suretiyle Avrupa’nın ortaçağ karanlığından çıkmasının nedeni oldu. II. Dünya Savaşı öncesinde Almanya, Rusya ve Japonya Cengiz Han’ın savaş taktik ve stratejilerini inceleyip onlardan yararlandılar.” Ayrıca anılan yazar, İngiliz bilim adamı Roger Bacon’ın, “13. yüz yılda Moğallar askeri üstünlüklerinden dolayı değil, bilim sayesinde başarılı olmuşlardır. Onlar savaşmayı sevmelerine rağmen bilimde çok ileriydiler. Çünkü boş zamanlarında felsefe ile uğraşırlardı.” dediğinin altını çizmektedir. O halde, Avrupa’nın karanlık çağdan çıkması konusunda kim haklıdır? Sayın Şengör mü, Sayın Akın mı, Mr. Weatherford mu..?