Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
GÜNCEL TIP Türkçenin içindeki kod ağları Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde “Dilin Kayıp Halkası” başlıklı bir yazı yayımlandı: Sözcüksesi simgeciliğinden, bu simgeciliğin doğadaki seslere öykünmeyle (onomatope) doğduğundan ve en eski dillere ulaşmada bu araştırmaların aracı olabileceğinden söz ediliyor. Bir başka bilimsel tespit, çapraz duyu bağlantılarının varlığı: Yani işitsel sözcükler söylendiğinde, kullanılan sözcük sesi koduna göre, görsel imgeler de zihinde canlanabiliyor. (1) Yıldız Cıbıroğlu, yildizcibiroglu@gmail.com Mustafa Çetiner cetiner.m@superonline.com www.mustafacetiner.com “Yeri gelse yine aynı şeyi yaparım”... Bu sözler Özdal Üçer’e ait… Özdal Üçer, BDP Milletvekili… BDP’nin meclise verdiği “şiddetin önlenmesi” ile ilişkili önergede imzası olan milletvekillerinden biri… 1 996’da basılan kitabım Kadının Yazısız Tarihi M ve N Sesi’nde nasıl olmuştu da henüz böyle bir düşünce dile getirilmemişken veya ben onlara ulaşmamışken; evrensel anlamda bütün dillerde M ve N sesinin, bir zamanlar (aile ve devlet öncesinde) kadını anlattığını fark etmiştim. New Scientist’ten alınan aynı yazıda “Örneklerin küçük çocuklar ve farklı kültürler tarafından tanındıklarını ortaya koyan araştırmalar böyle bir olasılığın söz konusu olabileceğini ortaya koymakla birlikte, kesin bir yargıya varılmadan önce daha kapsamlı araştırmaların yapılması gerekiyor” denilmiş. Bunların arketipsel ve evrensel nitelikli oldukları da belirtilmiş. İnsan ve Sembolleri adlı kitapta Jung ise arketiplerin dünyanın herhangi bir yerinde, zeki veya sıradan, sanatçı veya çiftçi her insanda ortaya çıkabileceğini belirtiyor. (2) Sözcükbağıntıları üzerine çalışmam ilkin M sesiyle başladı. (3) Kendi kendime yıllarca neden başka bir sözcüksesi değil de M ile diye sorup durdum: Sonunda buldum: 12 Eylül döneminde hem toplumun hem de benim kişisel olarak içine girdiğim bunalım sırasında çocukluğuma dönmem, yanı sıra benim kendi ‘kadın’ kimliğimi, ‘Türk’ kimliğimi, dilimi sorgulamaya başlamam; en dibe inmeyi, kendimle yüzleşmeyi tutkuyla istemiş olmam; beni arkaik olana, o yıllarda bilmediğim arketiplere taşımıştı. Çocukluğuma geri dönmüş ve ‘anne’ kimdir, ben kimim, onları da sorgulamaya başlamıştım. Tuhaf bir biçimde (kullandığımız Türkçede M sesiyle başlayan sözcüklerin neden bulunmadığını merak ederek), M sesiyle başlayan adsözcükleri araştırmaya başladım. Kriz beni dar bir geçide itti, M’yle orada karşılaştım.) ‘Anne’ diline dönmek, bence, iyileştirmek için bilinçaltının bulduğu bir çareydi. Toplumsal krizler de doğruyu bulmak, gerçeği görmek için iyi bir durup düşünme yeri olabilir. Kriz iyiye dönüşebilir. (2) Bugün dünya bir genel krizi yaşıyor. Değerler eski denilip yere atılıyor. Kaotik bir düşünce yapısı hâkim. Dilin içinde “kayıp halkaların aranmasını,” kendi krizimde olduğu gibi, ortak sağduyuyla bu krizden çıkma çabaları olarak görüyorum. İnsanı bütünsellik içinde (eski bilgelikleri de hesaba katarak) anlamak zorundayız. Batılı bilim insanları arasında sözcüksesi kodlarıyla yapılan sözcük zincirlerinden ciddi anlamda bahseden kişi şimdi hayatta olmayan Amerikalı matematikçi Peirce’dür. Ancak araştırmasını bir türlü bitirememiş. Bana göre sebebi var: Bu kod zincirleri Asyatik veya semitik dillerde bulunuyor. Avrupa dilleri de kodlarla doludur elbet, filozof Paul Ricoeur bunu belirtir, çünkü dilin içindeki kodlar her dilde bulunur. Ama sözcüksesi kodlarıyla yapılmış sözcük zincirleri/ağları farklı bir şeydir: Dizgelerde ve ağlarda eski bilgeliklerin öğretileri konuşma diline çağrışımlarla kaydedilmiştir. Aynı veya benzer sözcüksesi koduyla başlayan sözcükler bilgelikteki bütünselliği anlatırlar: Tek sözcüğün bir anlamı yoktur, ama sözcükler bir araya geldikçe anlam kazanırlar, birbiri arasında her sözcük yeni bir anlama işaret eder: Sözcüklerdeki çoklu birlik, evrendeki çoklu birlik inancının karşılığıdır. Sözcükler birbirine ses koduyla bağlanmışlardır: O ses koduyla yapılan ağ bitmez, ucu açıktır ve gelecek kuşaklarda da sürebilir. Sözcük sesi somut olanı da soyutu da tarif eder, sesle! Anlamlar da imgeler de sözcüksesleriyle birlikte DNA’nın üçlü şeritleri gibi birbirine dolanarak devam ederler. Bunlar neden yapıldı? İlksel uygarlıklardaki toplumsallaşma gayretleri ve bunlara ilişkin yaklaşımlar, o çağlarda kitap olmadığı için konuşma diline kaydedildi. Konuşma dilindeki olumlu çağrışımlarla insanlara yapılan birlikte yaşama, paylaşma önerileri sürekli diri tutulmak istendi. Buna en iyi örnek, Fransız Kültür Merkezi’nde JeanLuc Nancy’nin “İle Felsefesi”ni dinledikten sonra benim Türkçede (TDK Derleme Sözlüğü’nde) il, ıl, el koduyla başlayan sözcükler üzerinde yapmış olduğum araştırmadır: Toplumsallaşmayı önerdiği için İle Ağı adını verdim; kitap Kültürel Şifremiz İle adıyla yakında çıkacak. Platon bu konuyu, Kratylos adlı diyaloğunda Yunanlı olmayan Kratylos’a söyletir. Sokrates ise “Bizde (Yunancada) yok, ama başka halklarda var,” der. Ben de Batı’da böyle bir ağ olmadığını düşünüyorum. Fakat sesle tarifi ve çoklu birlik anlayışını ortaya koymada Batı’da bir başka alanda çok başarılı olundu: Batı müziğinde (çoksesli orkestra müziği) bu olguları sanatçılar ‘bireysel’ anlamda ama işbirliği yaparak müthiş bir üstünlükle gerçekleştirdiler. Doğuda eski bilgeliklerdeki sözcük sesleriyle (ve onlara anlamı, imgeyi katarak) dilde yapılan dizgesel ağlar şüphesiz farklı bir şeydir. Fakat dikkatle bakıldığında insanın var olabilmek için, duyguları sesle tarif etmeyi ve insanlığa yaymayı denediğini, ancak farklı yollar izlediğini görebiliriz: Toplumsal ve bireysel yollar! Bugün ikisine de ihtiyaç olduğunu anlıyoruz. Türkçedeki İle Ağı’nın görsel imgelerini, diziler halinde kayalara yapılan (özellikle Saymalıtaş’ta) resimlerde buldum. (Servet Somuncuoğlu’nun Taştaki Türkler ve Saymalıtaş kitapları ne yazık ki bilinmiyor.) İle olmayı öneren işitsel ağla, kaya resimlerinde toplumsallaşmayı öneren resimler ağı (yüz binlerce resim) ve onların toplumsallaşmaya ilişkin “birlikte yaşayın” anlamındaki çağrıları birbiriyle örtüşmektedir. Kaya resimlerinden çıkan soyutlamalar kilimlerde sürmekte! Bugün yeniden “ile olmaya” o kadar ihtiyacımız var ki, toplumsallaşmayı (sosyalleşme) yeniden öğreten okullar bile gündeme gelebilir. Ama ne yazık ki dizgesel İle Ağı’nın sözcükleri de artık Türkçede yaşamıyor. İyi ki TDK Derleme Sözlüğü’ne halkın konuşma dilinden alınıp kaydedilmişler. 1)Cumhuriyet Bilim Teknoloji (10 Şubat 2012), Dilin Kayıp Halkası, Çeviren: Rita Urgan, (New Scientist, 16 Temmuz 2011). 2) Çocukluğumda dışarı çıkıp arkadaşlarımla oyun oynamama izin verilmediği için; okulöncesi evde öğrendiğim A, O gibi harfleri söylerken ‘dilimin üzerinde somut nesne gibi” denediğim bir oyunu oynardım: O’yu çember gibi çevirirdim, A’nın sivri tepesinin battığını tasavvur ederdim. Bir başka sözcük oyunum İ harfinin ince şeyleri, O harfinin yuvarlak şeyleri gösterdiğini fark etmemdi: İbrişim, iplik, ilik, iğne… O harfiyle bol, çok, toplu, top, kol, boyun sözcüklerini; U harfiyle uzun, burun, boyun, kuyu, uyku sözcüklerini bulurdum. Kırkımdan sonra dilbilimde bu bilgilerle karşılaştım. 3) Doğrudan sözcüksesi koduyla ilgili ikinci kitabım, Anadolu’da Kadının Kültürel Şifreleri, 2011’de Arkeoloji ve Sanat Yayınları’ndan çıktı. O kod üzerinden kadın cinsiyete bakışı gösterdim. Putlaştırılan Cahillik Yani Özdal Üçer, şiddete karşı bir milletvekili… Şiddet karşıtı bu milletvekilinin Van Bölge Hastanesi’nde yaptıklarını Başhekim vekili Vural Polat yazılı bir açıklama ile kamuoyuna iletti. “Özdal Üçer, hastanemiz acil tıp uzmanı Oğuz Eroğlu’na tekme tokat saldırmış, hem doktorumuza hem de Başhekim olarak şahsıma hakaretlerde bulunmuş ve hastane koridorlarında yankılanan küfürler savurmuştur”. Bu olay yaşanırken sağlık çalışanlarına yönelik İzmir Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları Hastanesi’nde yeni bir saldırı gerçekleşti. Acil servis kapısında nöbet tutan güvenlik görevlisi Kenan Abaylı’nın girişe izin vermemesi üzerine dört hasta yakını güvenlik görevlisi Abaylı’ya saldırdı. Bu olaylar ne zaman oldu? Dr. Arslan’ın öldürülmesinden ve onlarca doktorun iş bırakıp can güvenliklerinin sağlanması talebiyle protesto yürüyüşü yapmalarından sadece bir gün sonra… Bu olaylar Sağlık Bakanının “bunlar (doktorlar) ısrarla çok para kazanmak istiyorlar” diye yoksul ve cahil halk yığınlarına hekimleri hedef gösterdiği Türkiye’de yaşandı. Başbakanın “Hans’a var da Hasan’a yok mu” diye sorduğu bu ülkede yaşandı. Başbakan elbette Hans’ın ülkesinde kişi başına düşen sağlık harcamasının yılda 3588 dolar, Hasan’ın ülkesinde ise 685 dolar olduğunu biliyordu. Ama nasılsa onu dinleyenlerin bunu idrak edecek bilgileri yoktu. Oysa Hasan’ın ülkesi, OECD raporuna göre kişi başına düşen sağlık harcamalarında 34 ülke arasında son sıradaydı. (OECD Health data 2009, www.oecd.org). Oysa Hasan’ın ülkesi, OECD raporuna göre sağlık harcamalarında Polonya, Meksika, Macaristan, Slovak Cumhuriyeti ve Çek Cumhuriyetinden gerideydi. Oysa Hasan’ın ülkesinde kişi başına düşen yıllık sağlık harcaması 685 dolar iken, OECD ülkelerinde ortalama 2984 dolardı. Her fırsatta hekimleri hedef gösteren Sağlık Bakanımız, Dr. Arslan’ın ölümünden sonra açıklama yapıyor, diyor ki; güvenlik önlemleri arttırılacak… Bu açıklama, Prof. Dr. Necip Göksel Kalaycı’nın 11 Kasım 2005 tarihinde, yıllarca çalıştığı İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’nin otoparkında silahla vurularak öldürüldüğünde de yapılmıştı... Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde görevli Doç. Dr . Necati Yenice, hastane bahçesinde silahlı saldırıya uğradığında da güvenlik önlemlerinin arttırılacağı söylenmişti. Ocak 2008’in 18. günü Giresun Göğüs Hastalıkları Hastanesinde görevli Dr. Ali Menekşe, bir hastası tarafından hastane merdivenlerinde arkasından bir el ateş edilerek yaralandığında ve izleyen süreçte beyin ölümü gerçekleştiğinde de can güvenliğimizin sağlanacağı sözü almıştık. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanı Dr. Eriş Bilaloğlu’nun şu sözleri tüm gerçeği gözler önüne seriyor. “Piyasaya en uzak olan sağlık, “beyaz” olduğu için belki de en çok “kir” gösteren oldu. Artık hedefteyiz; dövülen, saldırılan, politikacıların malzemesi olan, sürekli çok para verildiği söylenen ve diyeti için hastalarımızın önüne “itilen” bir “mevkideyiz”! Hekimler öldürülen meslektaşları için yürürken onları izleyen vatandaşlardan birinin şu sözleri aslında bizi yönetenlerin en büyük güvencesidir. “Hep bizden mi ölecek, biraz da sizden ölsün”. Bu ülkede putlaştırılan ve her şeye hâkim kılınan “katışıksız cahillik”, “sınır tanımaz küstahlık” ve “bilgiye ve eğitilmişe olan nefrettir”. Esas üzüntümüz ve umutsuzluğumuz ondandır… CBT 1310/ 19 27 Nisan 2012