17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

sini atayarak 1990 yılında çalışmalarına başlattığını görüyoruz. Şu anda da akademinin direktörlüğünü İran İslam Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı yürütüyor. Akademi yönetiminde ayrıca akademi başkanı, Mütevelli Heyeti, asil, assosiye ve şeref üyelerden oluşan bir Genel Kurul ve Bilim Kurulu da bulunmakta... Kurumun idaresi ise Mütevelli Heyet’inin ellerinde… Bu heyet de Bilim, Araştırma ve Teknoloji Bakanı, Sağlık, Tedavi ve Tıp Eğitimi Bakanı ile İran Kültür Devrimi Konseyi tarafından onaylanmış 6 bilim insanından oluşuyor. Dolayısıyla, kurumun ne kadar özerk olduğu ortada, İran biliminin dünyadaki yeri de… Ürdün’de de benzer bir yapılanma söz konusu… 1970’de kurulan ve uygulamalı bir araştırma enstitüsü görünümünde çalışmalarını sürdüren Ürdün Bilim Topluluğu’nun (Royal Scientific Society of JordanRSS) 584 üyesi bulunuyor, ancak kurumun Mütevelli Heyeti’ne bu 584 bilim insanından biri değil de, Kraliyet Ailesi’nden Prens El Hassan bin Talal başkanlık ediyor. Mısır’da da durum çok farklı değil… 1971’de Başbakanlığa bağlı olarak kurulan Mısır Bilimsel Araştırma ve Teknoloji Akademisi (The Academy of Scientific Research and TechnologyASRT), günümüzde Bilimsel Araştırma Bakanlığı’na bağlı olarak görevini sürdürüyor. Bakanlık aynı zamanda Akademi’nin resmi sözcülüğünü de üstlenmiş durumda… Son örnek de, Afrika ülkelerinden Mozambik… Mozambik Bilim Akademisi (Academy of Science of Mozambique), 2009 yılında Bilim ve Teknoloji Bakanlığı’nın görevlendirdiği bir komite tarafından oluşturuluyor ve görevini bu yapıyla sürdürüyor. Bir ülkede bilim ve teknolojinin ilerlemesi, ulusal bilim politikalarını oluşturan, bu politikalara göre ülke gündeminde bilimi önceleyen, araştırma ve teknolojik gelişmenin önünü açan, destekleyen koordine eden ve özendiren bir siyasi irade ile gerçekleşir. Temel bilimlerde ve teknolojik alanlarda ilerleme, uygun bir bilim iklimi kadar, bu iklimin sembolleştiği bilim akademilerine ve bilim kurumlarına gereksinim duyar. Siyasi irade de tam bu noktada, bilimin kurumsallaşması ve geleneklerinin sürdürülmesini sağlamakla yükümlüdür. Sevgili Doğan Kuban’ın dediği gibi; “İktidarın ve kurumlarının politik söyleminin çekirdeği, bilim ve sanayinin çağdaş standartları yakalaması olmalıdır” Son KHK ile, ülkemizde bilimsel düşünce artık kendi geleceğini yönlendiren kararlarda bile etkili olamayacak bir konuma itilmiştir. Yerine geçen ise, siyasi iradenin temsil ettiği ve yukarıdanaşağı yönlendirilen, ulusal çıkarlarımıza ne kadar hizmet edeceği kestirilemeyen, bilim dışı söylemlerdir. Halbuki bilim politika işi değil, uzmanlık ve liyakat işidir. O zaman biz bilim insanlarına düşen, bu olumsuz koşullarda da yine bilimin aydınlatıcı gücünü kullanmak, halkımızı aydınlatmak, doğruları söylemek ve savunmak olmalıdır. Toplumumuz artık geleceğini, sağlığını, çevresini, doğasını, çocuklarının eğitimini emanet ettiği bilim insanlarına sahip çıkmalıdır. “Bilim ve sanat, iltifat görmediği yerden göçer” diyen İbnİ Sina’ya kulak vermeli, rotasını İran’ın, Ürdün’ün, Mısır’ın, Mozambik’in değil, bilimde ve toplumsal refahta gelişmiş ülkelerin yönüne çevirmelidir. Bugüne dek mazlum dünyanın örnek aldığı, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, 100. yılında bunu çoktan hak ediyor. Ülkemiz akıl sağlığı üzerine düşünceler Her kırk saniyede bir dünyada bir kişi intihar ediyor. Siz bu satırları okurken; bir kişi intihara hazırlanıyor olabilir ya da bu makaleyi okuduğunuz dakikalar içinde kaç kişinin intihar ettiğini varın siz hesaplayın. Dünyada durum böyle iken ülkemizde bu konuda ciddi çalışmalar yapılmadığı için yine Avrupa kaynaklarına göre durumun daha vahim olduğunu görüyoruz. OECD’nin “Bir Bakışta Toplum” raporunda üye ülkelerin “Akıl Sağlığı İndeksi” de yer aldı. Derlenebilen 21 ülkenin verilerinden oluşan indekste Türkiye‘nin sonuncu çıkması kaygı yarattı. İlhan Vardar, [email protected] B SON SÖZ CBT 1277/ 19 9 Eylül 2011 unun yanında dünya genelinde Dünya Sağlık Örgütünün (WHO), iki yıldır sürdürdüğü araştırmaların sonuçlarını değerlendirdiği, “Dünya Akıl Sağlığı” başlıklı rapor, dünyada yetişkin ya da çocuk her beş kişiden birinin yardım almasını gerektiren akıl hastalığı ya da psikolojik sorunlarla karşı karşıya kaldığını ortaya koydu. Gelişmiş ülkelerde bile akıl hastalarına yönelik ciddi insan hakları ihlalleri bulunduğuna dikkati çeken WHO, üye ülkelere kalabalık hastaneler yerine küçük kliniklere yönelinmesi çağrısında bulundu. WHO Eylül 2007 tarihli raporunda, dünya genelinde akıl sağlığına ilişkin bilinmesi gereken temel noktalar, rakamlar ve istatistikleri 10 başlık altında toplayarak üye ülkelerin dikkatine sundu. WHO’nun akıl sağlığı raporunun en önemli sonuçlarından biri fiziksel olmayan rahatsızlıklardan dolayı acil servislere başvuruların son on yılda yüzde 5 artarak yüzde 6’dan yüzde 11’e yükselmesi ve dünyada psikiyatri hastalarına yönelik insan hakları ihlallerinin çok yaygın olması. İhlallerin fiziksel şiddet, ayrımcılık, temel ihtiyaçların ve mahremiyetin görmezden gelinmesi olarak belirtilmiştir. Çok az ülkede akıl hastalarının haklarını net biçimde garanti altına alan yasal düzenlemeler bulunduğu ise özellikle vurgulanmıştır. Ve bu ihlallerden en önemlisi de “şok” tedavisi dediğimiz (EKT) nin uygulanmasıdır. Şok tedavisi konusunda konunun uzmanı olmadığım halde kitap çalışmam sırasında 90’lı yıllardan beri yaptığım araştırmalar, çalışmalar ve konunun uzmanı hekimlerle görüşmelerim sırasında bir fikir birliği olmadığını gördüm. Durum sadece ülkemiz için değil tüm dünya için geçerli. Ve beni ilgilendiren bölüm ise fikir birliğine varılmamış bir tedavinin ülkemizde çok yaygın olarak kullanılmasıdır. Uluslararası Zihinsel Engelli Hakları (MDRI) 28 Eylül 2005 tarihinde Türkiye’deki zihinsel engelli çocuk ve yetişkinlere karşı işlenen insan hakları ihlallerini ayrıntılarıyla belirten bir rapor yayınladı. Bu raporda “şok” tedavisinin (EKT) insanlık dışı ve aşağılayıcı koşullarda Türk sağlık sisteminin genelinde yaygın olduğunu belirtti. Bir psikiyatrist ve yazar Peter Breggin ise bu tedavinin pahalı olmasının çekici olduğunu söylüyor ve “elektroşokun beyinden bir şans almak için Rus ruleti oynamak gibi” bir tanımda bulunuyor. Yine MDRI’nın Eylül 2005 tarihinde dünya basınına dağıtılan raporu’na göre Türkiye Psikiyatri İmkânları, Yetimhaneler ve Rehabilitasyon Merkezlerinde İnsan Hakları İhlalleri, devlet tarafından işletilen Bakırköy hem yetişkinler hem de çocuklar üzerinde değiştirilmemiş EKT kullanımını belgeledi. Türkiye’nin 1997 yılında uygulamayı sonlandırmak için çağrıda bulunan İşkencenin Önlenmesi için Avrupa Komitesi. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), dünya çapında bir yasak içinde çağrıda bulundu. Buna rağmen değiştirilmemiş EKT, Behind Closed Doors MDRI Eylül 2005 raporun Kasım 2005 AB Komisyonu raporunda, Türkiye’de insan hakları konusunda bir endişe olarak gösterildi. Bu rapor üzerine Kasım 2005’te TPD (Türk Psikiyatri Derneği) Merkez Yönetim Kurulu ve TTB (Türk Tabipler Birliği) Merkez Konseyi tarafından yapılan basın açıklamasında “MDRI raporunun suçlayıcı üslubu kabul edilemez. Bu, hasta hakları söz konusu edilerek ülkemiz ruh sağlığı çalışanlarına haksızlık edilen bir rapor niteliğindedir.” dendiği halde açıklamanın bir yerinde “Görüldüğü gibi MDRI kuruluşunun söz konusu raporunda gözlenmiş ya da saptanmış olan eksikliklerin çoğunun olgu düzeyinde (genelleme yapılmadan) gerçeklere uygun olduğunu üzülerek kabul etmek zorunda olduğumuzu görüyoruz.” denilmektedir. Tabii ki bu tür bir rapordan belli kısımları alarak yorum yapmak etik olmasa da raporun ve basın açıklamasının tümünü yayınlamakta ne yazık ki kısa bir makale ile mümkün olmamaktadır. (Basın açıklamasına www.istabip.org.tr/duyuru/tpdttbba.doc adresinden ulaşılabilir.) Yine de basın açıklamasının son cümlesi şöyle bitmektedir: “Ülkemiz hekimler topluluğu adına Türk Tabipleri Birliği ve ülkemiz psikiyatri topluluğu adına Türkiye Psikiyatri Derneği olarak ruh sağlığı hizmetleri koşullarının düzeltilmesi için gösterdiğimiz çabalara devam edeceğiz. Bu konuda toplumun tüm kesimlerinin desteğini bekliyoruz.” Belki de bu makalenin esas kısmını bu son paragraf ifade etmektedir. Çünkü bu dernek ve birliğin çabalarını yadsımıyorum yine de son yıllarda yapılan araştırmalarda ruh sağlığı bozukluğunun ülkemizde % 30’lara ulaşması bu çabaların yetersiz olduğunu göstermektedir. Bu çabalara destek vermek amacı ile yayınlanmamış çalışmamdaki bir vaka ile son yıllarda karşılaştığım farklı bir vakayı örnek vermek istiyorum. Araştırmamdaki vakada Klinik tedavi sonrası hastanın kontrole yalnız gitmesi üzerine Psikiyatr hastanın eşini arayarak tüm randevulara birlikte gidilmesi gerektiğini söylüyor. Ve yine araştırmalarım sırasında büyük desteğini gördüğüm ve düşüncelerine değer verdiğim Psikiyatr, bu konuyu gündeme getirdiğimde “İlhan, bu meslektaşım çok doğru bir karar vermiş, çünkü sadece klinik tedavi sonrası değil Psikiyatra müraacat edildikten sonra bile hastanın en yakınlarının gözlemleri, hekim için bir yol gösterici ve teşhis koyucu özellik taşımaktadır” Yıllar önce gerçekleşen bu konuşma ve mantıklı açıklamalardan sonra karşılaştığım vakalarda bir hekim müracat eden hastanın yakınları ile görüşmeyi reddediyor ve sadece hasta ile görüşerek tedavi uyguluyorsa hekimi değiştirmeleri önerisinde bulunuyorum. Bu tür birçok vaka ile karşılaştıktan sonra yine aynı hekime “Ben böyle yapıyorum konunun uzmanı olmayan biri için açıkçası bu tavsiyemin etik olup olmadığını sorguluyorum” demem üzerine olumlu teyid alınca ve son yıllarda karşılaştığım; anlatacağım vaka ile bu düşüncemin doğruluğunu onaylanmasını bilimsel düşüncenin eleştirel mantık süzgecinden geçirilmesi olarak tanımlıyorum. Son vakada ise hekimin tedavi sürecinde hasta yakınları ile görüşmeyi reddederek tedaviye başlaması ve son olarak klinik tedaviye yönlenerek hasta yakınlarına tedavi konusunda ve tedavi sonrasındaki yan etkileri, yeterli düzeyde açıklama yapmadan hasta eşinden sadece bir imza alarak klinik tedavi sırasında elektroşok uygulaması hangi anlamda etik acaba, yargıyı konunun uzmanlarına bırakıyorum. Bu şartlarda konulan teşhis ve tartışmalı bir tedavi uygulanmasını açıkçası MDRI’nın raporunda belirttiği gibi işkence ve insan hakları ihlali olarak görüyorum şahsen. Ve işin ilginç yanı ilk vakadaki olay ile son vakadaki olayda konulan teşhis aynı; ilk vaka çok daha ileri aşamada görünse de şok tedavisi uygulanmamıştır. Ve trajikomik olanda bu iki vakanın da aynı klinikte çalışan iki ayrı hekim tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır. İntiharla başlayan bu makale, elektroşokla devam ederek hâlâ dünya üzerinde tartışılan bir tedavi yönteminin ülkemizde ki uygulaması ile son bulmadan önce 14 Ağustos 2009 tarihli dergimizde yayınlanan “Genetik, Din, Bilim ve Diyanet İşleri Başkanlığı” makalemde konunun intihar ve intihar oranlarının bu tür rahatsızlıklardaki hastalarda çok fazla olmasını dinsel anlamda irdelemiş, ne yazık ki konunun muhatabı kurumdan bir yanıt alınamamıştır. Yararcılık ilkesini göz önüne aldığımızda çok geniş kapsamlı ve handikaplarla dolu olan bu konunun ülkemiz için önemine inanan biri olarak konunun uzmanları tarafından masaya yatırılması, ilgili kurumların kesin olmayan tedavi yöntemleri konusunda net kararlar alarak uygulamaya sokması belki de atılabilecek en önemli ilk çaba olacaktır. Tabii ki bu güne kadar siyasilere ulaşarak bu konuda yasal düzenlemeler yapılması gerekliliğini anlatma çabalarım konunun uzmanı olmadığım için kulak ardı edilmiş ya da seçim yatırımı olarak dahi kullanılmamıştır. Bunun da bu çabalar çoğaldıkça gerçekleşeceğine inanıyorum.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle