24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

POL T K B L M Aykut Göker http:/www.ınovasyon.org;hagoker@ttmail.com Bunları yazarken Nazi Almanya’sının rejimle uzlaşan ya da susmayı seçen bilim adamları hiç aklımdan çıkmıyor. Niçin, bilmiyorum... Kanun Hükmünde Kararnamelerle Kurgulanan Yeni Bir Sistem (3) 8 Haziran’dan bu yana yayımlanan KHK’lerle kamu yönetimi yeniden yapılandırılırken bilim ve teknoloji işlerinin devlet katındaki yönetim tarzının da bütünüyle değiştirildiğini; bu bağlamda ulusal yenilik sistemimizin de ‘bakanlık merkezli ve özerkmiş gibi gözüken yapılardan bile arındırılmış’ bir sisteme dönüştürüldüğünü anlatmaya çalışmış; son olarak da, resmi tam görebilmemiz için birkaç kurumsal düzenleme örneği daha vereceğimi söylemiştim. 27 Temmuz’da 651 sayılı KHK ile yapılan TÜBA’yla ilgili köktenci dönüşümden sonra, galiba bu örnekleri vermeme pek gerek kalmadı ama yine de bunu yapayım; çünkü bu ayrıntılar da TÜBA’daki dönüşümün ardındaki zihniyetin aynasıdır: Görevi “standart hazırlamak, hazırlatmak; uygun bulduklarını Türk Standartları olarak kabul etmek” olan Türk Standartları Enstitüsü’yle, görevi “laboratuvar, belgelendirme ve muayene hizmetlerini yürütecek kuruluşları akredite etmek, bu kuruluşların belirlenen ulusal ve uluslararası standartlara göre faaliyetlerde bulunmalarını ve bu suretle ürün/hizmet, sistem, personel ve laboratuvar belgelerinin ulusal ve uluslararası alanda kabulünü temin etmek” olan Türkiye Akreditasyon Kurumu da, 08.04.1965 tarih ve 580 sayılı KHK ile Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın ‘ilgili kuruluşları’ olarak aynı bakanlığın denetimine verilmiş oldu. Daha açık bir ifadeyle, biri kural (standart) koyan, diğeri bu kurallara (standartlara) uygun iş yapılıp yapılmadığını denetleyen iki kurum aynı bakanın emir komuta zincirine bağlandı! Oysa son KHK’lerle bizde bakanlığı bile kurulan Avrupa Birliği’nde akreditasyon kurumlarının bağımsızlığı esastır. Kamunun TÜBİTAK dışında kalan bütün araştırma kurumları da artık, bakanlık merkezli bir yönetim sistemine bağlıdırlar; öyle olmayanlar da son düzenlemelerle o duruma getirilmişlerdir. Örneğin, EİE (Elektrik İşleri Etüt İdaresi), MTA (Maden Tetkik ve Arama) ve TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın bağlı kuruluşları; BOREN (Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü) aynı bakanlığın ‘ilişkili kuruluşu’dur. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın ‘Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü (TAGEM)’ şimdi Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın ‘Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü olmuştur. Bu müdürlüğe bağlı çok sayıda Araştırma Enstitüsü olduğunu ve bir zamanlar bu enstitüleri etkinleştirebilmek için, bunların bakanlıktan bağımsız, özerk bir yapıya kavuşturulmak istendiğini; ancak, bunun hep engellendiğini biliyorsunuz. Bakana bağımlı araştırma yapısı bu değişiklikte elbette korunup tam anlamıyla perçinlenecekti; öyle de olmuştur... Gelelim TÜBA’daki dönüşüme: Bu konuda Orhan Bursalı çok şey yazdı; bunları yinelemeyeceğim. Sonuç malum; Türkiye’nin ‘bilimler akademisi’ yok edildi. Öyle anlaşılıyor ki, yerine geçen siyasi İslamın ‘ilimler akademisi’ olacak! Ulusal yenilik sistemimiz açısından da bu dönüşümün, yine bir bilim kurumu olan TÜBİTAK’taki dönüşümle birlikte olağanüstü bir önemi var. Yenilikçi bir Türkiye yaratabilmek için bilimde yetkinlik olmazsa olmaz koşuldur. Bu nedenle bilim kurumları ulusal yenilik sistemlerinin temel taşlarıdır. Çağımızın yadsınması mümkün olmayan bir gerçeğidir bu... TÜBA ve TÜBİTAK dönüşüme uğratılarak bilimde, dolayısıyla da kaynağını bilimden alan teknolojide ve yenilikçilikte yetkinlik kazanmaktan vazgeçilmiştir. Bunun belki kendileri de farkında değiller ama, izledikleri yolun doğal sonucu bu olacaktır. İzledikleri yol Osmanlı’nın kültürüne geri dönüş yoludur. AKP’de ifadesini bulan İslami hareketin bu coğrafyada kurmaya çalıştığı siyasi iktidarın kurumları bu kültürden beslenerek oluşturulmaktadır. Bu nasıl bir kültürdür; bunu anımsarsak sadece ulusal yenilik sistemimizdeki değişikliğin değil; kamu yönetimimdeki köktenci değişikliğin resmini de kanımca apaçık görebileceğiz. Ama, ya bende kısa ve öz yazabilme yeteneği hiç yok ya da bu köşe çok dar... Yine sözün sonu gelecek haftaya kaldı. Haftaya resmin tamamını görmemize yardımcı olacak, birkaç kurumsal düzenleme örneği daha verdikten sonra, kurgulanan yeni sisteme ilişkin genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Hayvanlar da “Düşünen hayvan” Hayvanlarda düşünsel davranışların izinde Y eni Kaledonya kargasının ilk işi, tehdit edici varlığı kuşku dolu gözlerle izlemek ve en iyi görüntüye ulaşmak amacıyla zıplayarak çevresinde dolanmak olur. Daha sonra, merakına yenik düşen karga, normal koşullarda yiyecek ararken toprağı eşelemede kullanacağı türde ince bir dal parçasıyla, kendisini korkutan nesneyi iteleyip kurcalamaya başlar; ve hemen ardından da olası bir tehlikeye karşı kendini savunmak amacıyla geriye sıçrar. Gerçekte plastik bir örümcek olan nesneden bir tepki gelmeyince, karga güvenli bir biçimde ona yaklaşır ve evirip çevirerek incelemeye başlar. Oxford Üniversitesi Alex Kacelnik Laboratuvarı’nden Joanna Wimpenny önderliğinde yapılan bir araştırma kapsamında gözlenen bu davranış, hiç kuşkusuz zekice bir davranış gibi görünüyor. nsanlar da bilmedikleri ve tehlikeli olabileceğini sezinledikleri bir şey karşısında, bir olasılıkla benzer bir davranış sergiler. yi de, o boncuk boncuk gözlerin ardında gerçekte neler olup bitiyor? Burada önceden tasarlanmış bir düşünce süreci mi, yoksa salt hayvansal bir içgüdü mü söz konusu? nsan dışındaki hayvanların düşünme yetisine sahip olup olmadıkları sorusu çağlar boyunca en önde gelen düşün insanlarının kafalarını kurcalamıştır. Aristo ile Descartes hayvanlara özgü davranışın salt istem dışı tepkelerle yönetildiğine inanırlarken, Darwin ve 19. yüzyıl ruhbilimcilerinden William James hayvanların karmaşık zihinsel yaşamları olabileceğine inanıyorlardı. Artık bu tartışmayı sonlandırmaya her zamankinden çok daha yakın bir konumdayız. Yeni Kaledonya kargaları dahil, onca ustalıklı hayvan davranış biçimlerini de göz önünde tutan çok sayıda dirimbilimci, kimi canlıların gerçekten de temel düşüncelere sahip oldukları görüşünde birleşiyor. Bu arada son beyin görüntüleme çalışmaları da düşünen bir beyin için ne tür bir anatomiye gerek duyulduğu konusuna ışık tutuyor. Hayvanların zeki yaşamları, bir olasılıkla insanlarınki denli karmaşık olmasa bile, bu canlıların kafalarında sanıldığından çok daha fazla bir şeylerin olup bittiği kesin. Hayvanların düşünüp düşünemedikleri konusu oldum olası bir tabu niteliği taşıdı. Amerikalı hayvanbilimci Donald Griffin’in sorunu kurcalamaya başlamasıyla birlikte, bu tutum da giderek değişmeye başladı. Yarasaların sesle yer belirleme özelliğini ve kunduzların odun parçalarını inceden inceye hesaplayarak yuva yapma yeteneklerini, vervet maymunlarının grubun öteki üyelerini attıkları çığlıklarla aldatmadaki ustalıklarını ilk gün yüzüne çıkartanlardan biri olan Griffin, tanık olduğu tüm bu davranışlar sonucunda hayvanların düşünme yetisine sahip olabileceğine dikkat çekti. Verilerin çoğunun öznel ve bir olasılıkla da insan niteliği kazandırılmış olduğuna inanan kimi hayvanbilimciler dehşete kapılsalar da, Griffin’in çalışması yine de tartışmanın ateşlenmesini ve konuyla ilgili araştırmaların daha nesnel ve sistemli bir biçimde yapılmasına sağladı. Günümüzde Griffin’in görüşlerine katılan çok az kişi var. nsandan başka hayvanların zihinsel deneyimlerinin, ilkel bir farkındalıktan insan beynindeki karmaşık düşünce akışına uzanan bir tayf oluşturduğu görüşü, çok daha yaygın. Meyve sineği de bu tayfın bir ucunu araştırmak için en kusursuz örnek. Queensland Beyin Ensti GRIFFIN ÖNCÜ OLDU HAYVANLARIN Z HN CBT 1278/ 6 16 Eylül 2011
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle