Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Etnik Soyadları Prof. Dr. Ömer Demircan “Zengin sorumluluğu” için kişisel bir manifesto! Tınaz Titiz • “Babalarımız, büyükbabalarımız, büyük büyükbabalarımız ya da annelerimiz keşke daha daha uyanık olabilseler, bugünlerin geleceğini o zamanlardan görebilseler ve imkânlarını öylece kullanabilselerdi!” Bu sözleri şimdiden duyabiliyor musunuz? •Kurumlar ya da kişiler belirli bir maddi iriliğe, zenginliğe ulaştıktan sonra enerjilerinin giderek daha büyük bölümünü sadece o zenginliği sürdürmeye harcıyorlar. rilik, tek başına belirli zorunluklar üretiyor ve kurum sahiplerini çekip çevirmeye başlıyor. Kurum sahipleri bunun farkına çoğu zaman varamıyor; iriliğin ürettiği sorunlar farkındalığı önlüyor. Farkına varabilenler ise kendilerine dönük mükemmeliyet oyunlarıyla kendilerini avutmaya kendilerinden kaçmaya başlıyorlar. Bu yarısarhoşluk, yarıuyanıklık durumuna iğne batıranları ise duymazlıktan geliyor, rahatsız oluyorlar. • Öte yandan, gönüllü kuruluşlar belirli bir maddi iriliğe erişmiş kişi ve kuruluşların kaynaklarını kullanarak çeşitli projeler üretiyorlar. Kimisi parlak görünüşlü ama içeriği zayıf, kimisi ise toplumun gerçek ihtiyaçlarına yönelik ama ancak “farkında” olanların destekleyebileceği parıltısız projeler. Burada kritik nokta, kişi ve kuruluşların zenginliklerinin hangi tür projelere kanalize olacağıdır. • JFK’nin şu sözü damıtılmış bir bilgelik taşıyor: “ yi başkan, kendisine önerilenler içinde işe yarar olanları fark edebilendir”. Bu söylem zenginliklerin nasıl kullanılması gerektiğinin de yolunu göstermiyor mu? Ülkemizde, başarılı pazarlama kurguları ve halkımızın yarı bilgili halini kullanarak milyon dolarlar toplayabilen ve bunları pahalı kuşe kâğıtlara yazılı raporlar üreterek kullanan gönüllü kuruluşların yanı sıra, bitki özsuları gibi “bütün organizmayı derinden, yavaş yavaş besleyen” projeler üretip uygulayan kuruluşlar da var. • Serbest Pazar sisteminin altın kuralı “müşteri kıraldır” diyor. Bu doğrudur, ama önkoşulları söylenmez ise tam doğru değildir. Eğer müşteri: • Tüm seçenekler konusunda bilgi sahibi ise ve • Tüm seçeneklere erişme şansı varsa ve • Seçeneklerden birisi yönünde koşullandırılmıyor ise kraldır. • Gönüllü kuruluşlar da projelerini serbest pazar ilkelerine göre pazarlamalı ve bunda başarılı olanlar kaynaklara erişebilmelidir. Ama şu koşulla: Eğer zenginlik sahipleri: •Toplam kaynakların sınırlı olduğunun bilincinde iseler, • Bu sınırlı kaynakların, tekrarlanabilirliği yüksek projelere tahsisinin getireceği yararları takdir edebiliyor iseler, • Destek seçeneklerinden bir veya birkaçına sempati, çıkar ilişkisi vbg nedenlerle daha yakın durmuyorlar ise projeler serbest pazar ilkelerine göre hak ettikleri destekleri bulmalıdırlar. Bir toplum, çeşitli kaynaklarını kontrolde tutanların akıl ve ahlak düzeyleri kadar yaşamaya layıktır. C Oradaki “millet”: dini topluluk anlamını taşımaktadır. Anadolu’nun adı en geç XIII. yüzyıldan beri ‘Türkiye’dir. 3 Demircan, Ö.: “Soyadları: Türkçe kimlik ayrımına evrimsel bir bakış”. Çeviribilimden Kesitler, (Hz. Eruz Sakine; San, Filiz); Multilingual y. 2011: 230244. 1 2 CBT 1274/ 19 19 Ağustos 2011 umhuriyet gazetesi (13 Temmuz 2011, s. 9) içinde: [“Hüküm değişmedi: Etnik Soyada izin yok” başlıklı bir haber yayımlandı. Favlus Ay adlı Süryani yurttaşımız adının “Paulus Bartuma” olarak değiştirilmesi için Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açmış. lgili mahkeme, Soyadı Kanunu (1934) 3. maddedeki “yabancı ırk ve millet1 isimleri”nin soyadı olarak kullanılamıyacağına ilişkin hükmün: “anayasanın (1982) eşitlik ilkesine aykırı” olduğu iddiasıyla iptal edilmesini istemiş. Anayasa Mahkemesi de 8’e karşı 9 oyla o istemi reddetmiş.] 1. “Soyadı Kanunu”, 1934 yılında ancak “Tarama Dergisi” adlı sözlük (1934) yayımlandıktan sonra çıkarılan bir devrim yasasıdır; ne ırk, ne din ayrımı gütmeyen laik bir uygulamadır. Atatürk’ün: “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımına göre, yasalar içinde geçse bile, Türk sözcüğü kesinlikle bir ırk ile eşanlamlı değildir.2 Irk, din, sınıf ayrımını belirten göstergeler dışlanarak Türkiye Cumhuriyeti’ni bir ulus devlete dönüştürmenin araçlarından biridir. Irkçılığın Avrupa’da kol gezdiği dönemde çıkarılmıştır. O yasaya göre herkes devlet dilinde bir soyadı seçer. Ülkenin yerüstü, yeraltı kaynaklarını, genç beyinlerini alıp götüren “Batı”nın, Anadolu halkına Cumhuriyetten önce yaşattığı felaketlerin bir daha yaşanmaması için, yurttaşlar arası kardeşliği güçlendirmenin de bir aracı olarak düşünülmüştür. Üstelik, 1934’ten önce kimsenin soyadı yoktur.3 2. Bir insanı kendi türü içinde başkalarından ayırmak için kullanılan “bireyeözel sözelgösterge” lere özad denir. Özadlar ile kişiler arasındaki ilişki nedenli değil saymacadır. Aile çocuğuna istediği özadı verebilir. Soyadı Kanunu’nda özadlarla ilgili bir kısıtlama getirilmemiştir. 3. Kapalı bir toplumiçi iletişimde tek ad, olmadığı yerde lakap bir kişinin belirtilmesi için yeterli olmuştur.4 Ancak, toplumiçi ilişkiler artınca özad ile ayrım yetersiz kalmış, ikinci bir ad ile o karışıklığı önleme yoluna gidilmiştir. Belirsiz durumlarda ise: anne ya da baba adı “oğlu” ya da “kızı” ile özada bağlanmıştır. Tanzimat öncesinde kendi çevrelerinde bir lakap ile ayrılan kullar yöreleri dışında: “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”dır. Ondan sonra: ‘Feride Nizamettin’, ‘Nâzım Hikmet’ gibi baba adıyla ayrım başlar: Ancak, bir özad olan baba adı da gerekli ayrımı sağlamaz. 4. Soyadı, bir aileyi oluşturan kişileri başkalarından ayırmak için özelad ardından kullanılan yalın, türemiş, bileşik yapıda ikinci bir göstergedir; özelad ile birlikte kullanılır. Soyadı kişinin aile bağını belirtir. Türkiye’de özel adın tersine: köy, mahalle gibi bir yerleşim bölgesinde bir soyad ancak bir kez seçilmiştir. 1934 yılında, Soyadı Kanunu ile alınmış soyadlar yalnızca kimlik ayrımı sağlamaz. Zamanın sömürgeci devletlerinin Osmanlı’ya dayattığı bölücü ve parçalayıcı “Sevr Anlaşması”nın izlerini toplumsal açıdan silmeyi de amaçlar. Soyadı Kanunu tarihsel nedenleri de olan bir yasadır. Nitekim Batıödenekli işbirlikçiler, o tür bölücü saldırıları 1980’den sonra Güneydoğu’da yeniden başlatmıştır. Uygulamak için Atatürk’ün adım adım on yıl uğraşıp biçimlendirdiği Soyadı Kanunu, insan öncelikli lâik bir yasadır; ne ırk, ne din, ne de başka bir ayrım iletir. ‘Harf Devrimi’ (1928) ile: tek ve doğru yazım, kolay okuma, kimlik belirlemede eski yazının yarattığı sorunlar ortadan kalkmıştır. Ne var ki, 1945’ten sonra saldırı önce eğitime, sonra Türkçeye ve gelişmeyi destekleyen kurumlar ile örgütlere yönelmiş, dil değiştirmenin önündeki engeller birer birer temizlenmiştir. Bir federasyona geçilirse ortak dil olarak ngilizce dayatılabilir. Ondan sonra da, çocuklarının adlarını bugün ngilizceye benzetmeye çalışanlar, hiç çekinmeden ngilizce bir soyadı seçerler mi seçerler. Açılan dava, küreselleşme sürecinde dış güçlerin kışkırttığı Sevrci bir girişime benziyor. Acaba, Anayasa Mahkemesi üyelerinden ‘kabul’ oyu verenlerin kararlarında öyle tarihsel bir derinlik var mı? Türkiye’den ayrılmadan soyadı değiştirmek, ne bireysel özgürlükle bağdaşır, ne de, ortam ya da bağlam düşünülmeksizin, demokrasi ya da insan hakkı ile açıklanabilir. “Hayvan” bulundu! Olayı hatırlayalım.. B Tınaz Titiz ir kadın voleybolcu antrenmandan evine dönerken bindiği otobüste, giymiş olduğu şort nedeniyle bir namus bekçisinin “sen kıyafetinle toplumun ahlakını bozuyorsun“ gibisinden sözlü ve fiili tacizine uğramış. Bunun gazetelere yansıması üzerine, bir sanatçı da Ahlak Bekçileri Kampanyası adıyla bir protesto örgütlemiş. Ve, protestonun sloganı olarak da “Bu Hayvanı Bulun“ ifadesi seçilmiş. Gazete haberine göre, tacize uğrayan sporcuya destek protestosu giderek genişliyor. Ben olayın, henüz yakalanmamış failine yakıştırılan “hayvan” sıfatı üzerinde durmak istiyorum. htimallerden birisi, delil yetersizliği çünkü kimse şahitlik yapmak istemiyormuş ya da bir başka nedenden dolayı suçsuz bulunabilecek olan “bekçi”nin, karşı şikayette bulunarak kendisine “hayvan” denilerek hakaret edildiğini iddia etmesidir. Bu sıfatı yakıştıranlar da kendilerini savunmak için, “az bile demişiz, sen hayvan değil hayvanoğluhayvansın“ diyecekler, hakim de muhtemelen hakaret iddiasını haklı bulup küçük de olsa bir cezaya hükmedecektir. kinci olasılık, tüm canlıların ve cansı zların bir bütün oluşturdukları bilincinde olanların da suç duyurusunda bulunup, hayvanlara hakaret edildiğini, “bekçi”nin hayvan denilerek yüceltildiğini, hayvanların ise aşağılandığını iddia etmeleridir. Bu iddianın bugünkü görünüşe göre pek kazanma şansı yoktur. Ben suçluları buldum: Kendisinden başka canlılarla ilişkisini anlamaktan aciz, kendi başına varlığını sürdürebileceğini sanabilecek kadar cahil ve aptal olarak “önce insan“ sloganıyla insana tapınan bozulmuş tür’ün esas suçlular olduğunu düşünüyorum. Bir hayvandan istemeye istemeye söz etmesi gerektiğinde “afedersiniz hayvan“ diyerek özür(!) dileyen bu alttür mensupları içinde “bu hayvanı bulun“ sloganının yaratıcısı sanatçılar da(!) dahil olmak üzere kerliferli nice afedersiniz insan olduğunu düşünebiliyor musunuz? Aranan hayvan bulunmuştur: nsana tapınan putperestler, hayvan sözcüğünü aşağılama amacıyla kullanan yaratıklardır ve aranmalarına gerek olmayacak kadar çokturlar. Bekçiler ise beyinleri yıkanmış afedersiniz bir alttürün üyesidirler.