17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

slam dünyası neyi kaçırdı, Avrupa neyi yakaladı? Klasik anlamıyla eğitim, bilgi ve becerilerini arttırarak yeni kuşakları hayata hazırlar. Ancak ne geçmişte ne de şimdi eğitim, bu dar çerçevenin içinde kalmıştır. Eğitim sistemleri, kendilerine verilen bu klasik rolün yanında, geleceğin sosyoekonomik yapısını da şekillendirme rolünü; yani toplumları biçimlendirme rolünü daima üstlenmiştir. Ülkelerin geleceklerini eğitim sistemleri belirler. Çağdaş bilgi ve teknolojiye sahip olmayan bir ülke, ekonomik bağımsızlığını koruyamaz. Ekonomik bağımsızlığını koruyamayan ülkeler siyasal bağımsızlıklarını da yitirirler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Timur Karaçay, Başkent Üniversitesi, [email protected] T CBT 1269/16 15 Temmuz 2011 eknoloji üretemeyen ülke nasıl ki başkalarından aldığı teknolojiyle yetinirse, bilgi üretemeyen toplumlar da başkalarından aldıkları “nakli bilgi” ile yetinmek zorundadır. 21.yüzyılda giderek globalleşecek olan dünyada, bilgi ve teknoloji üretemeyen ülkelerin evrensel değerleri olamaz; evrensel değerleri olmayan bir eğitim sisteminin ulusal idealler gerçekleştirmesi de olanaksızdır. Bazı çevreler cumhuriyetin eğitim kurumlarının aniden ortaya konduğunu, henüz hazır olmayan topluma hazır reçetelerle sunulduğu için halk ile bütünleşemediğini, o nedenle başarı sağlayamadığını savunur. Bazıları ise Cumhuriyet’in eğitim kurumlarının aniden ortaya çıkan ama gerçekleşmesine imkân verilmeyen mucizeler olduğunu savunur. Dar bir zaman aralığındaki bakış açısına göre bu görüşün ikisinin de sağlam argümanları vardır. Ama, sosyal olguları dar zaman aralığında değerlendirme kolaylığından vazgeçip, uzun zamanlı tahlillere yöneldiğimizde, kaçınılmaz olarak karşılaştığımız ve hatta ileride karşılaşacağımız olguları görmeye başlayabiliriz. Eğitimin görevlerinden birisi, toplumda biriken bilgi ve değerlerin yeni kuşaklara aktarılmasıdır. Ancak, toplumun bilgisi kendisine “nakledilen bilgi”den ibaretse, o toplumda bir kuşaktan ötekine geçişte bir ilerleme olamaz. Toplumun sürekli ilerleyebilmesi için, her kuşak kendisine “nakledilen bilgi”ye yeni bilgiler ekleyerek sonraki kuşağa nakletmelidir. Yeni bilgi ekleyebilmek için, “bilgi”nin üretilmesi gerekir. Bu düşünce bizi, kaçınılmaz olarak şu sorulara götürür: • Neden bazı toplumlar bilgi üretiyor, bazıları üretemiyor? • Günümüzde bilgi üreten (dolayısıyla teknoloji üreten) toplumlar nasıl oluştu? • Bilgi üretemeyen toplumlar nasıl oluştu? Cumhuriyetin eğitim felsefesini açıklamaya başlamadan önce, bu sorulara doğru yanıtlar aramalıyız. Kolay yanıtı olmayan bu sorulara, farklı bakış açılarıyla farklı yanıtlar verilebilir. Bu yazı, sosyoekonomik nedenlere dayandırılmayan çözümlemelerin gerçeği yansıtamayacağı görüşüyle, çözümlemeler yapacaktır. Bilgi üretimi bilimin işidir. Günümüzde bilimin üniversitelerde yapıldığı (ya da öyle olması gerektiği) kanısı yaygındır. Ancak, üreten kişinin ya da kurumun kimliğine bakılmaksızın, “bilgi üretme işi”nin bilime ait olduğunu kabul edersek, yukarıdaki sorular şuna indirgenir? Bilim neden Doğu’da değil de Batı da ilerledi? Tabii, burada DoğuBatı deyimi, yazının konusunu aşacak genelliktedir. Konuyu sınırlamak için, Ortadoğu ve Avrupa coğrafyalarında oluşan sosyal süreçleri 14 yüzyıl gerilerden başlayıp kuşbakışı gözlemek, yukarıdaki zor sorulara doğru yanıtlar vermemizi sağlayacaktır. Böylece, konumuz biraz daha daralmış olur: Bilgi üretimi neden Müslüman toplumlarda değil de Hı ristiyan toplumlarda oluyor? Bu kısa yazı, soruya konu olan olguyu bütün nedenleriyle açıklamak iddiasında değildir. Esasen, bunun yanıtı slam ve Hıristiyan toplumlarında bilgi üretiminin karşılaştırmalı tarihinde yatar. Henüz, böyle karşılaştırmalı bilim tarihi araştırmaları ortaya çıkmadı. MÖ 300’lü yıllarda doruğa çıkan Eski Yunan bilim anlayışı, farklı doğrultular içermekle birlikte doğayı, maddeyi, canlıyı ve insanı bilebilmek için uğraşmıştır. Günümüzdeki mantık, felsefe, fizik ve biyoloji’nin temellerinin o zaman atıldığı kuşkusuzdur. Eski Yunan bilim anlayışı, Hıristiyanlığın Avrupa’da yayılmasıyla uzun süreli bir kesintiye uğramıştı. 14 yüzyıl süren bu uzun kesintiyi yapan ve sonunda “ortaçağ karanlığı” diye adlandırılan dönemi yaratan etmenin kilise olduğu şüphe götürmez. Bilgi üretiminin kesintiye uğradığı bu dönemin Avrupa’da Rönesansa kadar sürdüğünü biliyoruz. Elbette Rönesans aniden ortaya çıkmadı; ortaçağ karanlığını yaratan kiliseye başkaldıran düşünceler, gene o kilisenin mahzenlerinde yeşermeye başladı. Rönesansı yaratan asıl etmen, insan aklına vurulan prangaya yapılan başkaldırıdır. O ayrı, uzun ve trajik bir öyküdür. Platon, Aristo, Öklit, Batlamyüs ve Galenos gibi adların temsil ettiği Yunan bilim ve felsefesi, gerçeğin peşinde koşar. “Akıl melekesi” öndedir, el becerisi (uygulama) geri plandadır. Başka bir deyişle, bilgi üretiminde güdülen amaç, bilgiyi tekniğe, uygulamaya dönüştürmek değildir. Fizik ve metafizik, karşılaştığı sorulara rasyonel yanıtlar arar, bulduğu yanıtları sergiler. Özetle, hedef, doğayı bilebilmektir. 8’inci ve 12’inci yüzyıllar arasında Müslüman düşünürlerin, Yunan bilim ve felsefesinin etkisinde olduğu görülüyor. O nedenle, slam dünyasında bilgi üretimi ve eğitim kilise etkisindeki Hıristiyan dünyasından farklı bir gelişim çizgisi izledi. Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarından miras kalan çok zengin bir kültüre sahip olan Ortadoğu, ayrıca, Yunan ve Bizans’tan gelen eğitim görenekleri yanında ran ve Hint eğitim görenekleriyle de tanıştı; onları harmanladı. Bunun sonucu olarak Ortadoğu’da çok verimli bir bilim ortamı oluşmaya başladı. slam bilimi bu zengin kültürün üzerinde yeşerebilirdi. Abbasiler döneminde (7501258) bilginlerin önü açılmıştı. Bağdat dünyanın bilim merkezi olmuş, bilginler bu merkezde toplanmaya başlamıştı. Beytü’l Hikme (Abbasi halifesi Me’mun tarafından 830’da Bağdat’ta kurulan kütüphane), Yunan, Latin, ran kültürü gibi farklı kültürlerin arapça çevirilerini içeren büyük bir kütüphane oldu. MÖ 300’lü yıllarda var olan skenderiye Kütüphanesi’nin rolünü oynayabilecek hale geldi. Yazık ki bu kütüphane, Moğolların istilasıyla, 1258’ de Hülagu Han tarafından yakılmıştır. Beytü’l Hikme dışında başka bir bilim merkezi olmadığı için, slam dünyası o tarihten sonra bilgin ve filozof yetiştiren ortamdan yoksun kaldı. Bunun sonucu olarak, slamın Altın Çağı ( slam Rönesansı) diye adlandırılan bu parlak dönem, meyvelerini veremeden kapanmış oldu. Bu olgu, kuşkusuz, yalnız slam kültürü için değil, dünya kültürü için de büyük bir kayıptır. Ama slamın Altın Çağı’nı kapatan başka nedenler de vardır. Gerçekte, daha 1250’lere gelmeden, slam dünyası bilimde ve eğitimde Ortaçağ katolik kilisesinin düşünce sisteminin etkisine girmeye başlamıştı. Bu yönelişte, akli ilimler yerine vahyi ilimleri öne çıkaran mam Gazzâlî’nin etkisi büyüktür. Gazzali’nin Müslümanlıkta ağırlık kazanan görüşleri, Selçuklulara ve Osnanlılara da geçmiştir. Zaman zaman ran, Moğol, Selçuklu ve Haçlı ordularının tehdidi altında kalan Emeviler ve Abbasiler Müslümanlığın yayıldığı geniş topraklarda merkezi bir otorite kuramadılar. Merkezi otoritenin olmadığı yerlerde yetişen Fârâbî (879950), bn Sînâ (9801037) ve bn Rüşd (11261198) gibi filozoflar slami öğretiyi bilim ve felsefenin akılcı öğretisiyle birleştirmeye uğraşıyordu. Bilginin tevhidi diye adlandırılan bu akımın düşünürleri, böyle dar bir çerçeveye sıkışıp kaldığı için, ilham aldıkları Yunan düşünürlerini geçemediler. Öte yandan, Beytü’l Hikme yakıldıktan sonra, slam dünyası onun yerini alabilecek bir bilim merkezi kuramadı. Merkezi yönetimden uzak coğrafyalarda önemli filizlenmeler başladı; ama çabuk kurudular. Rasathaneler iyi almanaklar (zîc) düzenlediler. Almanaklar, yıldızların gök haritasındaki yerlerini, kıbleyi, namaz vakitlerini belirlemek gibi önemli sayılacak bilimsel bilgiler üretti. Ancak daha öteye gidip skenderiyeli Batlamyüs’ü aşamadılar. ElHarezmi (770840), ElBattani (858929), Ebul Vefa (940998), Beyruni (9731051) gibi adlar matematik, trigonometri ve astronomi alanlarında önemli pratik bilgiler ürettiler. Bunlar da büyük teoremlere dönüşemedi. Biyolojik bilimler, pratik tıp ve eczacılığın sınırlarını aşıp doğa araştırmasına dönüşemedi. Henüz kimya ile simya ayrımı yokken Câbir ibn Hayyân, bnü’l Heysem gibi bilginler doğa bilimlerinde (fizik, kimya) deneye başvurdu. Bütün bu çabalar, dünyada bilimsel bilgi üretimine atılan ilk adımlardan sayılırlar. Ancak sürekliliği olan devlet desteği alamadıkları için kurumlaşamadılar. Bilgi üretimi kuşaktan kuşağa geçmek yerine, hevesli kişilerin çabaları ve yaşamlarıyla sonlandı. Dolayısıyla, ortaya çıkan pratik bilgiler bilimsel teorilere dönüşemedi. SLAMIN ALTIN ÇAĞI slam dünyası 12’inci ve 18’inci yüzyıllar arasında, sanki kilisenin Avrupa’da yaptıklarını taklit etmiştir. Yunan felsefesi ve bilimi terkedilmiştir. Artık, ilim Halik’e ulaşmak için yapılacaktır. Bunun sonucu ağır olmuş, slamın altın çağı, giderek slamın Ortaçağı ’na dönüşmüştür. Bu dönemde, önce Selçuklu Türkleri, sonra Osmanlılar merkezi slam devletinin (en büyük) sahibidirler. Her büyük imparatorlukta olduğu gibi, devletin güvenliği ve devamı her şeyin üstündedir. nanç (mezhep) tartışmalarına son vermek, slam hukuku oluşturmak, amaca uygun eğitim kurumları kurmak öncelikli hedefler arasındadır. Sünni öğretisi bu işe çok uygundur. “Akli bilimler” geriye itilmiş, “nakli bilimler” öne konmuştur. Halik ’e ulaşmayan mahlukat’ın bilgisi değersizdir. Medreseler, dergâhlar, tarikatlar din merkezli eğitim verirler. Bu dönemin mükellimleri “vahyi” bilgiyi “akli” bilgi ile bağdaştırmaya uğraşırken mutasavvıflar “vahyi” bilgiyi insanın duyu ve sezilerine dayandırmaya uğraşıyordu. Bilim ve bilgi üretimi ancak kelam, tefsir, hadis, fıkıh gibi slami ilimlerden ibarettir. Bu çerçevede, “akli” bilgiler, ancak “vahyi” bilgileri açıklamak için vardır. Devlet desteği ile yaygınlaşan ve kurumlaşan medreselerde yapılan iş bilim değil, Ehlü’l lm adı verilen slam bilginlerinin islami bilgiler öğretimidir. Bazı medreselerde matematik ve astronomi derslerine yer verildiği görülse de bu alanlarda bilgi üretimi yoktur. Üstelik, altın çağ döneminde, Ehlü’l lm geçimini başka uğraşlarla kazanıyor, bilgi üretiminde bağımsız kalabiliyordu. Bu dönemde ise medresede öğretim yapan müderrisler, geçimlerini yaptıkları öğretim faaliyetinden kazanıyorlardı. Dolayısıyla, medresenin ilkelerine uymak zorundaydılar; bilgi üretiminde, altın çağın alimleri kadar özgür değillerdi. Medreselerde öğretim dilinin Arapça oluşu ister istemez, Türk dilinin gelişip bilim ve kültür dili olmasını engellemiştir. Bilimsel kitapların Türkçe’ye çevrilmesine hiç gerek kalmaması, bilim terimlerinin Türkçe karşılıklarının üretilmesini MARIFETULLAH (ALLAH’IN B LG S )
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle