17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

•KÜLTÜR• DOĞAN KUBAN Sanatsız Olmayacak Herkesin politikadan söz ettiği bugünlerde sanattan söz etmek tuhaf görünebilir. Oysa neden söz edersek edelim, temelde toplumun kültürel davranışlarından söz ediyoruz. Başka türlü olması düşünülemeyecek şekilde resim sergisine gitmeyenle trafik kurallarına uymayan, politikayı oy sayanla, planlamayı menfaat dağıtmak olarak değerlendiren, klasik müzikten haberi olmayanla, Çin’in gelişmesinden haberi olmayanlar aynı kimlikte buluşuyorlar. S anatsal gözlemlere musikiden başlamak gerekir. Batı uygarlığında musiki alanı kendi içinde ayrı bir uygarlıktır. Musiki ile toplumsal disiplin arasında bizde olmayan ilişkiler var. Çünkü musikide yeteneğe ek olarak yıllar süren yorucu bir uğraş, ortak çalışma disiplini, büyük bir toplumsal estetik halkanın parçası olma, ve insanı güncel olanın üstüne çıkaran ve yücelten bir sanat etkinliğinin parçası olmak gibi özellikler var. Bir konserde orkestra şefinin çalınan parça ile eşdeşleşmesi, çalanların her birinin konsantrasyonu, parçayı büyülenmiş gibi dinleyenlerin konser sonundaki olağanüstü şevkleri ve buna orkestra şefinin ve çalanların katılması gibi toplumsal heyecanlar, bizim toplumun genelde hiç denemediği toplumsal bütünleşmelerdir. Cumhuriyet, bizim toplumun da her sanat dalında uluslararası düzeyde sanatçı yetiştirebileceğini kanıtladı. Genç ressam ve heykeltıraşlarımız Fransa’da ve Almanya’da büyük ustaların yanında ve ünlü atölyelerde çalıştılar. Aralarında bir çok övünülecek sanatçı yetişti. Musikide yetenekli gençlerimizi Avrupa’ya yolladık. Aralarında önemli virtiözler yetişti. nsan cevheri olarak toplumun bir eksikliği yok. Cumhuriyetin o bilinçli çabaları Türkiye’yi bir sanat çölü olmaktan kurtardı. Ama büyük kentlerden uzaklaşınca, sadece bir sanat bozkırı var. Bu, çağdaşlık aşamasına ulaşmak için çok yetersiz. Hangi alanda olursa olsun, bizim toplumun ne üretim ne de tüketim, ne duyarlık, ne eğitim olarak sanatsal yaşamı yoğun bir toplum olduğunu söylenemez. Türkiye’deki iki mimarlık okulundan birine girerken, Türkiye’de birkaç yüz mimar vardı. Bugün otuz beş bini geçti. Fakat dünya çapında bir mimarımız olmadı. Bugün hükümet ve zenginlerimiz gökdelen, üniversite, hastane, havaalanı yaptırmak istedikleri zaman hâlâ yurtdışındaki mimarlara başvuruyorlar. Gerçi yurtdışından seçip çalıştırdıkları mimarlardan daha yetenekli Türk mimarlar var, fakat işverenlerin onları bulacak kadar bilgileri yok. Eğer Türk mimarları tasarımda yeteneksizse, patronlar mimar seçmekte, daha da görgüsüz ve yeteneksiz. Bu bağlamda birinci gözlem şu: Bir ülkede bir sanat alanının gelişmesi için, bazı öğretim kurumlarının ve sanatçının yetişmesi, bir grup insanın ara sıra konsere gitmesi, bir iki tane or 35 B N M MAR VAR kestra olması yeterli değildir. Mızıkaı hümayunun başında Donizetti Paşa’nın getirilmesi, önemli bir Batı’ya uyum kararı idi. Ama toplumu Batı musiki meraklısı yapmadı. Toplumun uzun süreli bir süreç içinde bu yaratma alanına sahip çıkacak bir bilinçlenme aşamasına erişmesi gerekiyor. Böyle bir musiki tutkusu, doğal bir yetenek sorunu değil. Bu tarihi birikim ve toplumsal eğitim sorunu. Bazı hızlı milliyetçiler ‘Bizde de Dede Efendi vardı’ cinsinden savunmalar yaparlar. yi ki vardı. Fakat bu Mühendishane’nin ünlü hocası shak Efendi’yi Gauss’la karşılaştırmaya benziyor. Resim, heykel ve musikide ne Osmanlı’nın ne de Türkiye’nin evrensel bir ansiklopediye girmiş temsilcisi var. Sadece birkaç virtüoz. “Bunun ne önemi var? Bizim farklı bir kültürümüz var” demek, birlikte yaşadığımız başka toplumlar katında bize bir şey kazandırmadığı gibi, bizi hâlâ gelişmemiş, hatta barbar görmelerine neden oluyor. Bizdeki küreselleşme şampiyonlarından hiçbiri ‘bunlar bizim için ne kadar gerekli’ diye bir soru sormuyor. “Türkiye lati lokum ya da baklava ile mi, yoksa saz çalanlarıyla mı küreselleşiyor?” diye soran da yok. Batı’da kilisenin 9. yüzyıldan bu yana örgütlediği ve nihayet 17. yüzyıldan sonra görkemi bugünün yaşamını da etkileyen bir musiki geliştirdi ve köylere kadar korolarla din yaşamına girdi. Bu sonradan laik musikiye dönüştü. Musiki eğitimi, terbiyesi ve duyarlılığı aristokratlar, burjuvalar, sonra da halk üzerinde etkili oldu. Bu musikinin, opera binaları, konser salonları, konservatuvarları, dans okulları ile toplumun içinde yayılarak neredeyse ayrı bir uygarlık düzeyinde kendi kültür ortamını yarattı. Türk toplumunun bu bağlamda gelişmesi kaplumbağa hızıyla oluyor. Kitap basmada üç yüz yıl geriden geldiği için bilgi birikimi zavallı olan Türk toplumu, resim, heykel ve musikide daha da geridir. Ressam, heykeltıraş ve müzisyenlerimiz bundan gocunmasınlar; onlar ve çevrelerinde küçük bir grup çağdaşlığın en önemli temsilcileri. Türkiye Cumhuriyette olağanüstü bir çağdaşlaşma gücü gösterdi. Sakallı ve entarili olanlarımız bile cep telefonlu ve blucinli oldu. Ama sanat, topluma mal olmadı. Bunu hükümetlerin etkinliklerine bakarak söylemeye gerek yok. Halkın bu konudaki tutumunu izlemek yeterli. Bu bağlamda Atatürk ve çevresindeki birkaç kişi ile, slam ülkelerinde de az sayıda birkaç liderin (ben Burgiba’yı, Butto’yu da anım ONLAR, ÇAĞDAŞLIĞIN TEMS LC LER sıyorum) izleyicileri dışında, slam toplumları hâlâ Rönesans’ın gerisinde yaşıyorlar. Bazı şeyleri müzelere doldurmak, geçmişte üretilen sanatın varlığını gösterse bile, toplumun sanata karşı ilgisi olduğunu da göstermiyor. Batıda sanat, antik geleneğin etkisi ile kiliselerde başladı. Kiliselerde resimler ve heykeller okuma yazması olmayan halka ncil’in bütün hikâyelerini anlatıyordu. sa’nın insan kılığında çarmıha gerilmesinden başlayıp onun yaşamını ören bütün hikâyeleri, okuma yazma bilmeden ezberleyebilirlerdi. Cahil Hıristiyan kilisesindeki resimlerde dini öğretimini tazeliyordu. Avrupa sanatı bu dini zemin üzerinde yükselmiştir. Aristokrat ve burjuva evlerinde resim ve heykel vazgeçilmez kültür öğeleriydi. Kaldı ki, resim ve heykel doğanın gözlemi ve araştırılmasının, yani bilimin de alt yapısını oluşturmaktadır. Türk insanı ne sultanlarının, ne büyük adamlarının, ne sanatçılarının portrelerini, büstlerini görmedi. Bunu içeren bir resim ve heykel kültürüne sahip olmadı. Okuma yazma ve Arapça bilmeyen Müslümanın cami içinde anlayacağı şey Allah, peygamber, dört halife levhaları ötesinde mihrap ve minberin süsleri, kubbeler ve duvarları süsleyen çinili ya da boyalı süslemelerdir. Bunlar ibadet ortamını zenginleştirir, ihtişamını ve etkisini arttırır. Fakat bir şey öğretmez. Okuma yazma bilmeyene Arapça levhalar da bir şey söylemez. Batının sanatsal birikimi, bilim ve teknolojide üstünlüğü ile politik ve ekonomik dünya egemenliğine sahip olmasının yanında, uygarlığı tanımlayan bileşenler olarak kabul edildiği için, Batılılar uygarlığı sadece kendilerine özgü bir olgu olarak görmeye başladılar. Klasik musikinin bir uygarlık olarak algılanması, bu musikiyi bilenler için kolay anlaşılır bir şeydir. Musiki din kadar yaygındır. Kilise resim ve heykelin yayılmasında olduğu kadar, musikinin yayılmasında da aynı şekilde bir okul olmuştur. Sonradan kilisenin yerine saray geçti. Daha sonra da bütün toplum örgütlendi. Musiki ve sanatsız bir Batı dünyası tanımlamak olanağı yoktur. Resim ve heykel, tarihe bir görüntü kazandırır ve tarihi anonim olmaktan çıkarırlar. Musiki de tarihi başka bir yaşamsal boyut kazandırır. Bunların insan çevresinde yoğunlaşması estetik bir duyarlığın zaman içinde birikmesine neden olur. Çirkini algılayan ve onu bir hastalık gibi gören toplumun duyarlılıkları gelişir. Türk kentlerinde çirkinlik kültürel bir duyarsızlık sonucudur. Bugünün yaşamında görünen dünya, musiki eşliğinde, yaşamımızı yönlendiriyor. Bunu kabul etmemek olası değil. Televizyonun yarattığı sanal imgeler ya da sunduğu görüntüler ve onlara eşlik eden musiki yaşamın kendisinden bile güçlü. Bunun arkasında Batının sanat geleneği var. Türk politikasında sanattan daha çok söz edilen bir döneme ulaşırsak, bizim için yeni bir uygarlık basamağı olacaktır. Sevgili okuyucular, Dünya ile bölüşmediğiniz hiçbir maddi olgu yok. Müslümanların, Müslüman olmayanların kölesi olmasına olanak verecek hiçbir yaşam yorumu slam öğretisinde yer almış olamaz. Dünya ile her alanda eşteş olmaya çalışmak bir Müslümanlık ödevi gibi gözükmüyor mu? Akçansa’dan ‘ekolojik’ çözümlere ödül Çimento sektöründe faaliyet gösteren Akçansa tarafından, yeni nesil yaratıcı fikirleri sektörle buluşturmak üzere düzenlenen ve bu yıl ikincisi gerçekleştirilen ‘Betonik Fikirler Proje Yarışması’nda dereceye girenler açıklandı. Gençlerin, ‘çevre dostu yapılarda çimento ve betonun alternatif kullanım alanları’na yönelik projelerle katıldığı yarışmada, 100’ü aşkın öğrenci arasından belirlenen ilk üç finalist grup hediye çekiyle ödüllendirildi. nşaat Mühendisliği ve Mimarlık bölümü, lisans ve yüksek lisans öğrencilerine açık olan yarışmaya Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversiteler başvuruda bulundu. Yarışmaya sunulan projeler, TÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ali Taşdemir, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Halit Yaşa Ersoy, VARYAP cra Kurulu Üyesi Metin Varlıbaş, ÇEDB K (Çevre Dostu Yeşil Binalar Derneği) Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Duygu Erten ve Akçansa Genel Müdürü Hakan Gürdal’dan oluşan bir jüri tarafından değerlendirildi. Değerlendirme sonucunda, 2. Betonik Fikirler Proje Yarışması’nda birinciliği Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğrencileri, ikinciliği Boğaziçi Üniversitesi nşaat Mühendisliği, Yıldız Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği ve stanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık bölümü öğrencileri elde etti. Üçüncülük ödülünü ise stanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü ile Mimari Tasarım, Çevre Kontrolü ve Yapı Teknik Bölümü öğrencilerinden oluşan iki grup paylaştı. Tayfun Akgül CBT 1261/2 20 Mayıs 2011
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle