22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

GÜNCEL TIP Vesayet Bağımlılığı “Ne olduğuna değil niçin olduğuna bakılması“, herhalde insanlığın büyük bedeller ödeyerek öğrendiği bir yol gösterici ilkedir. Ama ne yazık ki, insanoğlu bu ve benzeri yol göstericileri görmezden gelmeye devam edebiliyor. Tınaz Titiz Mustafa Çetiner cetiner.m@superonline.com T ürkiye, çok partili demokratik yaşama geçtikten beri onar yıllık aralıklarla askeri darbelere maruz kalmış; ama bunun neden(ler)ini sorgulamamıştır. Sorgulamamıştır çünkü nedeninin tek ve sormaya ihtiyaç olmayacak kadar açık olduğunu varsaymıştır. O neden de, “askerlerin kendilerini cumhuriyetin sahibi saydıkları; cumhuriyeti tehdit altında hissettikleri zamanlarda da darbe yaptıkları / kalkıştıkları”dır. Bunun adına da “askeri vesayet” denilmiş ve son verilmesi için gerekli mekanizmalar çalıştırılmıştır. Eğer bu varsayım, yani vesayetin askerlerin “sahiplik” ezberlerinden doğduğu varsayımı doğru ise bundan sonra Türkiye’de vesayet dönemi bitmiş, en güçlü potansiyel vasi yargıya teslim edilerek gelecek vesayet açısından güvence altına alınmış demektir. Ama eğer böyle değilse ve mesela, ayakta dik duramadığı için birilerinin kanatları altına girmedikç e k e n di n i g ü ve n d e h i s s e t m e y e c e k b i r k ül t ü r oluşturmuş bir topluluk var ve tüm potansiyel vasileri davet eden bir iklim oluşturulmuş ise ne olacak? Böyle bir durumda kendini vasiliğe aday gören tüm birey ve kurumlar hatta toplumlar sıraya girmez mi? Bunlardan en yakındaki ve elinde silah tutanın bu yarışta birinci gelmesi doğal değil mi? yi ama bu olur mu? Bir şarkıcı “olur, olur, bal gibi olur“ diyor. şte size birkaç ipucu: ngilizce, Fransızca, spanyolca, talyanca, Katalanca, Latince, Lehçe gibi dillerin hepsinde “dik durmak” anlamına gelen education kavramının, Türkçe’de “dik durmasını önleyip eğmek” anlamındaki eğitim ile karşılanmış olması; bununla da yetinilmeyip, din eğitimi verilen okullardaki “sorgulamaya kapalı belleme (ezber)” yönteminin tastamam aynısının laik eğitim verildiği sanılan okullarda da askeri okullar da dahil kullanılması. 60 yılı aşkın çok partili siyasal yaşam boyunca oluşan siyasi kültürümüzün temel kavramlarından birisi “lider sultası” olup lider otoritesi tartışmasız bir tabudur. Seçilmiş bir kişinin tüm dönemlerde ve partilerde böylesine tartışmasız bir otorite kurabilmesi, milletvekillerinin de bu vesayeti kabul etmeleri ancak bir şekilde mümkündür: radelerinin vesayetini gönüllü olarak lidere devretmeleriyle. Bu durumda sulta oluşturan lider değil, bu teslimiyete hazır ortam yaratan milletvekilleridir. Adına “parti disiplini” denilen acayiplik, tüm CBT 1261/ 19 20 Mayıs 2011 doğruları savunacağına şerefi üzerine yemin etmiş milletvekillerinden bu vesayeti kabul etmeyebilecek yapıda olanları gemlemek üzere icat edilmiş bir vesayet enstrümanıdır. Bütün bu olup biteni liderlerin sulta kurma isteklerine bağlayan açıklama ise olayın doğasını hiç anlayamamış olmaktan başka bir şey değildir. “Tüm yaşam sorun çözmedir” adlı kitabın yazarı Karl Popper haklıdır. Yaşamımızın her saniyesi bir sorunla karşı karşıyayız. Sorunlar bazen istenmeyen durumlar, kimi zaman da karşısında engeller bulunan istendik durumlar olabilir. Kişiler ve onların oluşturdukları kurumlar ve toplum bu sorunları mutlaka çözmek zorundadır. Eğer çocukluktan itibaren aile, okul ve toplumdasorunlarının çözümünü daima birilerine ihale ederek çözmeye alışmışlar, her sorunlu durumun üzerine değil etrafından dolaşarak kaçmışlar ise, daima sorun çözücü vasilere ihtiyaçları olacaktır. Sonunda, karlı havalarda bile okulları tatil edilen miniminiler büyüyünce, otoriteye boyun eğmekten başkaca beceri kazanamamış, onu da bulamayınca zorla otorite yaratan “vesayet bağımlılıarı” ortaya çıkar. Bu bağımlılık sarmalı, bir yandan da kişinin Sorun Çözebilme Kabiliyetini köreltir. Sürecin sonunda iki dipsiz kuyu vardır: (1) Sorunlarının çözümü için vasi arayanlar, (2) Çözülemeyen sorunların yarattığı “boşluk”lar. Boşlukların dolması bir fizik kuralıdır ve sorunları çözebileceğine inananlarca doldurulur. Vesayet altında bulunmayı bir karakter özelliği haline getirmiş olanlar da her sorunla karşılaştıklarında, nasıl başa çıkacaklarını değil kime teslim olacaklarını tartışır. Yaklaşan seçimler için vaatte bulunan siyasi partilerden birilerinin çıkıp, “biz sizin sorunlarınızı çözmeyeceğiz; çünkü bizim sizin sorunlarınızı çözmemiz demek, sizin sahip olduğunuz hak ve özgürlüklerinizi bize devretmeniz demektir. Biz, sizin sorunlarınızı bireysel ya da örgütlenmeniz yoluylakendinizin çözmesi önündeki engelleri kaldıracağız” demesi beklenmez mi? Oy verecek vatandaş seçimleri beklerken, acaba kimi vasi olarak seçsem mi diyor yoksa sorunlarım nedir; nerelerden kaynaklanıyor; bunları nasıl anlarım; nasıl çözümler geliştirilebilir; bu çözümleri, sağladığım kaynakları ilende bulunduranlara nasıl iletir, onları ikna edebilirim; benim aklım yetmez ise acaba ortak akıl oluşturabilir miyim; nasıl; kimlerle? gibisinden sorular mı soruyor? Her türlü vesayet, kabul edenler varsa vardır. Kabul edenler ise, renktir. Kızın sağ gözü, kırmızı ortama sorun çözemedikleri, ayakları üzebağlı olarak, turkuvaz saç tokası ile aynı rinde duramadıkları için vesayete renkte görülür. Renkleri görme sürecinmuhtaçtır. Vesayet odakları ise sode gözdeki üç farklı fotoreseptör, birbirun çözebildikleri için değil, sorinin üzerine binen üç renk ailesine görunları kendilerinin çözebileceklere ayar yapar. Bunlar kırmızı, mavi ve rini ezberledikleri için boşlukları yeşildir (Bunlar görülebilir, uzun, orta doldurmaya isteklidir. ve kısa dalga boylarının görülür ışığı ile Kendi ezberlerini topluma befaaliyete geçer). Bu sinyaller daha sonra nimsetmek arzusunda olanlar, inaniden, aynı görüntü içindeki komşu bölgelerdeki sinyaller ile karsanların en önemli yetileri olan soşılaştırılır. Sinyaller, beyindeki daha yüksek işlem merkezlerine run çözme kabiliyetlerini aşındıra doğru yol alırken, giderek genişleyen çevrede0 görüntülerle karaşındıra muhtaç bağımlılar duruşılaştırılmaya devam eder. Bu birbirine zıt süreçler, renk ve parmuna getirdiklerinin farkına varalaklığın görece olduğu anlamına gelir. bilmelidir. Yani şunu demek istiyorum; tıpkı bir blue jean markası gibi, tıpkı bir gofret gibi veya beyaz eşya gibi sağlık da pazarlanabilir mi? Tedavi yöntemleri, hiç bir bilirkişi kontrolünden geçmeden, umutsuz hastalara umutmuş gibi uluorta reklam edilebilir mi? Sağlıkta PİAR Olur mu? Mesela bir tıp merkezi, bazı gazetecileri toplayıp, onları yurtdışında ağırlayıp hekim olmayan bu kişilere anlattıkları ile medya da bir “umut” haberi olabilirler mi? Medyamızda son günlerde Prof. Dr. Robert Gorter ile ilişkili haberleri gördüğümde düşündüm bunları. Gazetede yazılan ve TV’lerde söylenenlere bakılırsa Dr. Gorter kansere çare bir tümör aşısı üretti. Türkiye tümör aşısı konusuna hiç yabancı değil aslında. Tam da Gorter’in önerdiği tümör aşısını hastalarına uyguladı diye onlarca davadan yargılanan hekimler var bu ülkede. Bu çelişki çok yaman bir çelişki tabii… Bir yanda ülkemizde bu tedavileri uyguladı diye yargılanan hekimler… Diğer tarafta, yurt dışına davet edilen medya mensupları ve onların ”kanserde büyük ümit” haberleri. Dahası var… Bir de bu çelişkili durumun arasına sıkışmış, ezilen, çaresiz hastalar ve hasta yakınları… Peki, böyle bir tedavi ne kadar bilimsel? Eğer dikkate alırsanız, Türk Onkoloji Derneği bu konuda bir açıklama yaptı… Diyor ki dernek; “Kanserde aşı tedavisi”, yaklaşık 40 yıldır yoğun bir şekilde araştırılmaktadır. Büyük bir kısmı, “klinik öncesi deneme” ve bir kısmı da “klinik araştırma” aşamasında olan bu tedavilerde, genellikle hastaya ait kanser hücreleri, bu hücrelerin yaptığı kanser proteinleri ve hastanın kendi kanında bulunan hücreler kullanılmaktadır… Bugüne kadar yayınlanmış olan bilimsel araştırma sonuçları; bu aşıların ve bağışıklık sistemini hedef alan diğer tedavi yöntemlerinin en etkili olabileceği kanser türünün, habis bir cilt tümörü olan “maliyn melanom” olduğunu göstermektedir. Bu hasta grubunda da “uzun süreli iyileşme”, hastaların çok az bir oranında (%5 den daha az) görülmektedir. Günümüzde, rutin kullanım için piyasaya verilecek durumda onaylanmış etkin bir kanser aşısı bulunmamaktadır.” İfade açık, bu tedaviler deneyseldir ve başarıları kanıtlanmamıştır. Yani Türk Medyası henüz başarısı kanıtlanmamış bir tedavi yöntemini mucize buluş diye yüzlerce çaresiz hasta ve hasta yakınına reklam ediyor. Üstelik binlerce Avro ödeyerek tedavi olacakları bir merkezi reklam ediyor. Peki, bu tedaviyi uygulayacak olan Gorter kim? Hangi bilimsel makalelerde ismi var. Hangi bilimsel derneklerin üyesi? Asıl uzmanlık alanı ne? Hangi önemli bilimsel projelerde yer almış? Hangi üniversitenin, hangi kürsüsünde görevli veya bir zamanlar görevliydi? Bu soruların yanıtlarını aramadı haberi veren gazeteciler. Yani haber kaynaklarının güvenilirliğini sorgulama zahmetine katlanmamışlar. Benim gözümde durum şudur; Bazı gazeteciler, hiç anlamadıkları bir konuda, akademik değerinin ne olduğunu hiç bilmedikleri bir adamın kliniğine gidiyor, aslında misafir ediliyorlar. Bu bilmedikleri konuda bilmedikleri birinden bilmedikleri bir şeyler dinliyorlar. Bilmedikleri konuda dinlediklerinin hiç birini doğrulatma gereksinimi duymadan, büyük bir sorumsuzlukla bunu çaresiz halk kitlelerine “kanserde bir umut” gibi anlatıyorlar... Bunu hangi ülkede yapıyorlar? Aynı tedaviyi Türkiye’de uyguladı diye hakkında 16 dava bulunan bir hekimin yaşadığı Türkiye’de yapıyorlar. Peki, bu sürece resmi ve bilimsel kuruluşların tepkisi ne oluyor? Mesela meslek kuruluşları, üniversiteler, Sağlık Bakanlığı, RTUK, hasta dernekleri bir tepki veriyor mu? Yanıt genel olarak HAYIR… Yani anlayacağınız, al takke ver külah, bilgisizlik denizinin içinde birbirimizin ayağına basmadan yaşayıp gidiyoruz işte.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle