Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
HUKUK POL T KASI Hayrettin Ökçesiz okcesizhayrettin@gmail.com Yine Heine’yle başlayalım: “Almansor: Granada’da pazarın orta yerinde korkunç Ximenes’in Kuran’ıağzımda dilim tutuluyor alevler içine attığını duyduk! Hassan: Bu yalnızca bir başlangıç. Kitapların yakıldığı yerde sonunda insanları da yakarlar.”(**) a b Şekil 5. a) Asian Journal of Chemistry dergisinde 20032010 yılları arasında yayımlanan tüm makaleler ile Türkiye adresli makalelerin sayısı. b) Toplam yayımlanan makalelerin ülkelere göre dağılımı. a b Şekil 6. a) Expert Systems with Applications dergisinde 20052010 yılları arasında yayımlanan tüm makaleler ile Türkiye adresli makalelerin sayısı. b) Toplam yayımlanan makalelerin ülkelere göre dağılımı. Yüksek sayıda makalelerin sırrı! Baştarafı 1011. sayfada viyelerinin ne kadar düşük olduğunu görmekte ve hayretle izlemekteyim. Adaya sordukları soruların cevabını dahi bilmeyen hocalar mevcuttur. Ayrıca yıllardır izlediğim bir diğer nokta ise doçentlik sınavlarında adaylara sorulan soruların seviyesi, Yüksek lisans veya doktora sınavlarında sorulan sorulardan farklı değil. Bu sistemle derece almış ve bu sınavlara giren hocaların daha üst seviyede soru sormasını beklemek de doğru değildir. Öğretim üyelerimizin önemli bir kısmı paralı dergilerde makale yayımlayarak derece alma yollarına başvurmaktadır. Dışarıya bu konuda önemli miktarlarda döviz ödenmektedir. Bu nedenle paralı doçentlik ve paralı profesörlük atamasını belki de düşünmeye başlamamız gereken zaman gelmiştir. Kendi kendimizi avutmaktansa böyŞekil 6. Türkiye adresli makalelerin en çok yayım le bir çözüm öğretim üyelerini hem rahatlatır ve hem landığı ilk 10 dergide 2010 yılında çıkan yayınların de zor koşullarda çalışarak hakkıyla bu ünvanları alüniversitelere göre dağılımı (1940 Makale) mış öğretim üyelerimize de daha fazla haksızlık etmemiş oluruz. Doçentlik ve profesörlük ataması için bir gün (doçentlik ve/veya profesörlük bayramı) tespit edilir. Her yıl o gün derslere ara verilir, kampuslarda hoca öğrenci kol kola girer halay çekeriz, hem de hocalarımıza verilen bu ünvanları doyasıya kutlamış oluruz. Ne dersiniz? Üzerinde durmak istediğim bir diğer nokta ise, son yıllarda giderek sayısı artan “doktoradan birkaç ay sonra doçentliğe müracaat eden” adayların durumudur. Doktorayı alır almaz doçentliğe müracaat eden kişiler bir şekilde doçentlik için gerekli yayın koşullarını sağlamaktadır. (Doktorayla bağlantısı olmayan makale sayısı açısından.) Böyle durumda olan bir kişinin bağımsız ve/veya kendi öğrencisi ile yayın yapmış olması teorik olarak mümkün değildir. Bu iki şekilde olabilir. 1. Aday hocası ile doktora esnasında yapmış olduğu çalışmaların bir kısmını doçentlik için saklamaktadır. 2. Daha yaygın olan yöntemlerden birisi, bir hocanın yöneticiliğinde doktora yapan kişilerin karşılıklı olarak isimlerinin yayınlara konulmasıdır. Burada asıl etik dışı davranışı sergileyen hocaların kendileridir. Jüri üyeleri bu durumu hemen fark edip kişinin doçent olmasını engelleyebilir. Ancak bu durumda gerçekten yürekli hocalara çok ihtiyacımız vardır. Nerede cesurca o kararı verecek hocalar? Bu vesile ile herkesin doçentlik sınavlarına jüri üyesi olarak girmemesi gerekir. Eğer bu durumun önüne geçilemiyorsa benim ilgililere yeni bir teklifim olacak, bütünleşik doktora eğitiminde olduğu gibi bütünleşik doçentlik programının bir an önce gündeme getirilmesidir. Referans [1] M. Balcı, Türk Mucizesi Değil, CBT 1135, 14, 2008. PARALI PROFESÖRLÜK ÖNER S (*) “Düşman Ceza Hukuku”ndan sonra bu kaçınılmazdı. (**) H. Heine, Almansor, 1823. Bu alıntı, 1499 yılında İspanya’nın Engizitör Kardinal Mateo Ximenes de Cisneros komutasında Hıristiyan şövalyelerce fethi sırasında Kuran’ın yakılmasını işliyor. Çıktı: Mehmet Tevfik Özcan, Hukuk Sosyolojisine Giriş, İstanbul 2011 CBT 1255 / 15 8 Nisan 2011 Sonunda değil, birlikte yakıyoruz canları. Üç günlük ceza için atıldıkları mahpus damlarından hayatlarını verip çıkıyor insanlar. Suçsuz yere beş on yıl içerde tutuluyorlar da, sonra hiçbir şey olmamış gibi salıveriliyorlar. Anlamadığım şey, böyle bir devlet niçin utanmaz da, gururlanır durur? İnsanlar evlerinin önünde nasıl hiçbir iz bırakmadan kaybolur da, güvensizlik güçleri yaralara tuz biber ekercesine gülünç açıklamalar yapar. Niçin kimseye doğru dürüst hesap sorulamaz? On gün önce üniversitede felsefeci bir meslektaşımın odasını, kitaplarını, manüskrilerini, elektronik kayıtlarını polisler didik didik ederken, biz de öğrencilerimizle birlikte, olayın tanığı olmak, söz konusu yargı işlemini protesto etmek için oradaydık. Telaşla koridora çıkan bir görevli “Tutuklama yok. Önemli bir şey değil. Koridoru boşaltın” anlamında bir şeyler söylerken, biz de kendilerine “şu anda, üniversitede, bir profesörün odasında böyle bir görevle bulunmalarının bedenimizi alıp götürmekten daha acı olduğunu; bunun üniversite kamuoyunu yeterince üzdüğünü, dehşete düşürdüğünü” söyledik. Tutuklanmayı küçümsemiyorum. Elbette haksız yere insanın tüyüne bile dokunulamaz! Barbarlık her zaman ona haksız bir fiskeyle başlıyor, ulaştığı yerler akla hayale sığmıyor. İnsan aslında düşüncesi tutuklanıp, yok edilmekle ölüyor. “Beyin ölümü” değil mi insanı kadavra yapan. İnsanlığı bir gün bütünüyle kadavra yapacak olan bu beyinsizlik değil mi! Hocanın kitaplarını, çalışmalarını, öğrencilerinin ödevlerini toplarken polisin “tutuklama yok” demesi bu yüzden büyük bir tutuklamaydı. Kitabı doküman; bilgiyi enformasyon; yurttaşı düşman; düşünmeyi suç sayan bir yüzyılın ilk yıllarındayız. Tüm felaketlerin başındayız ve şanslıyız bu yüzden. Bu şans sevinelim diye değil; kahrolmamak, kahretmemek için ilk önce. Başlayabilmek için, daha kararlı bir güçle sürdürebilmek için başladığımızı… Bu büyük bir şans sorumlu olabilmek için! Bunları söylerken, bir umudu söylerken, yeniden “ölüm” nidaları meclisin koridorlarını sarıyor. Kimi milletvekilleri şimdilerde, linç kitleleriyle işbirliğinde, katil olabilme yarışına giriyorlar. Ölüm bir ceza mıdır? Ama öldürmek bir suç, ağır bir suç! Ölüm cezasının öldürmek olduğunu bilemeyecek ne var? Sanıyorlar ki, onlar yalnızca yasa yapıyorlar. Elleri temiz kalıyor. Öldüren yasaları yapanlara başka ne demeliyiz? Çok uzak bir gelecekte belki “ceza”yı aşabilmiş olacağımız o günlere doğru ölümü ceza olmaktan çıkararak küçük bir adım atmış olmak varken, yeniden ilkelliğin bataklığına savrulmayı istemek de bu yüzyılın yüzünü ak edecek bir şey değil. Tüm küre Aydınlanma’nın ışığının iyice sönmeye yüz tuttuğu bir yüzyılı yaşıyor. Ama umut sönmüyor. Nedeni çok basit: Tüm insanlar özgür, haklarda ve onurda eşit doğarlar. Akıl ve vicdan sahibidirler. Birbirlerine karşı kardeşlik anlayışı içinde davranmalıdırlar! Bu o umudun amentüsüdür. Miletleri birleştiren bu söz insanları da tümüyle birleştirecek. Yeniden Aydınlanma’ya bu inanç bizi taşıyacak. Bu sözü herhangi bir nedenle geçiştirenler bir şeyi anımsamalılar: İnsanlığı devindiren tüm sözler, devrimleri ateşleyen tüm sözler bu sözün türevleridir. Biz demek ki, buna gönülden bağlıyız! Bu yüzden evrende karanlık hüküm sürse de, insani varoluşumuzda aydınlık esastır. Bizim bakışımızda gün hep yeniden doğar. O zaman yeniden soralım yargıcına, polisine, savcısına Dağlarca’nın dizeleriyle: “(…) Savcı, nedir düşündün mü? Yazıları suçlu kılan? Usla, yürekle büyümüş, gündüzler geceye karşı, Ama nedir çağlar üzre, Beni senden güçlü kılan.” Düşman Ceza Yargılaması (*)