17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Açık Görüş AYLAK B LG Tahir M. Ceylan [email protected] Üniversite Giriş Sınavları Kaldırılabilir mi? Üniversite giriş sınavları kaldırılabilir mi? Bu soruya cevap vermeden önce, ülkemizde merkezi sınav uygulaması sürecine göz atalım. Prof. Dr. İsa Eşme 1970’li yıllardan itibaren yükseköğretime olan talebin artmasıyla, merkezi bir sınava ve merkezi bir yerleştirme birimine ihtiyaç duyuldu. Bunun üzerine 1974’de ÜSYM (Üniversitelerarası Seçme Yerleştirme Merkezi) kuruldu, bu kurum 1981’de, ÖSYM (Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi) adıyla yeniden yapılandırılarak YÖK bünyesine alındı. ÖSYM, 1981’den yıllardan itibaren üniversite giriş sınavını iki aşamalı olarak uyguladı. lk aşama, genel yetenek ve 9.sınıf öncesi ortak müfredata, ikinci aşama lise müfredatına dayalıydı. 1999’da, sınavın ikinci aşaması kaldırıldı. Dershanelerin etkisi azaltılarak lisenin öne çıkarılmasını ve üniversiteye, bilgi yerine yetenek ağırlıklı bir sınavla öğrenci alınmasını öngören düzenlemede lisedeki başarı, ortaöğretim başarı puanı ile değerlendirilecekti. Bu sistem ülkemiz koşullarına uygun muydu? Uygun olmadığı biriki yıl içinde görüldü. Öğretmenlerin ve okulların başarısı, üniversitelere giren öğrenci sayısıyla ölçüldüğünden lise eğitimi, ortaokul müfredatına dayalı ÖSS’ye göre biçimlendi. Sınavda soru çıkmıyor gerekçesiyle, liselerde, asıl müfredat yerine ortaokul konuları tekrarlanmaya başlandı. Bu durum, lise eğitiminin çökmesine yol açtı. Öğrenciler üniversiteye lise bilgisinden yoksun girdiğinden, özellikle mühendislik ve tıp gibi dallarda büyük sorun yaşandı. Bu düzenlemenin gerekçesi olarak gösterilen dershane sektörü beklentinin aksine daha da büyüdü. Böylece yeteneğe bağlı ÖSS denemesi başarısızlıkla sonuçlandı. Okullardan ve üniversitelerden gelen yoğun şikâyetler üzerine, Erdoğan Teziç döneminde sistemde değişikliğe gidildi. ÖSS’ye belli oranda lise konuları eklenerek sınav, tek oturumlu iki bölüm haline getirildi. 2006’da başlatılan bu uygulama ile gerek liseler gerek üniversiteler nefes aldı. Üniversite giriş sınavının, yetişen çocuklarımıza ve eğitim sistemine etkileri nedeniyle, yükseköğretime geçiş sistemi halen tartışılmakta, yeni çözümler gündeme getirilmektedir. Üniversiteye, karne notlarıyla girilmesi, bu önerilerden birisidir. Bunun ne kadar gerçekçi olduğunu görmek için 1990’lı yıllarda yaşanan süper lise örneğini hatırlamak gerekir. Bu liselere, sınav yerine ilköğretim karne notu ile öğrenci alınıyordu. Notlar yapay olarak yükseltildiğinden sistem iki yılda çöktü. Öte yandan, üniversite girişte ham puana eklenen OÖBP için başvurulan hileler üzerine ÖSYM’nin, istatistiği zorlayıcı arayışlara girdiği unutulmamalıdır. Üniversitelerin, kendi öğrencilerini kendilerinin seçmesi sıkça dillendirilen modellerden biridir. Modeli savunanlar şu sorulara cevap bulamıyor: Onbinlerce başvurunun olduğu fakültelerde objektif bir sınav nasıl başarılacak? Siyasi unsurun üniversiteler üzerindeki etkisinin dorukta olduğu böyle bir dönemde, bu sınavlardaki görevlileri kim hangi ölçütlere göre seçecek? Hatırlı ve siyaseten güçlü kişilerden gelecek baskıya kim ne kadar direnebilecek? Bir başka öneriye göre, lisenin ilk yıllarında yapılacak sınavla, öğrencilerin üçte ikisinin mesleki eğitime kaydırılarak, üniversite aday sayısı azaltılabilir ve bu yolla sınavsız üniversite mümkün olabilir. Model, aşırı yığılma olasılığı nedeniyle birinci sınıf sonunda başarısız öğrencilerin “acımasızca” elenmesini öngörmektedir. Almanya gibi bazı ülkelerde uygulanan bu modelin ülkemiz için uygulama şansı var mı? Hangi ülkede bizdeki gibi sürekli af yasaları çıkarılıyor? Türkiye’de hangi üniversite, öğrencilerinin yarısını başarısız bularak kapı önüne koyabilir? Dahası, hangi siyasi irade, onuncu sınıfta öğrencilerin üçte ikisine üniversitenin yolunu kapatan uygulamaya razı olur? Üniversiteye girişte kalıcı çözüm, ayağı yere basmayan “pembe” projelerde değil, köklü bir eğitim reformu bütünlüğü içinde aranmalıdır. Lise olgunluk sınavı, eğitim sisteminin en büyük eksikliğidir. Sınavların yalnız çoktan seçmeli sorulardan oluşması diğer eksikliğimizdir. Bunlar çözülmeden ve daha iyisi bulunmadan, çocuklarımızın geleceğini etkileyecek yeni bir maceraya girişilemez. Rüya konusu psikanalitik literatürün ve derinlik psikolojisinin başat konusudur. Söz konusu alanlardaki dikkate değer ilerlemeler, rüyaların derinliğine analiziyle mümkün olmuştur. Cümleler Psikanalitik kurguda rüya bacağı olmasaydı, şüphesiz düşünce yüksek derecede bütünlük sağlayamazdı. Bugün de rüya üzerine çalışan önemli sayıda araştırıcı bulunmaktadır. Bunlardan Ernest Hartmann’a dikkat çekmek istiyorum. Meslek hayatı boyunca rüyalarla çalışmış, kendi rüyalarını da çalışma alanı içine alarak öngörülerde bulunmuş Hartmann’ın tespitleri şunlardır: a) Rüyalar, fanteziler ve gündüz hayalleriyle beraber zihinsel işlevlerin bir ucunda yer alır, diğer ucunda ise uyanıklık halinde sahip olduğumuz düşünceler bulunur. b) Rüya aşırı bağlantısal işlemleri kapsar ve o bir yeniden oynatma işlemi değil bir yaratma işlemidir. c) Bağlantılara emosyonlar rehberlik eder. İçerikte bir merkez imaj(central image) vardır ve bunun kuvveti emosyonun şiddetiyle paraleldir. d) Rüya yeni materyali eskisi üzerine ilave eder. Yani rüya iskelet formunda bir emosyon hafıza sistemi inşa etmek için gerekli bir enstrümandır. Hartmann’ın ısrarla altını çizdiği nokta, rüyalara emosyonların rehberlik etmesi ve kişide bir emosyon hafıza sisteminin inşa edilmesidir. Bu nokta önemlidir, çünkü yaşamda yön alırken, bizim emosyonel bir iskelet üzeride oturduğumuza işaret eder. Bu iskelet kişiye özgü olmakla birlikte kişiler arasında o kadar da büyük farklılık göstermez. Bütün rüyalardaki ana tema sanıldığı kadar çeşitli değildir, örneğin kişinin kafasının büyüdüğü, dipsiz bir kuyuya düştüğü gibi sahneler herkesin rüyasında bulunabilecek görüntülerdir. Dolayısıyla insanların emosyonel olarak ortak bir kökten kopup varolduğu, emosyonlarını bu dünyadan kişisel tecrübeyle edinmediği, aksine daha çok doğuştan getirdiğini söyleyebiliriz. Hartmann’ın ifadesine göre, rüya içeriği aşırı bağlantılar (hyperconnective) kurar. Manik hastalar da benzer tarzda bu bağlar üzerinde sıçrayıcı adımlar atarak, hızlanmış çağrışımlarla düşünce kurgusu oluştururlar. Bağlantıların hafızadaki ögeler arasında kurulduğu kuşkusuzdur, ancak kişinin kendi deneyimlemediği olay, kişi ve nesneleri de örgünün içine kattığı bir gerçektir. Bu durumda bizden önceki kuşakların hatta insan türüne ait bütün yaşantıların hafızamızda kayıtlı olduğunu öngörmekten başka çıkar yol bulunmamaktadır. Eğer öyleyse her kişinin kendi içinde ortak benliğin bütününe ait bir kült bulundurması söz konusudur ki, bu kült kişinin günlük deneyimlerini de rüya sırasında üzerine alarak büyür. Rüyalar bazı önemli olaylardan sonra taşıdıkları ortak merkez imajlarıyla insan toplumunu belli bir yöne doğru sevk eder. Örneğin 11 Eylül olayından sonra Amerikan toplumunda kişilerin rüyalarında güçlü merkez imajları baş göstermiş, ataklar, silahlar ortak tema olmaya başlamıştı. Bu durum Amerikan toplumunu ortak benliğin daha korkulu ve çekingen hale getirerek savunma posizyonu almasına neden olmuştur, yani emosyon ortak merkez imajlar kullanarak bütün bir toplumu tek bir yöne doğru yönlendirmiştir. Nesneler dünyasındaki olağanüstü durumlar, bazı insanları ortak bir davranışa iter, bunun da tek olanaklı yolu bir emosyonun rehberliğinde ortak ya da benzer merkez imajların rüyalara taşınarak kişilerin emosyonel iskeletlerini belli bir yöne doğru bükerek toplumun bütünsel hareketine eşgüdüm kazandırmaktır. Rüya görüntüleri, yeryüzünün filtreli bir objektiften çekilmiş fotoğraflarının bir albüme yerleştirilmesi gibidir. İçinde milyonlarca fotoğraf olan albümdeki (hafızadaki) görüntülerde yer alan bir nesne temsilinin, bir alttaki fotoğrafta yer alan bir başka nesne temsilinin yanına yapıştırılabildiğini düşünürsek, bu kayıt sisteminin nasıl organize olduğunu da çıkarsayabiliriz. Görüntünün oluşumu bilgisayardaki “kopyalayapıştır” işlemine benzemektedir. A fotoğrafının birinci nesnesi, B fotoğrafının ikinci nesnesiyle birlikte aynı karenin içine yapıştırılmaktadır. Her nesne emosyonlarımıza uygun olarak yapıştırıldığı için yeni temsiller artık bir “şey”in temsili değildir, hatta bir temsil bile değildir, başka boyutta bir gerçektir. Nesne temsillerinin, aynen nesneler gibi bir canlılığının olduğunu tespit etmek önemlidir. Eğer öyleyse nasıl nesneler zaman içinde bizden bağımsız olarak bir değişimin içinden geçiyorsa, nesne temsilleri de özneye bağıl olarak dinamizm kazanır, değişime uğrar ve buna bağlı olarak kopyalayapıştır işlemi gerçek nesnelerden iyice uzaklaşarak kendi hakikatini oluşturur. Rüya ve yönlendirdiği insan başka bir hakikattir. E. Hartmann, The Nature and Functions of Dreaming, Oxford Univarsity Press 2011 YEN ÖNER LER CBT 1258/ 7 29 Nisan 2011
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle