22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Türkiye ve Nükleer Santral Son birkaç yıla yayılan faaliyetler irdelendiğinde, endişe verici bir görünüm ortaya çıkıyor. Belirli bir planlama, ulusal bir strateji yok. Ayrıntılı şartnameler, uygun bir şekilde düzenlenmiş ihaleler de yok. Lisanslamadan sorumlu TAEK’in, bağımsız kuruluş olması gerekirken, santral yapımından sorumlu Enerji Bakanlığı’na bağlanmış olması uluslararası düzenlemelere aykırıdır. Erol Barutçugil – TAEK Emekli Başkan Yardımcısı aponya’daki “üçlü felaket”in ardından ülkemizde yeniden gündeme gelen nükleer enerji üzerine bir dolu yazılar yazıldı, sözler söylendi; daha yazılıp söylenecek. Bu son derece doğal bir tepki. Konuyu bilimsel ve teknolojik bir zemin üzerinde değerlendirip tartışmak sağlıklı sonuçlara ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Bu nedenle, Türkiye’de nükleer enerji ve teknolojiye yönelik girişimleri çok kısa başlıklar altında anımsatmakta yarar vardır. Bir ülkenin kalkınıp gelişmesinde temel göstergelerden birisi olan enerji üretiminde nükleer enerji seçeneğinin vazedilmesi, öncelikle, ayrıntılı ve uygulama açısından ciddi ve uzun vadeli bir enerji politikasının belirlenip benimsenmesine bağlıdır. Bu kapsamda öngörülecek nükleer politikanın ulusal bir strateji temeline dayanması zorunludur. Örnek gösterilecek hemen tüm ülkelerde bu yöntemin geçerli olduğu kolayca gözlenecektir. Ülkemizde son 40 yıl içinde üç kez nükleer güç santralı almaya yönelik adımlar atıldı, ilgili tüm kurumların bünyesinde teknolojinin gereklerine uygun ciddi hazırlıklar yapıldı. lgili kamu kuruluşları ve üniversitelerin katılımıyla yürütülen planlama çalışmaları, nükleer hammadde aramaları, nükleer santral ihalesi için deneyimli ve iyi eğitim görmüş elemanlardan oluşan bir kadronun meydana getirilmesi, nükleer teknolojiye yönelik araştırma faaliyetleri ve nükleer güvenlik ve lisanslama konusunda bir çekirdek kadronun oluşturulması ülkemiz açısından güven verici bir tablo ortaya çıkardı. Ne yazık ki bu hazırlıklar, nükleer santral girişimlerinin akamete uğraması sonucu, semeresini vermedi; bilgi birikimi ve yetişmiş insan gücü açısından ülkemiz imkânları hoyrat bir erozyona maruz kaldı. Bu faaliyetler arasında özellikle vurgulanacak bir husus, ulusal bir nükleer güvenlik ve lisanslama felsefesinin tesisidir. Bu yaklaşımın ana unsurları olarak, Türkiye’de yapımı teklif edilecek bir nükleer güç santralı için “referans santral” gösterilmesi; bunun yapımcı firmanın ülkesinde tümüyle lisanslanmış ve en az beş yıllık güvenli işletme deneyimine sahip olması öngörüldü. Söz konusu dönemde enerji planlamasıyla ilgili talep tahminlerindeki uyumsuzluklar, doğalgaz, ener Sağlık hizmetinin kalitesi Çok yinelemek zorunda kaldığımız gerçeklerimiz var ve kronikleşen sorunlarımız.. Burada, sağa yatkın ideolojilerin oynadığı rolü önemle vurgulamak lazım. Sağlıkta açıkca metalaşmaya doğru gidiliyor. Kâr ve sermaye öne çıkıyor, özelleşme ve ticarileştirme öncelik kazanıyor. Dr. Coşkun Özdemir, coskunoz@supeir kamu hizmeti olmalı ve koruyucu hekimliğe öncelik verilmeli idi. 60’larda yürürlüğe konmak istenen sağlık ocakları modeli bunu amaçlıyordu. Yurdumuzdaki hekim sayısı konusunda da yanlışlık yapılıyor. Gerçek sayı yaklaşık 120 bin kadardır. Yani cami sayısından fazla. 85 bin camiye sahibiz Türkiye’de. Sanırım slam ülkeleri içinde rekordur bu sayı. Ama örneğin stanbul kitelli’de 29 cami varken sağlık tesisi yok. Spor salonu, kütüphane de yok. Aslında 120 bin hekim 72 milyon için hiç de az değil. Eksik olan iyi bir örgütlenmedir, uyum içinde çalışacak, sağlık ekibidir, onların en verimli bir şekilde kullanımıdır. Yarım yüzyılı aştı, öğrenciliğimizde hocalarımızdan, Türkiye’nin önde gelen ihtiyacının, iyi yetişmiş pratisyen hekim ve ilk basamak hekimliği olduğunu öğrenmiştik. Bunu bir türlü gerçekleştiremedik. Yıllar önce Londra’da böyle pratisyen hekimler tanımış ve çok gıpta etmiştim. Onların kendilerine duydukları güven beni çok etkilemişti. Bir nörolojik vakayı benimle rahatça tartışabiliyorlardı. 27 Mayıs’ı izleyen yıllarda kabul edilen ve Prof. Nusret Fişek’in gönül verdiği sağlık ocağı modeli ile başlatılan sosyalizasyon, yönetimlerce benimsenmedi. Sağlık ocaklarının her biri doktoru, hemşiresi, ebesi, laboratuvarı, arabası, şoförü ile 7000 kişiye hizmet götürecek koruyucu hekimliğe, çevre sağlığına, sağlıklı gıdaya, gebelik kontrollerine, düzenli aşılamaya öncelik verecekti. Bugünkü aile hekimliğinin onun yerine geçtiğini kim ileri sürebilir. Sağlık ocakları yok edilmiş değil, ancak bu model iktidarlarca benimsenmedi. Var olanlar artık gerekli donanıma sahip değiller. Koruyucu hekimlik artık hedefte yoktur. Hastanecilik ve işletme anlayışı ön plandadır. Performans uygulaması ile bir uzman 8090 hastaya bakıyor. Bu kadar akıldışı bir şey olamaz. Bir öğrencimin çaresizlikten ve bir şey atlamamak için günde 30 MR incelemesi istediğini yazmıştım. Böylece büyük bir israf gerçekleşiyor. Hele harcamaların bir bölümünün hastanın cebinden çıktığını düşünürseniz... Benzer bir uygulamanın tıp fakültelerine de getirilmesine söyleyecek söz bulamıyorum. Öğretim üyesi yaptığı eğitim ve araştırma değil, baktığı hasta sayısı ve sağladığı kazanç üzerinden ödüllendirilecek. Tıp fakültelerinde büyük bir moral bozukluğu var. Emekliliğini isteyen genç öğreticilerle karşılaşıyorum. Sanırım, 56 tane tıp fakültemiz var. Eğitimin düzeyi nedir acaba? Türkiye uzmanını, doçent ve profesörünü iyi kullanabiliyor mu? Onlara, iyi yetişmiş akademisyenlerine bir öğretici, araştırmacı olarak ve hasta bakımı için elverişli bir ortam hazırlayabiliyor mu? Bunun cevabı kesinlikle hayırdır. Fakülte hastaneleri ile özel hastaneleri bir kıyaslayınız, birincileri büyük yoksunluklar içinde bulacaksınız. En iyi hekimler, bilim insanları oradadır, ama hem doktorlar hem de hastalar için fakülte hastanelerinin çekiciliği yoktur. Oysa özel hastaneler pırıl pırıl. Böyle olunca serbest piyasa düzeninin egemen olduğu bir toplumda, devlet hastanelerinde ve tıp fakültelerinde Tam Gün Çalışma düzeninden ne bekleyebilirsiniz? ktidar bugün eminim her şeyden çok yandaş rektör ve hastane yöneticileri atamalarını nasıl gerçekleştirebilirim diye düşünmektedir. Üniversiteleri nasıl gerçek bilim yuvaları haline getirebilirim kaygısını taşıdıklarını hiç sanmıyorum. Bu kapitalist ülkede denetim mekanizmalarının önemini, nasıl çalıştığını ve vazgeçilmezliğini gözledim ve de iyi bir hekimin nasıl yetiştiğini öğrendim. Her doktor her yıl 150 kredi puanı almak ve akademik faaliyetinin yeterliliğini (evaluation of academic productivity) ispatlamak zorundadır. Her kliniğin asistanlarına yeterli bir eğitim verdiği de asistanlık değerlendirme komitesi (residency evaluation committee) tarafından onaylanmalıdır. Aksi olursa eğitim programı kapatılabilir. Bu koşullarda çalışan doktorlar, bilim insanları öte yandan orada kendilerini tatmin edecek çalışma koşulları buluyorlar. Bu koşullar o ülkedeki herhangi bir özel hastaneden çok daha iyidir. O nedenle fakülte hastanesi akademisyenlere sahip çıkabiliyor, onları en verimli bir şekilde kullanabiliyor (Amerika’nın bütününde sağlık sorunları ayrı bir konudur). Bizde böyle bir ortam yaratmak olanaklı değildir. Ne denetim ne ödül ne verimlilik ne kalite arayışı var. Bu koşullarda bile küçümsenemeyecek bilimsel çalışmalar gerçekleştirenleri takdirle anmak istiyorum. En çok sayıda yayını, tıp mensuplarının yaptığını öğreniyoruz. Özel Hastanelere bakacak olursak, onların bir bölümü sosyal güvenlik kurumları ile anlaşmalarına son veriyorlar. Özel hastanelerin bir bölümü sağ J ji tasarrufuna yönelik uygulamalar gibi etkenler, hazırlanan programlardaki öngörüleri bozdu. Bu, dünya genelinde karşılaşılan bir yanılgı olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, gelişmeler doğrultusunda, nükleer enerji üretim seçeneğinin de yeni veriler ve yeni girdiler göz önüne alınarak ülke enerji planlamasındaki yerini alması, bilimsel ve teknolojik yönden kaçınılmaz nitelik taşır. Nükleer güvenlik ve lisanslamada ortaya çıkan sorunların, ortaya çıkacak değişikliklerin, uygulamaya yeni baştan aktarılması (backfitting) ilkesi öngörülür. Nükleer güç programı hazırlanırken, nükleer santral, yakıt çevriminin önucu ve arkaucunu da kapsayacak şekilde ele alındığında, bu ilke de gözetilmelidir. Bu çok kısa özeti takiben, son birkaç yıla yayılan faaliyetler irdelendiğinde, endişe verici bir görünüm ortaya çıkıyor. Belirli bir planlamadan, ulusal bir stratejiden söz edilmiyor. Ayrıntılı şartnameler, uygun bir şekilde düzenlenmiş ihaleler de söz konu değil. Lisanslama konusunda tasvip edilemeyecek adımlar atıldı, daha önce benimsenen ulusal strateji sulandırıldı, referans santrala yönelik talepler adeta etkisiz hale getirildi. Çarpıcı bir diğer örnek, lisanslamadan sorumlu TAEK’in, santral yapımından sorumlu Enerji Bakanlığı’na bağlanmış olmasıdır. 5710 sayılı kanunun geçici birinci maddesinde, yeni bir kurum kurulana kadar TAEK’in “düzenleyici kurum” görevi yapacağı belirtiliyor. Bu bir garabet örneğidir. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) belirlediği sistematiğe aykırıdır. UAEA’nın lisanslamaya yönelik mevzuatının temelinde, düzenleyici kuruluşun bağımsız olması zorunlu kılınır. UAEA tarafından Romanya’da (IAEA Press Release, 28 January 2011) ve spanya’da (IAEA Press Release, 1 February 2011) yürütülen nükleer güvenlik sistemlerine dair sonuç değerlendirmelerine bakıldığında; her iki ülke için de nükleer güvenlik ve lisanslama altyapısının mevcut tüm uluslararası mevzuata uyum sağladığı, düzenleyici kuruluşun bağımsız yapıya sahip olduğu, öncelikle vurgulanmaktadır. Geçmiş birikimlerden ders alınmadan, yararlanılmadan atılan adımların ülkemize neler getireceği, neler götüreceği tartışılmamışsa bu büyük bir yanılgıdır. Japonya’daki olaylar ışığında yeni bir değerlendirme yapılmaması ise “benden sonra tufan” anlayışına tipik bir örnek olup, nükleer santral ile tüpgazın risklerini aynı kefeye koyan basiretten yoksun zihniyeti de açığa vurmaktadır. b ronline.com ULUSAL STRATEJ YOK DENET M MEKAN ZMASI III. Bilim ve Mühendislik Etiği Paneli CBT 1254/ 18 1 Nisan 2011 lki 5 Nisan 2005, ikincisi 11 Mart 2008'de düzenlenen “Bilim ve Mühendislik Etiği” ana temalı panelin üçüncüsü 13 Nisan 2011 tarihindest 14.00’te TÜ ElektrikElektronik Fakültesi’nde gerçekleştirilecek. Düzenleme Kurulu: Tayfun Akgül ( TÜ), Atilla Bir ( TÜ), Ayşe Erzan ( TÜ), Erhan Karaçay (EMO st.Şb.Y.K. Başkanı), Turan Öztürk ( TÜ) Destekleyen Kuruluşlar: TÜ, Elektrik Müh. Odası st. Şubesi TÜ ElektrikElektronik Fakültesi, dris Yamantürk Konferans Merkezi, 1304 nolu Amfi. Ayazağa Yerleşkesi, Maslak, stanbul. Sunumlar: Ayşe Erzan ( TÜ), Gürol Irzık, Hasan Yazıcı ( Ü), Orhan Örücü, Turgut Uyar, Atilla Bir, Tayfun Akgül ve Tartışma.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle