Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Araplar, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti Osmanlılar İslamın savunuculuğunu elden bırakmadan üç kıtaya açılan bir imparatorluk kurdu. Gerek merkezi topraklarında yerleştirdikleri ve askeri ihtiyaçlarının da bir bölümünü karşılayan tımar sistemiyle ve işlettikleri bürokrasiyle; gerekse İstanbul’a daha uzaklarda kalan ülkelerde örneğin çoğu Arap nüfuslu bölgelerde uygulamak zorunda kaldıkları iltizam ile, yani ihaleye arz edilen ya da askeri bir yetkiliye devredilen bir vergi toplama sistemiyle yaşattılar imparatorluklarını. Salih Özbaran Radyoekoloji’yi kuran Ünlü’yü kaybettik R Dr. Sayhan Topçuoğlu, Radyoekolog sayhantopcuoglu@yahoo.com İ şte böyle bir imparatorluğu, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın 13 Eylül 2011 tarihinde çok kalabalık işadamlarıyla çıktığı Kuzey Afrika memleketlerindeki gezinti ve hemen ardından Mısır, Tunus ve Libya’ya yaptığı seferler dolayısıyla bir kez daha göz önüne getirdim; Suriye’de ortaya çıkan hareketlenmeleri düşündüm; medyada yazılanların, söylemlerin geçmiş yüzyıllara yaptığı göndermelerdeki savrukluğu ise hayretle karşıladım. Bir Osmanlı heveskârlığıdır tutturulmuş gidiyor. Tarih tek taraflı işleniyor; Türkiye Cumhuriyeti süreci yok sayılıyor adeta. 1920’lere doğru tüm Arap ülkelerinden perişan bir halde çekilen, ardından Batı emperyalizminin paylaşım planları içine giren bir imparatorluğun – mantıklı saydığım tarihçilerin tereddütsüz saptamalarıyla ortaya konduğu üzere– Atatürk önderliğindeki kurtuluş mücadelesi ve ardından uygarlığa ortak olma kaygısıyla girişilen devrimler silinmek isteniyor sanki. Medyada verilmek istenen barutla Cumhuriyet’in “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi kenara itiliyor. Suriye ve Mısır, Sultan Selim’e yeniden fethettiriliyor sanki; Kuzey ve Doğu Afrika ülke ve toplumlarını sınırları içine katan Sultan Süleyman’ın top sesleriyle inletiliyor adeta. Kimi medya sözcülerinin ağızlarından savaş naraları çıkıyor; kime karşı, neden, nasıl sorularına yanıt veremeden. Savaşın bu denli heveskârlarının varlığını şaşkınlıkla izliyorum. Ve yıllardır üstünde incelemeler yaptığım bölge ve süreçleri anımsarken, oralara ait Osmanlı tapu defterlerinin, kanunnamelerin, emperyal bir düzen için gerekli yaptırımları içeren belgelerin okunması ve değerlendirilmesi yerine, tarihin “mücahitler” serüveni olduğunu, azizlere havale edildiğini, üstelik pek çoğunun İslam ülkelerine karşı yapılan fetihlerin yarattığı kahramanlıklar katına çıkartıldığını görüyorum. Geçmişin, öncelikle bilimsel yöntemlerle girişilen, sonra sanata ve felsefeye dönüştürülen tarihlendirilmesi yerine, medyanın yaygarasıyla güncel söylemin kredisini yücelten bir propagandaya dönüştürüldüğüne şahit oluyorum. “Geçmiş”, kimden alınacağı belirsiz ve intikam kokan bir “tarih” biçiminde algılatılmaya çalışılıyor. daşlarının ve nice adsız kişilerin kurduğu saygın olagelmiş; demokrasiyi, laikliği ve sosyal hukuk devletini hedef edinmiş bir ülke; etnik çeşitliliğin ve kültürün yarattığı vatan. Ben yıllardır Osmanlı tarihi üstüne araştırmalar yapmaktayım; üstelik en görkemli olarak nitelendirilen bir süreç üstüne. Zevk aldım çalışmalarımdan; yabancılarla tartıştım; Osmanlıları “öteki” dünya içine itelemek isteyenlerin böbürlenmelerine karşı çıktım. Ancak, son yıllarda onu “öteki” sınıflandırmasında niteleyenlerin de içinde bulunduğu Osmanlı özlemcilerinin hızla türemesine de tanık oldum. Çok şaşırdım; tarihçilerin piyasacı oluşlarını, medya pazarlamasında bu yönde rol almalarını yadırgadım. Hele hele, imparatorluğa uçmak için Cumhuriyet sürecini yoksayan, eleştirel bir tarih anlayışının da dışına taşan, görevleri sadece onu yermek olan tarih söyleşileri yapanları da gördüm. Her daim hayretler içinde bakakaldım ekrana. TARİHÇİ UZUN SOLUKLUDUR Ama tarihçilik uzun soluklu bir uğraş alanıdır; geçici heveslerin kurbanı olmaz son kertede; araştırmacılığını sürdürür; piyasa için, politik beklentiler için satmaz kendini. Dik durmaya çalışır o, gerçeği yakalama yolunda uğraş verir sürekli olarak. Çoğu zaman da yaranamaz iktidardakilere. Hepsinden de önce, Cumhuriyet’in büyük özverilerle kazanılmış vatanını, Osmanlı ülkeleri anlamına gelen “Memâliki Osmaniye” ile karıştırmaz. Arap dünyasının Osmanlı damgalı asırlarına bakan tarihçiler ve onları kullanan medya sözcüleri denklemi iyi kurmak zorundadırlar: İster kalabalıkları aydınlatan verilerin eksikliğinden olsun, isterse henüz ulaşılamayan akademik tarihçiliğe olan inancın yokluğundan olsun, Osmanlıların yok sayılmasından ya da yıkıcı etkisinin dile getirilmesinden dem vuranları törpülerken “geliştirilmiş Ortadoğu” biçiminde de anlamlandırılan BOP rüzgârının savurgan etkisiyle emperyal bir görüntü veren tarih yaklaşımının tehlikesi de hiç unutulmamalıdır. Yeterince gelişememiş toplumlarda geçmişin kimi olguları şatafatlı kutlanır; kendini geliştirmiş olanlar ise evrensel değerlere katkı yapabilecek tarihleri yazarlar. 1. Ünlü et al., Natural effective halflifeof 137Cs in tea plants. Health Physics, 68(1), 1995. 2. Science News, 1472, 1995. 3. Topçuığlu, S. Çernobil sağlığımızı ne kadar etkiledi. CBT, 1082/22, 2007 CBT 1289/ 19 2 Aralık 2011 Günümüzdeki Arap ülkelerinde, Osmanlıların bıraktığı derin izler vardır; bu, tabii ki, yadsınamaz. Batılıların “Ortadoğu” diye adlandırdıkları bu ülkelerin anlaşılması, içinde Osmanlıların fazlasıyla yer aldığı süreçlerin bilinmesi kaçınılmazdır; ve bu mekânın sosyal ve ekonomik geçmişinin çok iyi irdelenmesi, kırsal alanların ayrıntılı bilgilerine ulaşılması gerekmektedir. Ne ilginçtir ki, İsrailli tarihçilerin bu bağlamda yaptıkları katkılar basitçe geçiştirilemeyecek kadar önemlidir. Ciddi tarihçiler, mesleklerinde günlük sorunların peşine takılarak iktidarca makbul sayılan, spekülasyon için medyaca beklenen verileri ve sonuçları uydurmayan tarihçilerdir. Neredeyse bir yüzyıl önce Osmanlı İmparatorluğu yok oldu, başka imparatorluklar gibi veda etti dünyaya. Onun coğrafyasının çekirdek bölgesinde Türkiye Cumhuriyeti yaşamakta bugün. Avrupalıların onikinci yüzyıldan beri Türkiye diye tanımladıkları ve oradakilere Türk dedikleri, ancak Osmanlı yönetiminin bu şekliyle adlandırmadığı bir coğrafya ve ulus. Atatürk ve arka PİYASA TARİHÇİLERİ 18 Kasım 2011 tarihinde, Osmanlı sultanı Abdülmecit’in ölümünün 150. yıldönümü vesilesiyle düzenlenen bir sempozyumda, Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi Başkanı, T.C.’nin Osmanlılara alternatif olmadığını ilan etti. Ama tarihçiler böyle bir yoruma “anakronik” damgası vururlar. T.C.’nin nasıl ve neden ortaya çıktığını bilemeyenlerin bu tür değerlendirmeleri, ne yazık ki, piyasanın, iktidarın, şehnâmecilerin, vakanüvislerin yönlendirdiği tarihten başka bir şey değildir. Tarih bir meclis başkanının kâğıttan okuduğu fermanla yazılmıyor. Arap dünyası da Osmanlı egemenliğinde değildir artık; Atatürk’ün liderliğinde kurulan ve dış politikasını barış üstüne kuran, başkalarının sınırlarını asla aşmak istemeyen, kendi sınırlarının korunmasında ise hassaslığını dorukta tutan Türkiye Cumhuriyeti’nin politikasını, dilerim, karar verme katında bulunanlar unutmazlar. CUMHURİYET, OSMANLI’DAN BAĞIMSIZDIR adyoekoloji radyasyon ve ekolojik sistem arasındaki ilişkiyi incelen bilim dalıdır. Genelde, fizik, kimya ve biyoloji bilim dalları ile ilişkili olan bu dalın ana görevi, çevremize giren doğal ya da yapay radyoaktif maddelerin tüm çevre örneklerindeki düzeylerini, canlılardaki birikim ve atılım kinetiklerini saptamak, ekotoksisitelerini ortaya koymak ve halkın alması olası olan doz değerlerini bulmaktır. Ayrıca, bir radyoaktif bulaşmada çevresel kirliliği en iyi şekilde gösterecek olan biyoindikatör organizmaları, kinetik çalışmalar ile ülke genelinde önceden saptamaktır. 1950’li yıllarda dünyada faaliyete geçen bu bilim dalının, Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde (ÇNAEM), Radyobiyoloji Bölümü’ne bağlı olarak kurulmasına 60’lı yılların sonunda, Bölüm Başkanı merhum Prof. Dr. Atıf Şengün tarafından ihtiyaç duyuldu. Bu amaçla, Dr. M. Yaşar Ünlü, uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (IAEA) bağlı olarak çalışan, Monako’daki şimdiki adıyla MEL (Marine Environment Laboratory) o zamanki adıyla Marine Radioactivity Laboratory’ye 1969 yılında eğitime gönderildi. 1970 yılında Radyoekoloji Laboratuvarı benim de katılımımla resmen faaliyete geçti ve aynı yıl içinde, IAEA’dan uluslararası bir proje (Radioecology of Küçükçekmece Lake) alarak ulusal ve uluslararası etkinliklere başladı. MEL Laboratuvarı’na 1982 yılında eğitime gittiğimde, MEL Kütüphanesi’nde, bu laboratuvarda çalışan ve çalışmış kişilerin uluslararası yayınlarının ayrı baskılarının kutuları arasında, Dr.Ünlü’nün yayınlarının da olmasına çok sevinmiştim. Dr.Ünlü’nün 1969 yılında yaptığı yayınların en önemlisi, cıvanın deniz organizmalarındaki biyokinetiği üzerine (203Hg radyoaktif izleyicisi kullanarak) çalışmasıydı. Çok sayıda uluslararası proje yürüten Dr. Ünlü, yabancı bilim insanlarından çok sayıda atıf da aldı. Radyoekoloji Laboratuvarı, 1980’li yılların başında kurulması öngörülen Akkuyu Nükleer Güç Santralı için, lisanslama çalışmasında da bulundu. Bu kapsamda, nükleer reaktörlerin deşarj sularında olabilecek radyoaktif maddelerin Akkuyu bölgesi deniz organizmalarında kinetikleri de araştırıldı. 2006 yılına gelindiğinde ÇNAEM’deki Radyoekoloji Laboratuvarı benim de ayrılmamdan sonra kapatıldı. Laboratuvar, özellikle Çernobil kazası sürecinde, çok önemli görevler yaptı. İnsan ve tüm çevre örneklerinde, Çernobil kaynaklı tüm radyoaktif maddelere ilaveten, doğal radyoaktif maddelerin düzeylerini de ülke genelinde saptadı. Başta radyasyonlu çaylar olmak üzere, halkımızın tükettiği karalahana ve hamsi balığından alması olası olan doz değerlerini de buldu. Kazanın olduğu 1986 yılında sürgün kuru çayların tüketilmesi ile alınan yıllık radyasyon dozu 0.66 milisivert olarak Doçent Dr. Ünlü tarafından saptandı. İştirakçisi olduğum bu radyasyonlu çaylarla yapılmış çalışma, dünyanın çok önemli dergisi Health Physics’de yayımlandı (1). Bu yayınımızın içeriği Science News tarafından da kullanıldı (2). Bu alıntıda, 1986 yılında en yüksek oranda radyoaktivite içeren çaylardan alınan bu yıllık dozu Amerika’da Denver yüksekliğinde (1600 m) 2.5 yıl yaşayan kişilerin sadece kozmik ışınlardan aldığı radyasyon dozuna eşdeğer olduğu yazıldı. Doçent Dr. Ünlü ve ekibinin bu çok önemli yayını, ülkemizde tüm kanser olaylarını Çernobil kazasına bağlayan kişilerin başta dioksin, pestisit ve ağır metaller olmak üzere kimyasal kirleticilere de yönelmesini sağladı. Çernobil kazasının sağlığımızı ne kadar etkilediği konusundaki kapsamlı yazımız, Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde (CBT) daha önce yayımlanmıştı (3). 2000’li yıllara gelindiğinde, Doçent Dr. Ünlü doğduğu yer olan Urfa’daki Harran Üniversitesi’ne giderek profesör oldu. Üniversitede araştırmadan daha çok, gençlerin yetiştirilmesi ile uğraştı. 1940 yılında doğan Prof.Dr. Ünlü’yü, 2011 Ağustosu sonunda kan kanserinden yitirdik. Yaklaşık iki yıl önce, kendileriyle son karşılaştığımda, bana bu illet hastalığı, Monako’daki çalışması esnasında aldığı yüksek radyasyon dozuna bağlıyordu. Kendisine uzun yıllar ÇNAEM’de de biyokinetik deneylerinde çok çeşitli radyoaktif maddelerle çalıştığımızı ve yüksek doz aldığımızı anımsatmama rağmen, MEL Laboratuvarı kafasında yer etmişti.