17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

30 YILDIR YÖK: Daha baskıcı bir yönetim altındaki üniversite ve dönüşüm Kayhan Kantarlı, [email protected] 1 2 Eylül 1980 darbesinden itibaren uygulanmakta olan toplumsal düşünceyi yok etme, depolitizasyon ve suskunlaştırma siyaseti, en başarılı sonuçlarını üniversitelerde elde etti. YÖK yasası ve bu yasayla üniversitelere getirilen tek adama dayalı, otoriter antidemokratik yönetim anlayışı, bu siyasetin en önemli aracı olarak kullanıldı. Üniversiteler ülkenin sorunlarına çözüm arama ve önerme sorumluluklarını, bu baskıcı araç sayesinde kaybetti. Hukuku ve kendi varlık nedeninin temelini oluşturan bilimsel değerleri dışlayan bir yönetim anlayışı sonucunda, topluma örnek ve yol gösterici olması gereken üniversiteler ve öğretim üyeleri, birer sırça köşk sakinine dönüştü, bu sorumluluklarına yabancılaştı ve toplumda olup bitenlerden tamamen koptu, tıpkı Darülfünun gibi. Ne, karşı cinsi muayene etmeyen hekim, evrim yerine yaratılışı savunan öğretmen, depremde yıkılan binaları tanrı uyarısı sayan mühendis yazdığı ders kitabını Nurcu bilim düşmanlarının seçme sözleriyle takdim eden profesör, “ayakta küçük aptes bozmak günahtır!” diye cami tuvaletlerine kilit vuran vali, “yargıya değil ulemaya soralım” diyen devlet adamı yetiştirebilmek amacıyla İmam Hatip Lisesi mezunlarına ÖSS kapılarının ardına kadar açılarak Öğretim Birliği Yasası’nı yok sayan, Roma Hukuku bölümlerini kapatarak hukuk fakültelerini şeriat hukuku öğreten medreselere dönüştürmeye çalışan YÖK kararları; Ne, parasız eğitim isteyen öğrencilerin terör örgütü üyeliği ile suçlanıp zindanlara atılması; Ne, “kızlar ve erkekler ayrı okullarda okumalıdır” kararı alınan şura toplantıları, Ne El Ezher gibi şeriatçı militan yetiştiren yabancı üni Sırça köşk sakini üniversite hocaları: versitelerden alınan diplomalara denklik veren YÖK yönetmelikleri, Ne, LYS sınavlarında yandaş öğrencileri üniversitelere sokma şüphesi ortadan kalkmayan şifreli sorular sorulması, Ne, yargı kararlarına karşın dinsel / siyasal bir simge olan türbanı serbest hale getirmeye yönelik YÖK ve Rektör genelgeleriyle anayasa suçu işlenmiş olması; Ne, altyapı ve öğretim elemanı sayısı aynı kalırken sınıflardaki öğrenci sayısının son üç yıl içinde neredeyse ikiye katlanarak akademik eğitimin çökertilmesi; Ne, mezun olan öğrencilerin işsizler ordusuna katılması; Ne, bilimsel aşırmacılığın liyakat göstergesi sayılarak aşırmacıların, bilim doktoru, doçent, profesör bölüm başkanı, dekan, rektör ve hatta Milli Eğitim Bakanı atanması; Ne, TÜBİTAK ve TÜBA’nın özekliklerinin kaldırılıp siyasetin güdümüne sokulması; Ne, “yeni nesil üniversite” adı altında piyasa üniversiteciliği yapılarak eğitim için kamulaştırılmış kampus alanlarının yerli ve yabancı şirketlere sunulan rant kapsamında devasa alışveriş merkezleri, hipermarketler, benzin istasyonları ve restoranların yer aldığı ticaret merkezlerine dönüştürülüp talan edilmesi, en yüksek puanlarla girilen bölümlerin yanında barajı zor aşan zengin öğrencilere yönelikfırsat eşitliğine aykırı ABD üniversiteleriyle ortak paralı programlar açılması; Ne, bir avuç altın için ormanlarımızı yok edip, birkaç megavat elektrik uğruna derelerimizi kurutup ekolojik dengenin altüst edilmesine yol açan anayasaya aykırı yönetmelikler/ yasalar çıkarılması; Ne, Cumhuriyetin temel niteliklerini savunan yurtseverlerin darbeci terör örgütü üyeliği ile suçlanıp yıllarca özgürlüklerinin kısıtlanması; Ne, tek amacı yargıyı iktidarın memuru haline getirmek olan anayasa referandumu; Ne, tüm toplumun hukuk dışı dinleme yöntemleriyle gözaltında tutulması... ilgilendirmiyor. Kapandığımız sırça köşklerimizde bizi artık yalnız ve yalnız “çok bilimsel yayın yapıyor gözüküp, hızla yardımcı doçent, doçent, profesör olup, bölüm başkanı, dekan, dekan yardımcısı, enstitü yüksekokul merkez müdürü, başhekim, rektör, rektör yardımcısırektör danışmanı, genel sekreter, yönetim kurulu üyesi, senatör, koltuklarına oturabilmek ve oturtulduğumuz koltukların diyetini nasıl ödeyebileceğimiz” ilgilendiriyor. YÖK düzeninin bize biçtiği vazgeçilmez görev yalnızca budur. Ve bu görev, bu iktidar döneminde de 10 yıldır daha baskıcı bir ugyulama ile sürüyor. Bilim tarihi, “vazgeçilmez toplumsal bağ ve yükümlülüklerimiz” diye tarihsel başka bir sorumluluğumuz daha bulunduğunu yazıyormuş, varsın yazsın. Ayrıca bir ülkenin bilim insanları ve aydınları bu sorumluluğu yerine getirmeye korkarsa amansız bir baskı rejimi o ülkede çok kolay kök salar ve kolayca sökülüp atılamazmış. Geçelim! Bu çoook eskidendi, adı üstünde tarih işte... O günlerden bu güne Darwin’in Evrim Kuramı gereğince, üyesi olduğumuz akademisyen türü de evrimleşti. Beynimizin toplumsal sorumluluklarımızı uyaran bölümü giderek küçüldü ve dayatılan düzene uyum sağladık. Gözlerimiz yalnızca bireysel çıkarlarımızı görür, kulaklarımız yalnızca daha lüks bir koltuk, kolay yükselme ve kazanç vadeden çağrıları duyar ve dilimiz de yalnızca “iyi ki varsınız! sağ olun efendim!” sözcüklerinden başka bir söz söylemez olunca, bakın ne güzel oldu. Ne baskısı? Bireysel çıkarlarımızı koruyabileceğimiz her türlü özgürlük ve olanağa sahibiz artık. Hiç şüphesiz evrimin temelinde yatan “doğal seçilim”e ayak uyduramayanlarımız da bu arada tamamen yok olup gitmekteler, tıpkı dinozorlar gibi... İznik Ayasofya Müzesi’nden elinizi çekin Prof. Dr. T. Engin Akyürek, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü, Bizans Sanatı Anabilim Dalı,[email protected] Basında yer alan haberlerden edindiğimiz bilgiye göre, İznik Ayasofya Müzesi’ni camiye dönüştürmek için bazı girişimler var. Hatta, AKP İznik İlçe Başkanı İznik Ayasofya Müzesi’nin camiye dönüştürüldüğünü ilan etmiş. Böyle bir kararın alınıp uygulanması, bunun kamuoyuna ‘ilan edilmesi’ kimin işidir sorusu bir yana, eğer bu din sömürüsü amaçlı bir siyasi şov değilse, vahim bir durumla karşı karşıyayız. Basına yansıdığı kadarıyla bütün emareler, tarihi yapının cami olarak kullanılması yönünde epey yol alındığını gösteriyor: Zeminin ahşap kaplanması, ses sistemi ve vaaz kürsüsü yerleştirilmesi gibi. Bunun hazırlıkları aslında sessizce, kamuoyundan gizlenerek, epey önceden başlamıştı. 20072009 yılları arasında gerçekleştirilen ve bilimsellikten uzak, yapının tarihsel kimliğini büyük ölçüde zedeleyen restorasyon çalışmaları, bu niyetin ilk adımı olarak tasarlanmıştı. Restorasyon, tarihi bir yapıyı korumaya yönelik olmanın sınırlarının çok ötesinde, cami olarak kullanımına yönelik bir uygulama olarak gerçekleşti. İznik Ayasofyası, Türkiye’nin en eski mimarlık yapıtlarından birisidir. Araştırmacılar yapının ilk inşa tarihi olarak dördüncü ya da beşinci yüzyılı işaret etmektedir. Uzun tarihi boyunca çeşitli yapım evreleri geçiren kilise, 1331 yılında camiye dönüştürülmüştü. Yapının Cumhuriyet dönemine kadar cami olarak kullanıldığı ise doğru değildir. Ondokuzuncu yüzyılın başından itibaren İznik’i ziyaret eden Hammer (1804), Texier, Moltke, Poujoulat, Naumann, Goltz (1891) gibi birçok tarihçi ve gezgin, yapının harap ve kullanılmaz halde olduğunu yazdılar. Anadolu’da ilk inşa edilen bazilikal kiliselerin özgün örneklerinden biri olan İznik Ayasofyası, mimarlık tarihi açısından önemlidir. Kilisenin orta nefinde ve güneydoğu köşesine bitişik şapelde, biçimli kesilmiş renkli mermerlerin içiçe döşenmesiyle oluşturulan opus sectile denilen çok güzel bir zemin döşemesi, türünün en iyi korunmuş birkaç örneğinden birisi olarak dünya literatürüne girdi. Ayrıca, apsisin iki yanındaki odalarda ve kuzey nefin batı tarafında fresko bezeme örnekleri günümüze ulaşabildi. Bizans döneminde İznik’in ‘baş kilisesi’ olan yapının tarihsel önemini arttıran bir olgu da kilisenin Hıristiyan, özellikle de Ortodoks dünyasındaki saygın konumudur. Hıristiyan dünyası için büyük önem taşıyan iki ekümenik Konsil toplantısı İznik’te yapıldı. I. İznik Konsili, Hıristiyanlığı ilk yasallaştıran Roma İmparatoru I. Constantinus’un çağrısıyla toplanan ve imparatorun da hazır bulunduğu, Hıristiyan dünyasının en önemli toplantılarından birisidir. II. İznik Konsili ise 787 yılında İznik Ayasofyası’nda toplandı ve Bizans teolojisinin uzun yıllar tartıştığı ‘ikon yasağı’ konusunu sonuca bağladı. Bu nitelikleriyle yapının müzeyapı olarak kullanılması çok isabetlidir: İznik’in en eski ve en önemli birkaç yapısı arasında olması nedeniyle, ilçenin kültürel mirasının ve turizminin önemli bir parçasıdır; dünyaya mal olmuş bir eserdir ve gerek yurtiçinden gerekse yurtdışından çok sayıda ziyaretçiyi çekmektedir; hakkında dünyanın başlıca bilim dillerinde yazılmış çok geniş bir bilimsel literatür vardır. Basına konu ile ilgili açıklama yapanlar, yapının hiçbir CBT 1287/ 19 18 Kasım 2011 zaman müze olmadığını öne sürüyorlar. Yapının mülkiyet durumunu bilmiyorum, ama yapı uzun yıllar müze olarak kullanıldı. Ben defalarca bu müzeyi ‘müze olarak’ gezdim. Yapının önündeki kahverengi tabelada “İznik Ayasofyası Müzesi” yazmaktadır. Bir bekçisi bulunmakta ve giriş ücreti olarak 3 TL’lik bilet kesilmektedir. Bugün Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın resmi internet sitesine bakarsanız, yapı “İznik Ayasofya Müzesi” başlığı altında tanıtılmakta ve yapının günümüzde “anıtmüze olarak ziyarete açık” olduğu belirtilmektedir. Bu durumda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın nasıl bir açıklama yapacağını da merakla bekliyoruz. Peki neden camiye dönüştürülüyor? Gerçekten amaç halkın cami gereksinmesini karşılamak mıdır? Yapıya biriki yüz metre mesafede, üç adet cami bulunmaktadır. Yine de bir camiye ihtiyaç varsa, uygun bir yere yeni bir cami yapılabilir. Nitekim, yine basına yansıdığı kadarıyla, İznik Ticaret ve Sanayi Odası başkanı, gerekirse yeni bir cami yapımını üstlenmeyi önermektedir. Kültürel zenginliğimiz konusunda duyarlı olan herkesi bu girişime karşı demokratik tepkilerini ortaya koymaya davet etmeyi, bu alanda çalışan bir bilim insanı olarak görev sayıyorum. Şunu bilelim ki, aksi takdirde sırada benzer konumdaki diğer müzeler olacaktır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle