02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

POLİTİK BİLİM Aykut Göker http:/www.ınovasyon.org;[email protected] ...Bu, umudun bittiği noktadır. Galiba ‘zangoçluğa’ veda zamanım yaklaşıyor. Nafile Kilisenin Beyhude Zangocu... CBT’deki ilk köşe yazım (06.05.2000) şöyle başlıyordu: “TÜBİTAK’ta, bilim ve teknoloji politikası tasarımıyla uğraştığım 90’lı yılların ikinci yarısında, yaptığım işi söylediğim pek çok kişi, bir an düşünüp, Türkiye’nin gerçekten bir bilim ve teknoloji politikası mı var, diye sormuştur. Böyle bir politikanın olduğunu çok zor anlatabilmişimdir. Çoğunun ikna olmadığını; bu ülkede, bu tür bir işle uğraşan birini de, ‘nafile (yararsız/gereksiz) kilisenin beyhude (boşuna uğraşan) zangocu’ olarak gördüklerini biliyorum.” Aradan 10 yılı aşkın bir süre geçti. Çok farklı bir açıdan da olsa hâlâ bilim ve teknoloji politikalarıyla uğraşıyorum; ama başkaları bir yana, ben de kendimi artık, ‘nafile kilisenin beyhude zangocu’ olarak görüyorum. Umutsuzluğum, sanayimizi ARGE ve yenilikçiliğe teşvik için tarihimizin en geniş kapsamlı destek uygulamasının başlatıldığı 1995’ten bu yana o vadide ciddi bir ilerleme kaydedememiş olmamızdan kaynaklanmıyor. Aslında, umutsuz olmak için bu bile yeter. Çünkü, istisnaî birkaç alt sektör dışında, hemen hiçbir sanayi sektöründe, kendi özgün tasarımını yaratamamış, teknolojide dışa bağımlı olmaktan kurtulamamış bir ülke var karşımızda... Ve bu ülke, dış ticaret hacmindeki payları açısından önde gelen sanayi sektörlerinin çoğunda net ithalatçı konumunda (Mustafa Sönmez, Cumhuriyet, 06.08.2010)... Buna rağmen, hiç olmazsa imalatta belli bir yetkinlik düzeyini yakalayabildik, belli ölçüde ihracat da yapabiliyoruz, diye düşünebilir; bazı sektörlerde tasarım geliştirmede yetenek kazanma imkânlarını zorlayanlar olduğunu bilmenizden de güç alarak gelecek için bir umut besleyebilir; hatta, tasarım ve teknoloji geliştirmede hamle yapılmasını sağlayacak, böylesi bir ulusal motivasyon ve gelecek öngörüsüne sahip bir hükümetin bir gün işbaşına gelebileceğine de inanabilirsiniz. Ne var ki, gidiş o gidiş değil. Ülkemizde bilim ve teknolojinin ufkunu karartacak bir gidiş var. Bilimin, bilimsel düşüncenin yerine, dogmalar, hem de dinsel dogmalar, dolayısıyla da bir inanç sistemi (“Dogmaların en geçerli olduğu alan din alanıdır, burada yalnızca inanılır.” [Melih Cevdet Anday]) ikame ediliyor. Böyle bir ülkede doğa bilimlerinin, toplumsal ve beşeri bilimlerin bir geleceği olabilir mi? Doğa bilimlerine karşı bayrak açanlar, çağımıza damgasını vuran ve eğer üzerinde yaşadığımız gezegenin ve insanlığın geleceğini kurtarabileceksek bunu borçlu olacağımız enformatik (bilişim), sentetik biyoloji, yeni biyoteknoloji, nanobilim, nanoteknoloji gibi bilim ve teknoloji alanlarında herhangi bir ilerleme sağlayabilir mi? Bu gibi alanlarda esamisi okunmayan bir toplum varlığını nasıl sürdürebilir? Dinsel dogmanın akla galebe çalması, özgürce düşünmenin, ‘neden ve niçin’i sorgulamanın, insanın doğasındaki ‘merak’ın önüne set çekmek değil midir? Böylesi bir ortamda, o sözü çok edilen ‘demokrasi’, ‘özgürlük’, “kültürel zenginlik” gibi kavramların altı nasıl doldurulacaktır? Bu gidiş aydınlık bir geleceğe doğru değil; önce bilimsel düşünceyi yok etmeye yönelmiş, faşizan bir gidiştir... Ancak, bu faşizan gidişi simgeleyebilmek için Hitler’in adının kullanılması pek doğru değil. Unutmayalım, ‘Hitler’in faşizmi’ gücünü Almanya’nın sanayi ve teknolojideki gücünden almıştı. Hitler, kendi hayallerini gerçekleştirmek için bu gücü kullandı. Başaramadı... Ama, bizim olası Hitler adayımızın dayanabileceği böyle bir güç yok. Dayanabileceği tek güç, kendisine bu yolu açan ülke olabilir; ama sonuç değişmez. Kendi hayâlleriyle kendisini destekleyen ülkenin hayallerinin harmanlandığı anaforda bizi de bekleyen felakettir, ama Hitler Almanyası’nın başına gelenden daha büyük bir felaket... Almanlar o felâketten sonra toparlanabildiler, çünkü sanayi ve teknolojideki yetkinlikleri, bilgi birikimleri yok olmamıştı. Bizde o birikim zaten olmadığına ve olamayacağına göre... Bu, umudun bittiği noktadır. Galiba ‘zangoçluğa’ veda zamanım yaklaşıyor... PARA konusunda bilmediklerimiz! • Kaçışı yok! Bu ay ödemeniz gereken vergilerin dökümünü yaparken, vergi ödeme uygulamasının günümüzden yaklaşık 5000 yıl öncesine, verginin ilk kez mal ya da işgücü olarak ödenmeye başlandığı Mısırlılara uzandığını bilmek belki sizi bir nebze rahatlatabilir. parasının üzerinde rastlandığını ortaya koydu. Paraların üstünde stafilokok türü bakterilere ve dışkı örneklerine de tanık olundu. Bu durum, 1916 yılında, bir dönem paraların neden yıkanmak, ütülenmek ve yeniden dolaşıma sürülmek üzere Washington’a götürüldüğünü de açıklıyor olsa gerek. Amerikan banknotlarının yapımında ağaçtan elde edilen kâğıt yerine, %75’i pamuk, %25’i keten olan bir malzemeden yararlanılıyor. Sahte para basımının önüne geçilmesi amacıyla, en son tasarlanan 5 dolarlık banknota 650,000 minik cam kubbeden oluşan bir güvenlik teli yerleştirildi. Bu minik tepeciklerin yarattığı optik yanılsama sayesinde banknotun sahtesini basmanın hemen hemen olanaksız olduğuna inanılıyor. 1949 yılında, Frank X. McNamara adlı bir Amerikalı arkadaşlarını New York’taki bir lokanta • •İÖ 2500 yıllarında, Mısır ve Mezopotamya’da para birimi olarak altın ve gümüş külçelerinin kullanılmaya başlanmasından sonra vergi toplamak çok daha kolaylaştı. Ne yazık ki, paranın bulunmasıyla birlikte hırsızlık da kolaylaştı. Sonuçta, sıklıkla ziyaret edilen ve son derece dayanıklı yapılar olan tapınaklar olası hırsızların gözünü korkuttuğundan bu yapılar tarihin ilk bankaları konumuna geldi. • • • •Peki, bunlar yüksek risk faizli ipotek kredisi sunuyorlar mıydı? İÖ 1750 yılına gelindiğinde Babil tapınak rahiplerinin yöre halkına borç para vermeleri yaygın bir uygulamaya dönüşmüştü. O günlerde bankayı iflastan kurtarma işlemlerine gerek duyulmuyordu. 1472 yılında rehinci dükkân olarak kurulan Banca Monte dei Paschi di Siena günümüze dek ayakta kalmayı başarabilen dünyanın en eski bankasıdır. Kâğıt para ilk kez 910 yılında Çin’de ortaya çıktı ve üç yüz yıl sonra bu ülkeye ayak basan Marko Polo’yu şaşkınlığa uğrattı. Ünlü gezgin notlarında Çin hükümdarı Kubilay Han’ın ne denli çok para bastığına da dikkat çekiyordu... Bu durum sonunda ülke ekonomisinin çökmesine neden oldu. Dolaşımdaki aşırı miktarda paradan kaynaklanan enflasyon yüzünden Çin’de kâğıt para kullanımına 15. yüzyılda son verildi. ABD’de içsavaşın yol açtığı harcamalar nedeniyle hükümet Temmuz 1861’de “arka yüzü yeşil” kâğıt paraları basarak dolaşıma soktu. Günümüzde Amerikan kâğıt ve madeni paralarının toplam değeri 829 milyar dolara eşit. • • • • • • ya akşam yemeğine götürdü. Ne var ki, yanına para almayı unuttu. O gece utançtan yerin dibine batan McNamara aynı deneyimin bir daha yaşanmaması amacıyla ilk kredi kartı olan Diners Club kartını yarattı. Diners Club kartı ilk başta kartondan yapıldı. Kartın arka yüzünde üye olan 14 lokantanın listesi yer almaktaydı. Kartın yıllık ücreti 3 dolardı. İskoçyalı John ShepherdBarron dünyanın gerçek anlamda ilk ATM makinesini 1967 yılında Kuzey Londra’daki Barclay’s Bank için geliştirdi. Makinenin tasarımında çikolata makineleri örnek alındı. O tarihte plastik kartlar henüz var olmadığından, ShepherdBarron’un ATM’si yalnızca onları tanımlayan radyoaktif karbon14 ile işaretlenmiş çekleri kabul ediyordu. Makine bu radyoaktif çeki tanır tanımaz, müşteri dört haneli şifresini giriyordu. ShepherdBarron radyoaktif çeklerin olumsuz bir etki yaratabilmesinin ancak kişinin 136.000 çeki yemesi durumunda söz konusu olabileceğini öne sürüyordu. Rita Urgan Kaynak Discover • • • • • •Bu paranın üçte ikisi ülke sınırları dışında bulunuyor. •Kirli para: Bir süre önce farklı ülkelerin paraları üzerinde yapılan bir araştırma en fazla kokain kalıntısına Amerikan CBT 1225/ 6 10 Eylül 2010
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle