27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

“Niçin Akreditasyon? Hangi Kalite Standardı? Niçin ABET?” yazısı üzerine Prof. Dr. Bülent E. Platin, MÜDEK Yönetim Kurulu Sekreter Üyesi; ODTÜ Makina Mühendisliği Bilirkişilik, idari yargı ve yargı bağımsızlığı Bilirkişilerin uzmanlıklarının somut kriterlere bağlanması ve uzmanlık alanlarının yetkili bir kurum tarafından onaylanması, şüphesiz yargıçların da işlerini kolaylaştıracaktır. Prof. Dr. Sebahattin Bektaş, sbektas@omu.edu.tr CBT 1225/ 18 10 Eylül 2010 23 Temmuz 2010 tarihli 1218 sayılı Bilim Teknoloji (CBT) Eki’nde yayımlanan yazı ile önemli bir konuyu gündeme getirdikleri için İTÜ İnşaat Fakültesi Geomatik Mühendisliği Bölüm Başkanı Sayın Prof. Dr. Ergin Tarı ve öğretim üyesi Sayın Prof. Dr. Cengizhan İpbüker’e teşekkür ediyorum. Yazarlarla olan iletişimim sonucunda CBT’de yayımlanan yazının bölüm öğrencileri için hazırlanmış ve dağıtılmış bir metnin kısaltılmış sürümü olduğunu öğrendim. Ancak, bu metinde yer alan bazı yanlışların ve yanlış anlamalara yol açabilecek bazı eksik bilgilendirmelerin düzeltilmesini önemli ve gerekli görüyorum. Metnin ikinci paragrafı, mühendislik programlarındaki kalite güvence sistemine genel anlamda bir açıklık getirirken, son tümcesi kanımca değişik yönlerden bir dizi eleştiriye uğrayan kalite güvence sisteminin ve uluslararası akreditasyonun İTÜ’de yarattığı çalkantıya gönderme yapmaktadır. Aslında bu tür çalkantılar İTÜ dışında başka kurumlarda da yaşanıyor. Eğer bu tümceden kasıt ülke genelini kapsamak ise, o zaman “Geride bırakılan 10 yıllık .....” girişinin “Geride bırakılan 18 yıllık .....” olarak yazılması gerekirdi. Çünkü, mühendislik programlarındaki kalite güvence sistemi kurulması ve uluslararası akreditasyon etkinlikleri ilk olarak ODTÜ Kimya Mühendisliği ve Maden Mühendisliği lisans programlarının 1994 yılında ABET değerlendirmesi almak için hazırlıklara başladığı 1992 yılına dayanmaktadır.i Metnin ULUSLARARASI AKREDİTASYON başlığı altındaki ilk paragraf, “Amerika Birleşik Devletleri’nde 1930’lu yılların başında değişik mühendislik disiplinlerine ait meslek odalarının desteğiyle kurulan ABET (Accreditation Board for Engineering and Technology).....” şeklinde başlıyor. Oysa, 1932 yılında kurulan kuruluşun adı ABET değil, ECPD’dır. (Engineers’ Council for Professional Development) Bu kuruluş ancak 1980 yılında ABET adını aldıi. ULUSAL AKREDİTASYON başlığı altındaki ilk paragraf “Ülkemizde yalnız on yıllık bir geçmişi olan akreditasyon sürecinde.....” şeklinde başlıyor. Bu bilgi de yukarıda birinci maddede verilen bilgiler ışığında yanlıştır ve “Ülkemizde yalnız 18 yıllık bir geçmişi olan akreditasyon sürecinde.....” şeklinde düzeltilmelidir. Yine aynı paragraf içinde “büyük ölçüde eski ve köklü, İngilizce eğitimöğretim yapan üniversiteler” ifadesi kullanılırken üniversite adlarının verilmesinden kaçınmaya gerek olmadığını ve bu bilgiye açıklık getirmesi yönünden ABET değerlendirmeleri sürecine İTÜ’den daha önce başlamış olan ülkemiz üniversitelerinin sırasıyla ODTÜ, Bilkent Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi olduğunu belirtmek isterim. ULUSAL AKREDİTASYON başlığı altındaki ilk paragrafta da düzeltilmesi gerekli bazı bilgiler var: 2001 yılında oluşturulan Mühendislik Dekanlar Konseyi’nin amacı metinde yer aldığı gibi “Türk üniversitelerinin yükseköğretim programlarının değerlendirilmesi” değil, MDK’nin web sitesindeii tanımlandığı gibi “ülkemizde mühendislik eğitiminin sorunları üzerinde görüş alışverişinde bulunmak, mühendislik eğitiminin etkin ve verimli bir biçimde yürütülmesini sağlamak üzere öneriler geliştirmek, bu önerilerin gerçekleştirilmesi yönünde çaba sarf etmek ve gerekli girişimlerde bulunmaktır.” Mühendislik Dekanları Konseyi’nin kısaltılmış adı metinde verildiği gibi MÜDEK değil MDK’dir.3 MÜDEK, 2002 yılında MDK tarafından bünyesindeki mühendislik lisans programlarının değerlendirilmesi için ayrıntılı bir program düzenlemek ve uygulamak üzere kurulan Mühendislik Değerlendirme Kurulu’nun kısaltmasıdır; daha sonra, 2007 yılında Mühendislik Eğitim Programları Değerlendirme ve Akreditasyon Derneği’nin kurulmasıyla bu derneğin kısaltması olarak kullanılmaya başlandı.i Türk üniversitelerinin birçoğu ulusal MÜDEK başvurularını “2009 yılından başlayarak” değil “2003 yılından başlayarak” yapıyorlar.4 2009, EURACE Etiketi’nin MÜDEK tarafından verilmeye başlandığı yıldır.4 Ayrıca, metnin birçok yerinde “bölüm akreditasyonu”ndan söz edilmekte. Oysa, ülkemizde gerçekleştirilmiş olan ABET ve MÜDEK türü akreditasyon değerlendirmelerinin tümü “lisans programlarının akreditasyonu”dur. Bölüm (ya da fakülte ve hatta üniversite) akreditasyonu “kurumsal” düzeyde bir değerlendirme olup, “program akreditasyonun”dan çok farklıdır. Şöyle ki, bir yükseköğretim kurumunun en önemli birimlerinden biri olan bölümün sorumluluğu genelde yalnız lisans programı eğitimöğretimini yürütmek ile kısıtlı değildir. Bu sorumluluk aynı zamanda yüksek lisans, doktora ve sürekli eğitim programlarını yürütmek, araştırma ve geliştirme yardımıyla bilgi üretmek, bu bilgiyi yaymak ve topluma hizmet gibi başka sorumlulukları da kapsamaktadır. Platin, B.E., “Mühendislik Değerlendirme Kurulu’nun (MÜDEK) Oluşturulması”, Editörler: M. Tokyay, F. Gümrah ve Ç. Şimşek, Öncü ve Önder: ODTÜ’nün Kuruluşu’nun 50. Yılında Mühendislik Fakültesi, 2006, sayfa 3948; http://www.mudek.org.tr/tr/sun/odtu50platin.shtm, son erişim 12 Ağustos 2010. i ABET History, http://www.abet.org/history.shtml, son erişim 12 Ağustos 2010. ii Mühendislik Dekanları Konseyi, http://mdk.anadolu.edu.tr/, son erişim 12 Ağustos 2010. i MÜDEK Kısaca, http://www.mudek.org.tr/tr/dernek/kisaca.shtm, son erişim 12 Ağustos 2010. i S ayın Çetin Aşçıoğlu’nun bilirkişilik konusundaki yazısına ekleme yapan sayın Hamit Serbest’in açıklamaları ve eklemeleri CBT 1217’de yayımlandı. Bu konuda paylaşmak istediklerim var.. Bizim yargılama mevzuatımız der ki “hâkim önüne gelen davada özel ve teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşüne başvurur”. Bilirkişi olarak kimlerin davet edileceği konusunda bir takım düzenlemeler olmakla beraber, bilirkişi tayininde son söz hâkimindir, seçilecek bilirkişinin eğitim seviyesinin ne olacağı, deneyiminin ne olacağı doğrudan hâkimin takdirine bırakılmıştır. Şüphesiz yasa koyucu, hiçbir baskı ve tesir altında kalmaksızın en doğru kararı verebilmesi için hâkime bu geniş yetkiyi vermiştir. Bilirkişi olarak üniversite öğretim üyelerinin tercih edilmesi yerinde bir uygulamadır. Zira Sn. Serbest’in belirttiği gibi, öğretim üyelerinin göreli olarak daha tarafsız, daha güvenilir ve daha bilgili olmaları çok doğaldır. Ama “bilirkişi, davalı tarafların görüşme isteklerini nazik karşılamak zorundadır” ifadesine katılmıyoruz. Zira davalı taraflarla yapılacak görüşmeler bilirkişiyi sıkıntıya sokabilir. Özellikle davayı kaybeden taraf bu durumu istismar edebilir, bilirkişinin karşı tarafın etkisinde kaldığını ileri sürebilir. Kanımca bilirkişilerin davalı taraflardan gelen bu tür istekleri kibarca reddetmesinin daha doğru olacağıdır. Sn. Serbest’in, 2005’de yapılan düzenlemeyle, bilirkişi olmak isteyenlerin uzmanlıklarının sadece kendi beyanları ile belirleniyor olması tartışmalıdır, ifadesine aynen katılıyoruz. Bilirkişilerin uzmanlıklarının somut kriterlere bağlanması ve uzmanlık alanlarının yetkili bir kurum tarafından onaylanması, şüphesiz yargıçların da işlerini kolaylaştıracaktır. Bugün Uzman Bilirkişi diye kartvizit bastırıp bu işi meslek edinen, mahkeme kalemlerini aşındıranlar olduğunu biliyoruz. Burada esas olan, dava konusunda en uzman kişinin bulunmasıdır. Bilirkişilerin, verdiği kararlar nedeniyle sorumluluk üstlenmesi de yerinde olacaktır. Hâkimlerin her konuda olduğu gibi bilirkişi tayininde de genel hukuk kuralı olarak kamu yararını, hizmetin gereklerini ve adaletin en doğru ve hızlı bir şekilde tecelli etmesini de göz önünde bulundurmalıdır. Uygulamada bunun her zaman böyle olmadığını görüyoruz, örneğin bilirkişi konusunda çok ilginç bir uygulama; Samsun İdare Mahkemeleri, Samsun’da harita mühendisliği bölümü öğretim üyeleri ve özel+kamu sektöründe çalışan 300 harita mühendisi varken, Harita bilirkişisi olarak Samsun’a 500 km mesafeden Gümüşhane’den hep aynı kişiyi 15 yıldır bilirkişi olarak çağırmakta ve sırf bu kişinin gelebilmesi için dava sayısı 1520’ye ulaşıncaya kadar dava dosyaları biriktirilmekte ve hepsi farklı yerlerde olan parsellerin bir günde keşfi yapılmaya çalışılmaktadır. Davaların uzun sürmesi konusuna gelince, burada idari yargılamayı adli yargılamadan ayırmak gerekir. Hatta idare mahkemelerinin davaları sonuçlandırmak gibi bir kaygıları bulunmadığını da söyleyebiliriz. Zira idare mahkemeleri görevleri gereği idarenin yani yürütmenin eylemlerinin hukuka uygunluğunu denetler, hukuka uygun bulmadıklarını da iptal eder. Bugün gerçekten de idari yargılamaların çok uzun sürdüğü; hiçbir bekletici unsuru olmayan, idarenin beyaza kara dediği davalar bile bir yıldan önce sonuçlandırılmıyor. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle Türk yargılama sistemine dahil edilen idare mahkemeleri bir bakıma modern Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz akı kurumlarından olan Danıştay’ın önünü kesmek, yürütmeyi daha da güçlü kılmak için idari yargılamada ilk derece mahkemeler olarak kuruldu. İçlerinde hukuk öğrenimi görmeyen kişilerin bile yargıçlık yaptığı idare mahkemeleri, yürütmenin müdahalesine açıktır. REFERANDUM VE YARGI Yargı bağımsızlığı, çağdaş demokrasileri monarşik yönetimlerden ayıran temel hak ve özgürlüklerin kullanılabilmesinin teminatıdır. Zira demokrasi esasında, çoğunluk yönetimi olmakla beraber azınlıkların haklarını çoğunluğa karşı koruyacak düzenlemelerin de olmasını gerektirir. Unutulmamalıdır ki iktidar büyük güçtür. Bugün mevcut kuvvetler ayrılığına rağmen yürütmeye muhalif olarak nitelenen yüksek yargının nasıl yürütmenin etkisi altında kaldığını, son dönemlerde önemli davalarda verdiği kararlarda görmekteyiz. Referandumda necip milletimiz şayet anayasa değişikliğine evet derse yargılama doğrudan yürütmenin etkisi altına girecek ve artık sosyal devlet, doğa ve çevrenin korunması gibi konularda dava açmak mümkün olmayacak, açılan davalar sonuçlanmayacak, idare mahkemeleri, danıştay, belki Anayasa Mahkemesi de işlevsiz kalacak ve hatta kapanmaları bile gündeme gelebilecektir. güçlü bir olasılıktır) ve çoğunluk onların eline geçti. Diyelim ki, AKP 2011 seçimlerini kaybetti hükümet ve Adalet Bakanlığı değişti. 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimini de iktidarın adayı kazandı. Bir süre sonra da kurulun yapısı yeni hükümetin isteği gibi değişti. Bu durumda bu düzeni getirenler şapkalarını önüne koyup nerede hata yaptık mı diyecekler; yoksa aptallıklarını sürdürüp politik cambazlığı mı sürdürecekler? Ne dersiniz? (1) Cumhuriyet, 19.08.2010. (2) Daha fazla bilgi için “Doğru Ve Güvenli Yargı Özlemi ve Yeniden Yapılanma” adlı eserimize başvurulabilinir. Anayasa değişikliği yargıda yeni sorunlar yaratır Baştarafı 12. sayfada Politik güç, geniş tabanlı bir HSYK ile yargıyı ele geçirmeyi amaçlıyor. Ancak yarınlarda kendi bindiği dalı kesen akılsızın durumuna düşebileceğini ise düşünmüyor: Diyelim ki; Anayasa değişikliği onay gördü ve yeni HSYK seçimleri yapıldı. Özellikle yerel yargı yerlerindeki yargıçların seçtiği on üyeden en az yedisini şimdilerde AKP’nin hasım olarak gördüğü kişilerin desteklediği adaylar kazandı (ki
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle