02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OOOF OFF LINE net ediyorum” içerik ve anlamında bir yetkilendirme yapmaz. Bu nedenle, olası tehlikelerin getirdiği risklere ilişkin kararlar tamamlayıcı mekanizmalar gerektirir. ISDR bu amaçla katılımlı bir karar ortamının geliştirilmesini özendirmek üzere, yönetim temsilcileri yanı sıra üniversiteler, meslek kuruluşları, diğer STKlar, iş ve sanayi çevreleri, medya ve diğer ilgili kesimlerin temsil edildiği ‘platformlar’ oluşturulmasını öngörüyor. Bu bir anlamda sorumluluğun paylaşılmasıdır. İki yılda bir toplanan uluslararası bir platform yanı sıra, ISDR, ulusal/kentsel/yerel düzeylerde platformların kurulmasına destek veriyor. Günümüzde 50’den fazla ülke platformlarını oluşturdu. Türkiye’ye ilişkin gözlem, sunuş ve tespitler bu toplantıda ne yazık ki bir başarı tablosu oluşturmadı. Merkezi yönetim, bu alanda ‘kolaylaştırıcı’ bir yaklaşım geliştiremediği gibi, gerek stanbul Büyük ehir Belediyesi, gerekse ilçe belediyelerinin, ‘risk azaltma yaklaşımı’ uygulamalarından uzak kaldıkları görüldü. 1999’da “artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacak” savıyla yola çıkılıp da, 1999 + 10’da bunun neden başarılamadığı irdelenmelidir. Deprem Konseyi hiçbir neden gösterilmeksizin kapatıldı (2007). Bu nedenle yeni politikanın sahibi bulunmuyor. Afet sonrası etkinliklerde görevli ve ayrı Bakanlıklara bağlı üç Genel Müdürlük (Afetler, TAY, Sivil Savunma), yasa ile birleştirildi (29.5.2009). Yıllardır dile getirilen bir gereksinme olmasına karşın, uluslararası taahhütler gözetilmeksizin yapılan bu girişimde amacın siyasi kadrolaşma olduğu endişesi doğmaktadır. Üç yanlışın toplamı bir doğru etmediği gibi, üç afet sonrası uzmanı kurumun birleşiminden de bir risk uzmanı doğmaz. Türkiye’nin yanl lar n n temelinde, afet sonrası etkinliklerde uzmanlaşmış kurum ve kadroların, risk azaltma çalışmalarını da yerine getirebilecekleri varsayımı yatmaktadır. Afet sonrası etkinliklere kilitlenEN Türkiye, aramakurtarma, çadırbattaniye politikaları ile ISDR raporunun belirttiği yönde yol alamaz. Evrensel bilimin gereği, kentsel risklerin azaltılması konusunun sahibi geleneksel afetçiler değil, Türkiye’de olsa olsa yine Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın Teknik Araştırma ve Uygulama (BİBTAU) Genel Müdürlüğü’dür. TAU, mevcut düzenlemelere göre kent planlaması çalışmalarının bir üst yetkilisi ve afetlere ilişkin önlemler almakla yükümlü bir yönetim birimidir. Planlara bağlı olarak platformların örgütlenmesinin yürütülmesi de bu birimde olmalı. Platformların amacı, kent planlarının hazırlanmasında, risk taşıyan kesimlerin söz sahibi kılınmasıdır. Yoksa, geleneksel anlayışla platformlar ancak yönetim temsilcilerinden oluşturulur. Tanol Türkoğlu ([email protected]) Devlet, özel şirketler teknolojik imkânları vatandaşa sıfır maliyetle sunabilecekler mi? Bunun için başka ülkelerin ARGE bütçelerine dolaylı katkı sağlama rolünden ülke olarak bizi kurtarabilecekler mi? 3G Yetmez 4G Olsun! Üçüncü Nesil mobil iletişim teknolojisi 3G nihayet ülkemizde de devreye girdi. 3G dediğimizde aklımıza ilk ne geliyor? Birbirimizle görüntülü görüşme yapabiliriz. Olağanüstü gereksinim duyduğumuz (!) bu eksiklik de böylece giderilmiş oldu. Ülke olarak bilgi toplumu yolunda önemli bir aşamayı daha geçmiş olduk... Gerçekte ise durum nedir? Daha önce çok yavaş yapmakta olduğumuz ve hayatımıza değer katan hangi süreci hızlandırdık ve böylece ne gibi avantajları yakaladık? Teknoloji tüketimindeki önemli bir olgu da fayda maliyet analizini gerçekçi bir şekilde yapabilmektir. Evet 3G’nin devlete, GSM operatörlerine ya da 3G uyumlu telefon markalarına, reklamalanlara önemli katkıları oldu. Devlet daha bir yıl öncesinde lisans bedellerini peşin tahsil ederek alacağını aldı. Operatörler bunun bedelini son kullanıcı olan müşterilerine yeni 3G fiyat tarifeleri olarak yansıttı. Daha ilk günden. Keza telefon şirketleri de 3G’yi yeni model cep telefonlarını satabilmek için kullanmaya başladı. Reklamalanların durumunu anlatmaya gerek yok. Her gün gazete, radyo ve televizyonlarda bunu somut olarak görüyoruz. Son kullanıcı olarak bize kalan ise, bu işe para yatırmış olanların yatırım ve işletim maliyetlerini karşılamak. Bol bol 3G kullanalım. Birbirimizle sadece görüntülü görüşmeler yapalım... Bu bakış, teknoloji düşmanlığı olarak yorumlanabilir. Ancak altı çizilmek istenen şu: Bu maliyetin gerisinde son kullanıcılara ne gibi faydalar sunulmakta? Elimizdeki teknolojinin sunduğu imkânların tümünü olmasa bile önemli bir kısmını kullanma gereği duymuyorsak o teknolojiyi ihtiyacımız da yok demektir. Evlerimizde yüksek çözünürlüklü (HD) televizyonlar var. Peki kaçımız bu imkândan istifade edecek HD kalitesinde yayın yapan kanalları ya da kanal paketlerini almış durumdayız? Belki de evinde HD televizyon olan pek çok kişi normal kalitede izlediği yayınları HD kalitesinde izlediğini sanıyor hâlâ. Dekoder cihazlarının da HD ile uyumlu olması gerektiğinin farkında bile değil. Bankalarımız son model ATM cihazı alma konusunda birbiri ile yarışta. Bu cihazları üreten fabrikalardan birine en yakın kasabada daha hâlâ yirmi otuz yıl önce çıkan ve iki satır ekranı olan ATM cihazlarının kullanıldığını görseler tepkileri ne olurdu? Başbakanımız 4G’nin de müjdesini verdi. İnşallah zamanı geldiğinde 4G’ye de geçmek bu hükümete nasip olacakmış. Hayırlısı olsun. 3G’de 14 – 15 Mb düzeyinde olan bir hız kapasitesinin 100 Mb seviyesine çıkaran dördüncü kuşak altyapısı sayesinde tüm cep telefonu kullanıcıları (Hayır, sadece 4G ile uyumlu cihazı olanlar) inşallah bu sayede cep telefonlarının kocaman (!) ekranlarından maç yayınlarını canlı ve üstelik HD kalitesinde alacak. Bu önemli eksiğimizin bir an önce kapatılması gerekir! Peki tüm bunlar marjinal fayda ise, 3G ya da 4G’nin asıl faydası ne? Neden 3G’ye ya da 4G’ye geçmeliyiz? Bu soru sorulduğu zaman bize özgürce internete girme imkânları sağlayan devlet, operatörler, telefon şirketleri, reklamalanlar sessizce birbirine bakıp ötekinin cevap vermesini bekleyecektir. Gerçekten nedir asıl faydası bu işin? Özgür internet! Hani youtube.com’a, wordpress.com’a ve daha yüzlerce web sitesine erişimin yasal marifetlerle engellendiği şu internete... Kimi kandırıyoruz? Bugün ülkemizde 3G uyumlu telefona sahip olan ya da olacak olan kullanıcıların en çok yüzde 10’u 3G’nin sunduğu hızlı internet erişimini gündelik hayatında eğlence dışındaki konularda bir fark yaratabilmek için kullanıyor olacak. Devlet, teknoloji şirketleri eğer taş üstüne taş koymak istiyorlarsa bu imkânları vatandaşa vergi, tarife ya da başka bir marifet olmadan doğrudan ya da dolaylı sıfır maliyetle sunabilecekler mi? Bunun için başka ülkelerin ARGE bütçelerine dolaylı katkı sağlama rolünden ülke olarak bizi kurtarabilecekler mi? Efendim; cevabınızı duyamadım?... TÜRK YE’N N YANLI LARI Türkiye kentleri derin risk havuzlarıdır. Bu durum, tarihsel bir miras olan yerleşimlerin tehlikeli coğrafyalarda yer alması nedeniyle ve hızlı kentleşme ve üstünkörü betonarme yapılaşmanın bir ürünüdür. Kentlerimizde riskleri artıran etkenler saymakla tükenmez. Bu yalnızca kaçak ve dayanıksız yapılaşmadan kaynaklanmaz. Yetersiz açık alanlar, gelişigüzel altyapı şebekeleri, yüksek yoğunluklar, tehlikeli komşuluklar, acil durumlarda başvurulacak tesislerin dayanıksızlığı ve yanlış konumlanmaları, denetimsiz sanayi gibi doğrudan fiziki düzenlemeleri ilgilendirir. Yönetsel yetersizlikler ve toplumsal edilgenlik, kalıtsal hastalıklardır. Çevre kirletme, çöpü ve suyu dönüştürememe; ekosisteme duyarsızlıkların getirdiği seller; ormanların, sulak alanların ve kıyıların doğal yapılarının kaybedilmesi, gelecek nesillere karşı işlenen suçlardır. Rant güdümündeki süreçlere teslim olmuş gelişmeleri kalkınma olarak tanımlama dar görüşlülüğü ile Türkiye, tek seferlik kazanımlar uğrunda ve bir mirasyedi düşüncesizliği ile ekosistemlerini hızla kaybetmekte, bir kez daha yoksullaşmakta. Bu durumu ile Türkiye, risk azaltma çal malar na en fazla gereksinme duyan bir ülkedir. Kentlerimizde neredeyse bir asır önceden kalma bir imar sistemi anlayışı sürüyor. Kent planlamasının ekonomik/sosyal/fiziki boyutların entegre edildiği bir güncel yönetim biçimi ile bağdaştırılması gerektiği, afetlere ilişkin girişimlerde ise toplum kesimlerinin katılımı gündeme bile gelmiyor. Kentlerimizin çirkinliğini konsolide etmek pahasına, yapı güçlendirmeyi yaygınlaştırmak isteyen ‘lobi’ler, alınan önlemlere karşın zorluklarla karşılaşmakta. Oysa ‘toplu yenilemeler’, çevre düzensizliklerini gidermek yanında, yerel katılım ve ölçek ekonomilerinin üstünlüğüne sahiptir. YEN UZMANLIKLAR GEREKL Bir başka saplantı, afetlerin yalnızca yapılarla ilgili olduğu anlayışıdır. Oysa kentsel risk azaltma çalışmalarının kapsamı, kentte çok yönlü ve etkileşimli fiziki/sosyal/ekonomik sistemleri ilgilendirir. Bu nedenle ‘yapı denetimi’ afet önlemede yetersiz kalır. Sürdürülen uygulamalar kendi güçlü ‘lobi’lerini geliştirmiştir. Yeni bir politika ve uygulamaya geçilmesi ya direnişle, ya da “o işi de biz yaparız” Kişotluğu ile karşılaşmakta. Oysa yeni yaklaşım, başka nitelikte bilgi ve uzmanlıklar gerektiriyor. Kentsel risk azaltma ve çok yönlü kent yönetimi konularında yetkinlik kent plancılarındadır. Plancıların, gerek katılımlı süreçleri yönlendirmede, gerekse karmaşık kentsel sistemlerin işleyişlerindeki olasılıkları görmede profesyonel becerileri vardır. BİB tarafından 2009 başlarında gerçekleştirilen ‘Kentleşme Şurası’nda bu yetkinlik konusunun dile getirilmesi üzerine kimi afetçiler, plancıları meslek ayrımcılığı yapmak ve hatta ‘şövenlik’ ile karaladı. Oysa ‘şövenlik’, özgün anlamıyla, raf ömrünü doldurmuş söylem ve görüşleri savunma saplantısıdır. Türkiye’nin bir başka yanlışı, risk azaltma uygulamalarında öz kaynaklarını harekete geçirme ve geliştirme çabaları yerine, yabanc kurulu lara teslim olmasıdır. İstanbul’da yürütülmekte olan kimi büyük bütçeli uygulamalar da bu niteliktedir. Bütçelerinin büyüklüğüne karşın elde edilen sonuçlar, yapılması gerekenler yanında hemen hiç düzeyindedir. Risk azaltmada bu kaynaklarla ‘başka hangi kaynaklar harekete geçirilebilir’ konusunu araştırmak yerine, eldeki kaynağın en kısa sürede tüketilmesi amaçlanıyor. Türkiye bu yöntemle borçlandırılıyor, önceliklerin belirlenmesi platformlara değil, yabancı uzmanlara ya da ehliyetsiz kimselere bırakılıyor, sonuçlar saydamlıktan ve denetimden uzak tutuluyor. Ne mi yapılmalıydı? İstanbul Deprem Master Planı’nda (2003) açıklanan ‘risk sektörleri’ temelinde toplumu harekete geçirecek bir seferberlik yaratılmalı, tanımlı projelerin önemli bir bölümü tamamlanmış olmalıydı. 1999 + 20’de, büyük yıkımı görmeden yaşarsak, yine aynı yakınmaları mı yapacağız? CBT 1170/ 10 21 Ağustos 2009 YANLI LARIN TEMEL NDE YATAN Risk azaltma konularında yol gösteren Ulusal
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle